"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

26 Şubat 2012 Pazar

HİÇ-SADIK YALSIZUÇANLAR

Fatih camiinden düşen ezanla uyandı Hattat. Pazardı. Dün kurulan semt pazarının artıklarını topluyordu çöpçüler. Pencereyi açtı. Yıkanma zamanı gelmiş olan perdenin biri havalandı. İçeri çürük meyve sebze geceden kalma pis bir insan bayat balık deniz ve lağım kokusu doldu. Geceleri serinliyordu hava. Yüzüne soğuk bi yel vurdu. Esnedi. Dağınık eşyalar arasından geçerek banyoya gitti. Lavabo pisti. Suyu akıttı bir süre. Aynaya baktı. Pas lekelerinin arasından traşsız, yorgun çehresini gördü. Yüzüne suyu birkaç kez çarptı. Ayaklarını yıkamak için biçimsiz, yüksek lavaboya güçlükle kaldırdı. Nemli, ter kokulu el havlusunu aldı, salona döndü. Evi balkonsuz, bitişik düzen eski Fatih kagirlerinden birinin üçüncü katında, bir oda bir salon ve içinde iki kişinin güçlükle durabildiği kilerden ibaretti. Salonda geçiriyordu gününü. Kamışlar kalemler divitler kamışların ucunu kestiği incelttiği keskiler yarım jiletler küçük çakılar maktalar kayısı erik veya şeftali ağaçlarının reçinesine is katıp sulandırarak elde ettiği yazı maddesinin bulunduğu nun harfine benzeyen bakır çanak çini mürekkep kırmızı ve mavi mürekkep şişeleri kopya kağıtları meşk için kullandığı beyaz renkli kartonlar çay ile renklendirdiği çizim kağıtları eski hattatların çizimlerinden kopyalar hat kolleksiyonları albümler çeşitli romanlar şiir kitapları hat tarihine ilişkin birkaç kitap şeyh hamdullah ve özyazıcı’nın simetrik hiç hatları çeşitli istifli rik’a hiçleri esed’in tefsirli meali sahih-i buhari’den yaptığı çevirinin birinci cildi haydar dümen’in cinsel sorunlarımız’ın genişletilmiş yirmisekizinci basımı mehmed kırkıncı’nın kader nedir’i sarı gülü koyduğu ortasından kesilmiş bir litrelik pınar şaşal şişesi içindeki kirli su üzeri muşamba kaplı katlanabilir masa poğaça kırıntıları kanepenin yanında sürekli çay demlediği küçük tüp yanında yerde birkaç damla çay artığı bulunan su bardakları öğrenciliğinden kalma alüminyum çaydanlık birkaçı yere saçılmış küp şeker kutusu, radikal gazetesinin spor eki kadirli’nin azaplı köyünde yaşayan annesinin ördüğü eprimiş altı delik patikler kokusu odaya sinmiş olan dolu mika küllük boş dolu sigara paketleri kibrit kutuları beypazarı maden suyu şişesi sigara dumanından sararmış duvarda divani yazıyla istifli edeb ya hu ve rik’ayla yazılmış besmele kopyaları miro’dan kurbağa yavrularına benzeyen iki tıpkıbasım bir hafta öncesinde kalmış diyanet takvimi antep işi fildişi süsle- meli aynalı kandil rafı karşıda duvara yaslanmış eski yemek masası üzerinde naylon sürahi su bardağı birkaçı kullanılmış vermidon tablet, kağıt peçeteler toshiba marka küçük, kapağı kırık teyp yanında erkan oğur’un anadolu beşik albümü yanında ekranı tozdan ağarmış siemens marka otuzyedi ekran televi- zyon üzerinde iki alüminyum çanaklı küçük portatif anten,birkaç sandalye saldalyede tek kişilik başyastığı kenarında dantel işlemesi üzerinde salya kiri alelacele katlanmış cami desenli seccade yerde keçi kılından yörük kilimi ayakkabılıktan sızmış kurumuş çamur parçaları saç kılları toz toprak makta
ve bütün bunlara ayrı ayrı sinmiş yalnızlık...Havluyu bıraktı sandalyeye, pencereyi kapadı, sıvanmış kollarını düzeltti, seccadeyi serdi, namaza durdu. Sünneti kıldıktan sonra çaydanlığı doldurup tüpü ateşledi. Farzdan sonra kanepeye oturdu, ism-i azamı mırıldanmaya başladı. Yacemiluyaallah Yakebiruyaallah Yağaniyyuyaallah..derken bir ritim tutturdu, sallanmaya başladı, her ismi iki kez okudu sonra üç dört beş...kez tekrar etti, ettikçe ettiği ismin harflerinin çözüldüğünü hissetti...çözülen harfler dağılıyor, boşluğa savruluyordu, savrulduğu boşlukta yeniden birbirini bularak yeni sözcüklere dönüşüyor yeni duygular keşfediyor isimle varolan değişen büyüyen kırılan küçülen dağılan yeniden yapılan nesnelerin üzerindeki örtü havalanıyor örtüsü kalkan nesnenin içgüzelliği beliriyordu. Söyledikçe ve harf- leri savurdukça boşlukta olduğunu farketti. Duvardaki Şeyh Hamdullah hiç’ine baktı. Güzel he ile ye’nin bitişmesini gördü. Çe sonda gereksiz gibiydi..hii
diye okudu. Sonra ç dedi ç. Çe demedi, kapalı e’yi söylemeden, sadece ç, e veya i’siz, iyeliği olmaksızın, ç diye sondaki sesliyi yuttu. Yutunca biten hiç başlamayan bir şey oldu. Boşluk gibi bir şey. Yokluk gibi. Olmayan, olmamış olan gibi. Yokluğun varlığın öteki yüzü olduğunu düşünürdü hiç yazmayı her düşündüğünde. Varlığın içyüzü. Varlığın içi dışa çevrilince yok oluyordu. Varolan birşeydi yokluk. Varlığı boşluklayan bir şey. Amaaan diyerek kalktı. Başı ağrıyordu. Çay demledi, iki hap içti. Paketi aldı açtı boştu attı sehpanın üzerine, ötekini aldı, sigara çıkardı, kibritte aynı sorunu yaşamadı, çakınca ateş...altı mavi üstü sarı ortada yanan çubuğun kararıp kuruması, yandıkça biten bittikçe boşluğa düşen bir şey. Biri bitti. Parmağı yandı, emdi parmağını, üfürdü üfürdü. Gidip suya tuttu. Suda kaldı bir süre. Su gibi akıcı şeyde. Dışarda dünya ışıyordu ağır ağır...yavaş yavaş...giderek...zaman içinde...zamanla birlikte...zaman altında...ona bağlı olarak...zamanın içinde...dışında olmayan...olmayan yani...Geldi yeniden yaktı kibriti, sigarasının ucunu yaklaştırdı, kibritin dumanı bitince yaklaştırdı, çekti, çekince sigara parladı, küçük, zayıf bir alev, bir daha, yandı ucundan dumana dönüştü ağzından burnundan çıktı, çıkınca biçim değiştirdi, parmağı yanıyordu, tekrar suya tuttu...Su akıyor, kibrit yanıyor, hava ışıyor, şehrin sesleri artıyordu. Su kaynayınca demledi. En çok demlikteki çay artığını dökmeyi, demliği temizlemeyi sevmiyordu. Yere döküyor silmek zorunda kalıyor, çöp bidonu olmadığından mutfak kapısının koluna astığı naylon poşete döküyor, yırtık poşetten yere çay artığı sızıyor, sızarken çöpün koku- sunu da sızdırıyordu. Perdeyi açtı, gün ışımıştı. Simit, poğaça satıcıları, esnaf, çöpçüler, kamyonet homurtuları, kamyon gürültüleri, ekmek süt dağıtıcıları, kumruların tekdüze ötüşleri, kepenk sesleri...Şehrin sesleri çoğalıyordu. Çoğaldıkça karışıyor, uğultuya dönüşüyordu. Kanepeye döndü. Çayı döktü bardağa. Üzerinde taneler. Haşlanmış gibiydi. Bir sigara daha yaktı.
Başındaki ağrı hafiflemişti. Yeni gün başlıyordu. Birazdan uyumak üzere yatağa dönecekti. Şehir uyanınca Hattat uyuyordu. Hattat uyuyunca rüyalar uyanıyordu. Öğleye kadar uyuyacaktı. Birkaç kez uyanacak, gürültünün uyumasına izin vermediğinde kalkacaktı. Kalktı. Yerden maktayı aldı. Kalem yuvasına baktı uzun uzun. Ayrı bir nesne olarak kalemin ucundan kesildiği yuva. Kalem evi. Onun da evi olduğuna göre yersiz yurtsuz bir nesne var mıydı? Mekanı olan her nesne gibi kalemin de zamanı var. Zamansallığı aşmak üzere hokkaya, nun harfine dalıyor oradan aldığı mürekkeple yine ayrı bir nesne olan kağıda yokluktan harfler düşürüyor. Harfler varolurken kendisi ve kağıt yok oluyor. Kalemle harf varlığın iki yüzü. İçi ve dışı.
Kalem, mürekkep ve kağıt dış harfler iç. Varlığın özünü taşıyor kağıda. Bıraktı maktayı masaya. Makta...kesilen yer...kesilen biten yer. Burada kesiliyorsa biryerlerde başlıyordu kalem. Kalem kesilmeden başlayan bir şey değildi. Maktayı biryerlerden hatırlıyordu, maktayı matlayı. Beyitle ilgili bir şey. Evle. Divan dersleri almıştı bir dönem okulda. Sahi okulu vardı bir zamanlar.
Beyazıt meydanına bakan görkemli bir kapısı. Beyazıt camiine, meydana, meydandaki çınara, çınarın yanından girilen sahhaflar çarşısına bakan. İki
yanında polis bekleyen. Uzun saçlı, blucinli ve başı örtülüleri içeri almayan. İtiraz edenleri coplayan bir okulu vardı. Portalinde arapça yazılar yazardı.
Fetihle İstanbul’la ilgili şeyler. Ne olduğunu girip çıkanların anlamadan mezun olduğu. Olup bitenlere anlam veremeden geçip gidildiği. Kapıdan girilirken polisin girilince rektörün ardından dekanın ardından bölüm başkanının nöbet tuttuğu. Bir komiserliğe bağlı. Hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğu.
Hakiki’nin nemli bunaltıcı yaz sıcaklarında buharlaştığı. Mürşid’in nemli kış soğuklarında donduğu. İlim’in şiddetli güz lodoslarında yitip gittiği. Rektör
bey derhal Çin’e gidip ilim alınız geliniz. Emredersiniz paşam. Bu delikanlıların böyle şallap şullap girip çıkmalarına oturup kalkmalarına öyle yırtık pırtık giyinmelerine hocalarına öyle hürmetsiz edepsiz cevap vermelerine ellerinde pankart asayişi bozmalarına ilmin birinci şartı olan itaati terkedip her tatbikatı protesto sadedinde kazan kaldırmalarına asla müsaade etmeyiniz. Kolluk kuv- vetleri ne güne duruyor. Bu güzide ilim yuvasında huzuru bozanların derhal kellesi koparıla. Emredersiniz sultanım. Bakınız rektör efendi biz sizi oraya mukaddes öğrenim hakkını muhafaza etmeniz ve talebeleri devlete yararlı ve itaatkar kişiler haline getirmeniz için tayin ettik. Vazifenizi biliniz ki talebeler
de hadlerini bilsinler. Emredersiniz efendim. Ha şöyle herkes haddini bilmeli efendim. İçeride bindolarlar verildiğinde verenin çıkarı doğrultusunda müta- laalar yazan hukuk profesörlerinin olduğu bir okulu. En çok çevre hukukunu severdi. En az onda kafası şişerdi. En çok medeni hukuku sevmezdi. Medeni olanla başı hoş değildi. Kütüphanesi yıkılan, kitapları çöplüğe atılan bir okulu vardı. Kendini tabur komutanı gibi gören bir rektörü, bölük başçavuşu olarak düşünen bir dekanı vardı okulunun. Bölümde okula gitmesine, sınavlara, derslere girmesine neden olan birkaç hoca da vardı. İyi ki vardılar. Biri, sokak kedilerine her gün ciğerler, dalaklar getirir, kapı önünde, naylon kaplarda onlara paylaştırır, kolları sıvalı, elleri kanlı koridorda dolaşırdı. Bir başkası, yoksul öğrencilere harçlık verir, herkesin hukukunu gözetir, alanıyla ilgili yeni yayınları izler, birkaç dil bilir, yaratıcı zekaya sahip, üretken ve onurlu bir adam. Onun da kedilerle, sokak köpekleriyle başı hoştu, o da mutad yiyecek getirirdi onlara. Bir keresinde rektörlükten bir uyarı yazısı gelmiş, bahse konu olan kedi, köpek vesair sokak hayvanlarının ve onlara sunulan çeşitli tegaddi nesnelerinin bölümü ve bilhassa bölüm girişini kirlettiği, buna sebebiyet verenler hakkında soruşturma açılacağı’ belirtilmişti. Hoca, bunun üzerine, özel kalem müdürünü aramış ve ‘rektörünüze söyleyin bölüm girişindeki kedi ve köpekler başörtülü değil’ demişti. Altı yılda bitirmişti
hukuğu. Bitirmişti ya staj bile yapmamış, hukukla ilgili kitap ve notlarını
mezun olduğunun ertesi kışında sobada yakmıştı. İşe yaramıştı sonunda kita- plar. Özel hukukla ilgili olanları özellikle kazancı yayınevininkiler gecenin en soğuk anlarında ısıtmıştı sigara küf yalnızlık kokan odasını. Hamamböcekleri de özel hukuk kitaplarını çok sevmişti. Poğaça kırıntılarıyla özel hukuk doktora tezleri hamamböceklerince çok sevilirdi. Hattat, dersliklerde de rastlıyordu böceklere. Böcek kelimesini, borçlar hukuku dersinde kitaplarıyla yetinmeyip onlardan çıkardığı not teksirlerini dağıtan hocası beşir beyin mastürbasyonla ilgili geyiğini dinlerken teksirin ilk sayfasına iris celi hattıyla yazmış ve böcek biçiminde istiflemişti. Beşir beye benzemişti yazı. Böcek bey diye fısıldadı. Sesi, hocanın yorgun ama ihtiraslı sesine karıştı. Kondom kullanmanın mahzurlarını anlatıyordu borçlar hukukunda. Eldivenle mastür- basyon yapmak gibidir prezervatif kullanmak, demişti hoca. Bu kez bilinç ve iradeden çok zaaf ve incelikle yazılan talik hatla bir prezervatif yazdı kağıda. Böcek. Be ile ce’nin arasına zarif bir vav çizdi, kef’le bitirdi. Kef’in kuyruğunu yukarı uzattı kıvırarak. Kuyruklu böcek. Prezervatife benzedi böcek bu kez.
Prezervatif bey diye fısıldadı. Sesi biraz yüksek çıkmış olmalı ki yanındaki çiçek yanığı suratlı arkadaşı baktı. Bence de diye ünledi. Lebdeğmez söyleyen ozanları düşündü. Be patlak ünsüz müydü? Hem ünü yok hem patlak. Patlak prezetvatifle ilgili temel fıkrasını anlatıyordu hoca şimdi borçlar hukukunda. Hocam bizi kendinize çok borçlandırdınız. Bunu nasıl ödeyeceğiz size prezervatif bey? Talik yazıyla. Talik yazısı bir uyum hattıdır. Ötekine uyan devlete uyan girdiği yere uyan birbirine uyan yönetime uyanların hattı. Hattat’ın
talik biçimleriyle dışavurmak istediği, çizgilerin orantı ve uyumudur. Çizgilerin müziği...Efendim musikide olduğu gibi talik hattında da çizgiler, güzellik
ve uyumla çıkan sonsuz seslerin birleşimidir. Birleşmeden önce diyordu
hoca mutlaka hangi prezervatifin uygun olacağı ehlince belirlenmelidir. Ama bana sorarsanız...Sana sormuyoruz hocam dedi. Bu kez sesi biraz fazla çıkmıştı, hoca duymamıştı ama hayli duyan olmuştu. Gülüşmeler olunca hoca kürsüye vurdu. Vurunca sessizlik oldu. Hoca, şimdi ilk istikrazla beraber alacaklının...diye konuya girdi. Girince zili bekledi. Beklerken boşluk oldu. Boşluklar sıklaşmıştı. Sıkı boşluk varlığın özüne doğru bir yol açıyordu Hattat’ta. Oradan varlığın yüreğine sızıyor sızdıkça göğsündeki sızı derinleşiyordu. Boşlukta hem kimsesizlik hem hiçlik. Hiçlikte kimse olmadığından kimsesizlik de yoktur. Bu yüzden zili bekliyor ve çıkıyordu. Okulun en çok çıkışını severdi, çıkış kapısını. Hem ucuz giysi ve kitap bulabildiği bir pazar kuruluyordu hem de çınaraltında taze çay içip insanları seyredebiliyordu. İnsanları hatta bulaşmasının sekizinci yılında artık harf gibi görüyordu. Şu çizgili gravatlı, koyu vişneçürüğü takımelbiseli genç adam sessiz harflere ulanan elif’e, şu beli bükülmüş ya eşini yitirmiş yalnız veya evinde durdurmayan bi sıkıntıyı yaşayan yaşlı adam dal’a, şu kafasında tilkiler dolaşan, ucuz antika avına çıkmış, üstten kesilmiş ince bıyıklı, sağ yanağında iri et benli, öğretmen emeklisi adam re’ye, az önce getirdiği çay fincanının boşalmasını bekleyen güneydoğulu delikanlı noktalarını yitirmiş şın’a, camiin kuzey kapısında bağdaş kurmuş oturan bu şişman, ortayaşlı kadın ayn’a, yaslanmış uyuyan çocuğu mim’e, üçtekerli arabasında çorap satan şu bıyıklı kasketli adam cim’e, değerli ama ucuz kitap arayan şu kitapkurdu yaşlı adam fe’ye benziyordu. Çınar daima lamelifti. Ne zaman baksa elifle lam’ın birleştiği lamelifi görüyordu çınarda. Çınardan habersiz bir insan ırmağı akıyordu yerde. Yerde ayaklanmış harfler kaynıyordu. Onlardan dilediğini alıp kağıtta birleştirebiliyordu. İlkin heceler çatıyordu onlardan. Hece çatmanın keyifli olduğu kadar güç bir yanı vardı. Keyifli yanı dilediğinde birleştirebilmesinden, güçlüğü onların kendi başlarına bir anlam ifade etmemesindendi. En çok yoksul insanların benzediği harfleri seviyordu. Onlar daima dal, zal veya re gibi eğik, boynu büküktüler. Kimsesiz ve açtılar. Sofralarında bir gün çay ve çökelek bir gün patates haşlaması bulunca bayram yaparlardı. Kışın ısınmak için yakacakları odun veya kömürleri olmuyordu. Eski giysiler, papuçlar toplayıp yakıyorlardı sobalarında. Onları bulamayınca piknik tüpü yakarak ısınıyorlardı. Çok çocukları oluyordu bu harflerin. Sessiz ve dişil olduklarından çoğalıyor ve seslerini çıkaramıyorlardı. Herşeye rağmen evde bir televizyonları oluyordu ve oradan şarkıcı ve mankenlerin haberlerini dinleyebiliyorlardı. En çok mutfak ve yemek programlarını, gurmelerin katıldığı programları izliyor, onlara ve mankenlere bakarak yutkunuyor
ve olmadık birleşmelerle tuhaf heceler oluşturarak sözcüklere hazır hale geliyorlardı. Televizyonda konuşan politikacıların sözcüklerinden bir şey anlamıyorlardı. Kendilerinden oluşan heceler, kelimeler ilettiklerinde onların da bir şey anlamadıklarını görüyorlardı. Ama bir nezaket vardı arada, herkes birbirine sayın diyordu. Durmayın sayın. S ile a ile ı ile y ile n. Beş ayrı harften oluşun. Beş harf beşibiyerde gibi durmayın birleşin. Birlik ve beraber- likten söz edilince yoksullar kendilerinin biraraya gelerek kelimeler oluşmasını anlıyordu. Bu kelimelerin parçalanarak tek tek bir kağıda düşmesi hattatlarca yapıldığı için yoksullar nesli tükenmiş bu yazıcıları tanımadığından siyasetçilerle kendileri arasında bağlanamaz bir kopukluk olduğunu görüyordu. Sonra gayrisafimillihasıla denilen bir harf kümesi vardı ki her işadamı ve ekonomidensorumludevletbakanının mutlaka her konuşmasında gösteriyordu kendisini. Yirmi ayrı harfin isteksiz biçimde biraraya geldiği bu öbeğin ken- disinden ayrılmayan yakınları vardı. Kişibaşınadüşenmilligelir gibi eşanlamlı yakınları dışında yoksulların kendilerine benzemeyen ve hiçbirdilde karşılığını göremedikleri başka harf yığınlarına da artık kulakları aşina zihinleri yabancı pek çok kelime uçuşuyordu. Bu kelimelerin uçuştuğuna göre birşeyleri çok seven ve üşüşen sinekler mi yoksa beyinleri aşağılanan kuşlar mı olduğu tartışma götürürdü. Tartışma programlarında bilhassa harfleri acımasızca bir- araya getiren ve onlardan anlamsız sözcükler üreten konuşmacıları yoksullar her dinlediklerinde beyinlerinin boşaldığını görmeleri için hattatın onları mut- laka kufi ile yazması gerekiyordu. Çünki kufi geometrikti. Kanavayı oluşturan
parçalar kufide yatay veya dikey olmalıydı. Ya sürünen veya ayağa kalkan harfler...Arada, eğip bükülmeyen, biraz eğik veya biraz dikey olmayan.
Yani yarıyatık veya yarıdikey harflerle kuş veya sinek gibi uçuşan harflerin oluşturduğu sözcükler anlamsız olmaktan kurtulamazdı. Böylece yoksulların piyasaların bunu nasıl algıladığını saatlerce dinleyip, göstergelerin önü- müzdeki haftayı iyi göstermesini hayra yorup, bir yılda sekizinci bankanın nasıl fona devredildiğini öğrenip bebedekadan bankaya kaçmilyondolar aktarıldığını hesaba ne zamanları ne mecalleri kalıyordu. Sofrada yine
ya patates veya sıvı yağla karıştırılmış tuzlu çökelek ve bayat ekmek oluyordu. Baba yine işsiz sabah evden dışarı çıkamıyor anneler yine akşam pazardan artık topluyor çocuklar okula gitmeyip yüzleri gülmüyor oyuncakları vitrinlerde görerek annelerinin uzanan her mikrofona neden ağladığını anlamıyordu. Çünki kufi bazen nesih bazen sülüs ve nesih bazen
de satrançlıydı. Satrançlıydı çünkü dikey çatılıyordu harfler. Üstten. Genelkur- may için siviltoplumkuruluşu diyen siyasetçi satrançlı kufiyle yazılıyordu. Kufi en geleneksel yazı biçimiydi. Kökü kökeni en eski. Tarihin tozlu raflarına, çöp sepetine, örümcek bağlamış koridorlarına uzanan. Uzun, upuzun, ıpıssız bir geçmişi vardı, karanlık bir mazisi. Bu maziden çıkıp bugüne, üstten, tepeden, üsbiyerlerden inen bir yanı oluyordu. Olunca bugüne en kolay çevrilebilen karakterleri üretebiliyordu. Ana karakterlerinden biri düz çizgilerden oluşan, daima çizgili gravatlı olan düz renklerden en çok neftiyeşili seven paralel kısımlar arasındaki açıklığı her yerde aynı olan aynı hizada duran hizaya gelmesini bilen geldiği yerleri unutan giderek yersizleşen oturoturduğunyerde denilince hazırola geçen hep hazır olan hazırlop olan hazıra konarak boka konuyormuş gibi sinekleşen askergibisiviltoplumkuruluşlarından brifing alarak gerdan kırıp ekranlarda halkın yapılandırılması diyerek ağzına aldığı her harfi harfilikten çıkarıp sakız gibi çiğneyip tüküren tükürüp tükürüp yüzüne yağmur yağan yağdıkça yiyen yedikçe şişen şişdikçe hindi gibi kabaran hindi türk gibi kabaran kabarıp kabarıp kara fatma annen güzel sen çirkin ben güzel sen çirkin sen ben yok biz varız biz bize benzeriz biz ne çirkin ne güzeliz biz
ne ürkek ne erkeğiz biz biziz bizim bizden başka dostumuz yoktur bizden olmayanlar çık dışarı ya sev ya terket ya yağ sat ya bal tut bal tutup yala parmağını yalakalığını ermeni kanıyla karıştırma deprem geldi hoş geldi kan geldi hoş gelmedi kan ermenistandan geldi bölücübaşı terör ne seni ne beni gördü bir tasarı geçince çok değerli ve sayın ve saygın ve muhterem ve kardeşlerim ve romalılar ve zehirliler ve zenginler ve fareler ve insanlar ve uzanlar ve uzayanlar boyu oyunlular oyunu koyunlular üç merkezden iki merkeze iki merkezden tek merkeze götürürler herkeze üniversite sayısını çıkar ikiyüzmerkeze oradan gelbaşörtülümektebe kapıda zincirlesinlersenibil- haddini egemenlik kayıtsız şortsuz tişörtlü denetle askerini denetlesin asker seni sen sen sev ülkeni sevmezsen sevecekler en seni en senin olmayandan vazgeçerek gel iktidara iktidar gelsin sana gel gel olsun çocuk gelsin çocuk büyüsün annenin babanın malı meli takısından sıyrılsın evden kaçsın çocuk kaçıp kaçıp gitsin arka sokaklarına koklasın tinerleri kurtulsun imefeden alsın başını gitsin aksaraydaki köprünün altına sersin çöplükten bulduğu paltosunu yatsın uyusun kurtulsun savcılıkiyihalkağıdından uyansın şehrin gürültülerine hattat sabah namazını kılarken gitsin arasın çöplüklerden bi parça esmer ekmek yesin kurtulsun açlığından otursun beklesin ta ki yazılsın kufi sülüsle ... Karelerden oluşan bu yazıya makıli diyordu eskiler. Eskilerle yeniler birbirinin harflerinden hece kuramıyor, sözcüklerini anlamıyordu. Dil bir anlaşamama olduğunca anlaşılabiliyordu hattatın elyazısı. Saf aklından saf altın gibi gelirdu harfler. Hattat, elinin güzelliğinin dilin ve düşüncenin zerafeti olduğunu farkedince başladı yazmaya. Hocaların girip çıktığı kapıdan inince Süleymaniye’ye giden sokağa sapar Diyarbakırlı Hamid’in tek odalı evine uğrardı. En çok vav’larını severdi onun. Ve’lerini. Uzun, upuzun cümleler kurar ve ile bağlardı onları, kurup kurup bozardı hoca. Cümle uzadıkça söy- lemek istediğini unutur yeni şeyler söylerdi. Her defasında artık yeni şeyler söylemek lazım diye bitirirdi. Bitirdiği imzasından anlaşılırdı. Amid-i Hamid. Amid Diyarbakır’ın eski adıydı. Hocadan aldığı meşk kağıtlarını saklıyordu. Meşksiz yazardı. Hamid. Kubbelere yazdığı insan büyüklüğündeki elifler vavlar ve nunlarla biliniyordu. Bir de tevafuklu Kuran yazmıştı. Bir daha istediler bir daha yazdı. Yazmak üzere gelmişti dünyaya. Sabah uyanınca başlıyor gece uyuyana değin yazıyordu. Bütün harflerin elif’ten geldiğine inanırdı. Ne yazsa elif yazıyor gibi yazardı. Vav elifin sağ ucundan bükülerek kendi içine doğru kıvrıldığı, içe döndüğü bir harfti. İçedönüklüğü anlatan sözcüklerin başına gelirdi. Nun elifin yatarak iki ucundan yükselmesiyle belirmişti. Hem yatay hem dikey bir harfti. Zaman ve mekana bağlı olmayan soyut kelimelerin başına gelirdi. Elif birdi. Noktadan doğmuştu. Nokta
birimdi özdü. Hattat, Hamid’in hattından sıyırdı bakışlarını, yeni çay doldurdu yeni sigara yaktı. Televizyonu açtı. Gün Başlıyor programında sinüsleri iltihap- lanan dalmaçyalı köpekler için neler yapılması gerektiğini anlatıyordu konuk. Kanepeye uzandı. Gözkapakları ağır ağır kapanırken konuşmacının sesi eridi. Dalmaçyalıların üçayda bir karma aşılarının...Rüyasında kendini mim harfi olarak görüyordu. Şiddetli bir deprem olmuş, yerinaltı üstüne gelmiş herşey yokolmuş, sadece harfler kalmıştı. Şimdi harfler ülkesinde yaşıyordu hattat. Ülkesinin üç yanı harf deniziyle çevreliydi. Kullanılmayan harflerin yığılması sıkışması ve pörtlemesiyle harf dağları oluşmuştu. Yatay engin ve düz harf- lerden ovalar oluşmuştu. Sadece servi vardı. Ağaç olarak elif harfi kendinden koparıp attığı parçalarla serviler bitirmişti. Hayvan olarak sadece sad harfinden yapılmış salyangozlar dolaşıyordu ortalıkta. Hattat mim idi ve cümle sonlarına geliyordu. İki adlı nesnelerin birinci
adlarını kısaltıyor ardına geliyordu. Sözcüklere girmek istemeyen harfleri mimliyorlardı. Bir düzen bir yönetim biçimi bir laiklik bir şeriat tehlikesi bir ekonomidensorumludevletbakanları bir devlet yoktu ülkede. Devlet olmayınca hiçbirşey yoktu zaten. Ülkenin ordusu da yoktu. Silahı uçağı, taburları, bölükleri, yeşil giysileri, kısa veya uzun künyeleri, mehmetçik defterleri, emirkomutakademesi yoktu asker siyasileri ikidebir uyarmıyordu uyarılmayan siviller de yoktu sivillerin uyarılmasının etkileyeceği kırılgan bir piyasa da yoktu. Borsa tahtası ne kapalı ne açıktı. Tahta yoktu. Köy yoktu. Tahta ve köy olmayınca tahtalıköy de yoktu. Özel ve resmi bankalar batmıyordu. Onlar da yoktu. Onlar üzerinden özel sektöre krediler aktarılamıyordu. Kredi yoktu. Satın alma gücü her ay yüzde on azalmıyordu. Satın alınacak veya zayıflayacak güç yoktu. Harfler ne güçlü ne güçsüzdüler. Güç yoktu. Güce inanan veya boyuneğen, karşıçıkan veya inanmayan yoktu. Güçsüz bir ülkeydi burası. Gücün olmadığı. Arabalar evler apartmanlar plazalar şirketler yollar otobanlar trenler vapurlar vampirler kumpirler yoktu. Kimse kimseyi yiyemiyor kanını içemiyordu. Kan da yoktu. Kansızdı ülke. Elektrik su jilet ekmek bilgisayar halı mobilya doğalgaz güvenlik siyaseti türk dil ve tarih kurumu atatürk yüksek dil tarih kurumu türk hava kurumu boing yediyüzy- irmiyedi yoktu. Dil yoktu tarih yoktu. Kimse kimseyle kurumlar üzerinden haberleşmiyordu. Haberleşme sistemi yoktu. Sistemsiz bi ülkeydi. Birlik yoktu birlik yoktu ber yoktu a yoktu ber yoktu lik zaten yoktu beraberlik hiç yoktu. Hiç vardı ama beraberlik yoktu. Kardeşlik ve özgürlük biçiminde başlayan cümleler olamazdı kardeşlikle özgürlük birbiriyle olamazdı. Yangın yoktu orman yoktu. Ormanyangınları haberleri teretebirden verilmiyordu. Terete de bir de yoktu. Hattat bu yokluklar ülkesinde olmayan şeylerden haberdar tek harfti. Kendini mim olarak görüyordu ama iki m’nin arasına
i’yi alarak oluşmuş elifin bir ucundan kendi içine doğru kıvrılmasıyla, içedön- mesiyle oluştuğunun ayrımında değildi. İçedönüktü Hattat. Bu doğruydu. Evden nadiren çıkıyor, kimseyle görüşmüyor, aydabir otuzluk kart alarak annesini arıyor, kısa birkaç nasılsın iyi misin iyiyim sen nasılsın merak etme bakarım diyordu o kadar. Davet edildiği toplantılara, düğün ve iftarlara, hat sempozyumlarına, geleneksel sanatlarımız ve geleceğimiz toplantılarına, kurs çağrılarına kulak asmıyordu. Günaşırı gazete alıyor, gazete, çay
ve sigara aldığı bakkalla da konuşmamaya gayret ediyordu. Bakkalın siparişlerini alırken, paranın üstünü verirken yavaş davranması çileden çıkarıyordu Hattat’ı. Ayakkabısına kösele yaptırmak için Huzur apartmanının giriş katındaki tamirciye bu yüzden gitmek istemiyordu. Gittiğinde poşete sarılı ayakkabı tekini bırakıyor ne derse tamam diyerek kaçıyordu. Berberin gevezeliğine tahammül edemediğinden iki aydabir yaptırdığı saç traşı da kabustu. Bu yüzden en çok Ergüder Yoldaş’a gıpta ediyordu. Büyükada olmasın Kadirli’nin Azaplı köyü olsun razıydı bir yerde hiçkimsenin olmadığı bir yerde yaşasın istiyordu. Bu yüzden mi bir ucu içine dönük mim olarak görüyordu. Bu, ‘yüzden’ sözcüğünü de sevmiyordu. Yüz kökü ve den ekinin zoraki buluşması. Zoraki olmayan herşeyden kaça kaça evinin bir köşesine sıkışmış kalmıştı işte. Akranları avukat, yargıç veya savcı olmuş, özel hukuk büroları açmış, o mahkeme senin bu haciz benim koşuşturuyor, para kazanıyor, eşine de araba alıyor, yazlık, ikinci ev kooperatifi yurtdışı derken sosyal yaşamın renkli hülyalarının denizinin derinliklerinde vurgunyemiş yüzerken, Hattat bu vav’ın ucu biraz ince mi olsa, şu güzel he’nin simetrisi sorunlu’ya boğulmuştu. Aynası bile paslı idi. Ne traşı ne giyim kuşamı ne sosyal yaşamı ne evi barkı eşi adı cenk ve cemre olan bir oğlu bir kızı ne arabası ne evi hiçbirşeyi yoktu. Hiç yok boşluk derken olmayan düşüncesinin deryasına dalmıştı. İşte düşünde servi ve salyangozdan başka bir şey olmayan harflerden kurulu bir dünyada yaşıyordu. Bu hal ve ahvalde yürüyüp giderken ansızın bir infilak oldu dörtbir yana harf parçaları saçıldı. A’nın yarısı kopmuş L’nin bir bacağı kalmış S çengel haline gelmiş V alttan kesilmiş Z ortadan bölünmüştü ve harflerin anlamları değişmiş yeni anlamlar da kazanamamışlar, boşlukta kalmışlardı.. Hattat’ın da içedönük ucu
kopmuş kısa kesik bir çizgi haline gelmişti. İşte harfler asıl yurduna döndü, boşluğa düştüler. Şimdi onları yeniden ve bu halleriyle biraraya getirerek
yeni sözcükler üretmenin zamanıdır, diye düşündü Hattat. Salyangozlara, harf parçalarını elif’ten yapılmış servilerin başına çıkarıp boşluğa atmalarını
söyledi. Bütün parçalar teker teker toplandı, ağaca çıkarılıp boşluğa bırakıldı. Boşlukta her parça kendini yeniden yapıyor ve yeni harflere dönüşüyordu. Dönüştükçe çoğaldı harfler. Binbir tane harf yapıldı. Hattat onlardan yedi tanesini seçti : c a n s ı k n t ve bazılarını iki kez kullanarak birleşik sözcük yaptı : cansıkıntısı.
Uyandığında kanepede terlemiş üşümüş bir halde bedeni kırılmış vakit öğleyi aşmıştı ve sözcüğü elinde sımsıkı tutuyordu : cansıkıntısı. Cansıkıntısı dedi. Kelimeden bir ses duydu. Eğildi bir kez daha cansıkıntısı dedi. Hiç diye bir ses çıktı kelimeden. Şaşırdı. Tekrarladı : cansıkıntısı. Kelimeden ses geldi : hiç.
Hiç mi dedi. Hiç dedi kelime. Kelimenin iç sesi hiç diyordu. Kelime zaten iç ses değil miydi? Cansıkıntısı dedi tekrar bir daha bir daha tekrarladı. Kelimeden
her defasında hiç diye ses geldi. Kelimenin içi çınlıyordu. Çınladıkça başka güçleri ortaya çıkıyordu. Tekrarladıkça kelimenin dışanlamı kayboldu. Sesi kaldı sadece. Sesi yani hiç. Hiç ilkin sade ve kimsesiz görünüyordu. Üç harften ibaretti : güzel he ye ve çe. Lakin söylendikçe içte bir titreşim yaratıyordu. Boşluk titriyordu. İlk söylenişindeki hüzünlü sesi yitmişti. Cansıkıntısı dağılmış hiçlik belirmeye başlamıştı. Hiçlik ilk söylenişinde Hattat’a çocukluğundaki cibinlik altında uyuduğu yani uyuyamadığı yaz gecelerinin gülyabanilerini çağrıştırmıştı. Babası çiftçiydi. Traktörü, tarlası, buğdayı ve inekleri vardı. Ahırdan ahpun taşınır bir kısmı bahçeye serilir bir kısmı tezek haline gelirdi. Okuyup yazmayı askerde öğrenmişti ama bunu sadece bir resmi işlem için evrak gerektiğinde gözlüklerini takarak birkaç dakika kullanırdı. Sinirli, sert mizaçlı bir adamdı babası, üç yıllık Ardahan askerliğinden kalma çavuşu da vardı adının, Ethem çavuş. Sadece annesi
değil kendisi ve altı kardeşi de çok korkardı babasından. En küçükleri kız idi kardeşlerin ve babası annesinin adını Cemile’yi uygun görmüştü ona. Cemile sadece babasının yanında koşar, oyun yapar, çikolata ve oyuncak isterdi. Hattat, babasının öldüğü sene başladı hat kursuna. Bir rastlantıydı gerçi bu ama sık sık hayatta olsaydı aynı cesareti gösterebilir miyim diye düşünürdü. Gösteremezdi ama bunu kabullenmek istemiyordu. Varsayım
üzerine yargı kurmanın ne denli salakça olduğunu bundan biliyordu. Hattatlığı hala yakıştıramıyordu kendine. Şeyh Hamdullah’ın sekseikisinde ölürken,
‘hatta yeni başladım’ deyişini unutamıyordu. Halim Özyazıcı için söylenen
‘kalemi kendine esir etmiş ve yazıyı yenmiş’ durağına henüz gelmemişti. Sülüs nesihle hilye bile yazdığına göre Özyazıcı yazıyla başetmenin ne anlama geldiğini çözerek yazmıştı uzun yıllar. O yıllarda harfler dünyasında bir deprem olmuştu. Bindokuzyüzyirmisekiz senesi evailinde bir sabah uyandığında Özyazıcı harflerini bıraktığı yerde bulamadı.
O güzelim elifler vavlar mimler lamelifler güzel he’ler cimler dallar kırılmış yerine başka harfler gelmiş gelen harflerle hiç, lahavlevelakuvve- teillabillah, veinminşeyinillayüsebbihubihamdihi, küllişeyunhalikunillavechehu veya başkabirşey yazmak içinden gelmediğinden evinde sadece kendisi için çizmek üzere uzlete çekilmiş, şimdiki Topkapı Demirciler sitesinin bulunduğu boş araziyi satın alarak yirmibeş dönümlük bir bahçe yapmış, çevresine kendi elleriyle taşduvar örmüş toprağın onbinmetrekaresini ıslah ederek üçbinküt- üklük üzüm bağına dönüştürmüş burada otuz çeşit üzüm yetiştirmişti. Arada bir eşe dosta bazen yazma isteğiyle dolup taştığında bir fuzuli beyti veya mesneviden tefe’ül ettiği dizeleri yazar olmuştu. Yazınca sabıkan hattat halen
bağıban diye imza atıyordu. On yıl bağbanlık ettikten sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce restore edilen bazı medrese ve camilerin kubbelerine celi yazılar yazdı. Hamdullah’ın ölümü esnasındaki son sözünü darulfünundaki hocalığında söyledi. Yirmieylülbindokuzyüzaltmışdört günü bağından çıkıp londra asfaltına gelince sarhoş bir sürücünün kullandığı otomobil çıktı karşısına. Gözleri karardı ansızın beyninde bir şimşek çaktı herşey ışıdı bedeninin derinliklerine doğru sızan bi gürültü sonra herşey karardı ‘hiç’ diyerek yere yığıldı. Harfler dünyasının tersyüz olduğu, harflerin gayba gömülür gibi belirsizliğe uçtuğu zamanda, bağında üzüm yetiştirirken, bir
zamanlar kamışın her türlüsünü tutmuş olan parmakları nasır bağlamışken bir dostu çıkagelmiş ve Halim efendi’den fethe ilişkin bir kitaba yine fethe dair
hadisi yazmasını rica etmişti. Pazardı. Çırpıcı’daki bağevinin balkonundaydılar. Kağıdı kalemleri mürekkepleri sandıktaydı. Kitabı tedkik ettikten sonra gözleri nemlendi kalktı, masasını ve malzemelerini getirdi. Bekle dedi dostuna. Bir zaman sessiz, gözleri ötelere bakıyormuş gibi hülyalı, dalgın kaldı. Yazıyı istifliyordu zihninde. Onu muhayyilesinde görmeden yazamıyordu. Açıkgözle düş gören veliler gibi Halim efendi de yazıyı hayalinde gördükten istifledikten ve orantıladıktan sonra kağıdı koydu masaya. Pergelle bir daire çizdi.
Ortasına daha küçük bir daire çizdi. İki daire arasındaki boşluğa baktı. Oraya yerleşecekti yazı. Kamışı aldı, dairenin sağ altından başladı. Kağıdı sol eliyle çeviriyor sağ elindeki kamışı kaydırıp sürüklüyordu. Başladığı noktaya sülüs hattıyla ulaştı. Dairevi istifte Halim efendinin kalemi mevlevi meczuplar gibi dönüyordu. Hattat zerrelerin hareketine yatkın bir ritimle çiziyordu. Kubbe yazılarını provasız bir çırpıda kağıda çizen Halim efendiyi sık sık düşünde görüyordu Hattat. Hiç hattı çalışma masasının karşısında duvara asılı dururdu. Bazen televizyondaki bir filmi seyrederken dalar başını gizli bir el hiç’e
çevirirdi. Sesler kesilir hattın dışındaki herşey silinir sadece hiç’i görür, Halim efendinin kamışı tutan parmaklarındaki deverana bakardı. Yazı harekesiz de olsa hareketliydi ve hattatın parmaklarının üzerinde bir el işlerdi.
O’nun eli tüm ellerin üzerindedir’i yazıyordu Halim efendi bir kez düşünde. Kendisini görmüyordu. Parmaklarını izliyordu. Oradan kamışa oradan çizgilere geçiyor ve çizdiği şeyi yaşayan bu elin kendi eli olmaktan çıktığını O’nun eline dönüştüğünü, herşeyin O’nun varlığıyla varolduğunu, O’nun varlığının yanında aslında varolmadığını, bir gölgeden ibaret olduğunu görüyordu. Bu görüşle uyanıyor terlemiş bi halde bedeni titriyor, içi ürperiyor, sarhoş gibi kendinden geçiyor, tekrar hayata dönmesi saatler sürüyordu. Kimdi? Nereden nasıl gelmişti buraya? Burası neresiydi? Çizgilerin dünyasına nasıl girmişti?
Liseyi bitirip elinde urganla sağlamlaştırılmış eski bir bavul İlim Yayma Cemiyeti’ne geldiği günü hatırladı. Nohut püresiyle yaptığı içli köfteleri pak- etleyip yolda yemesi için bir poşetle koltuğuna sıkıştıran annesinin yüzünü hatırladı. Annesi kendini bildiğinden beri hastaydı. Bel fıtığı kronikleşmiş, bacağının biri uyuşmuş keçeleşmişti, şekeri vardı, böbreklerinden biri tembeldi ikisi düşük dokuz çocuğu taşımıştı rahminde sonra alınmıştı ameli- yatla. Kan durmayınca şekeri farkedilmiş ölümden dönmüştü. Hattat anne- sinin döndüğü ölümü hiç sözcüğüyle resmedebileceğini o zamandan beri düşünüyordu. Ölüm hiçlik değildi ama hiç ölüm gibiydi. Yani bildiğini sandığı herşeyin ölümü. Gördüğü ve dokunduğu şeylerin. Şeylerin dokunulsun dokunulmasın görülsün görülmesin hiç hükmünde olduğunu hissediyordu.
Bu yüzden birine dokunabileceğini sanmıyordu. Bu yüzden çocukluk aşkı Meryem’in düğününde bir şey hissetmemiş, orada öylece donuk, kaskatı durmuştu. Bu yüzden sınıfta gözlerine giren tek hayal olan Sevim’le hiç konuşmamış, onunla ilgilendiğini, içinde bir yerde onun hayali olduğunu bir kez olsun söylememiş, onunla zaman zaman hat çalışırken düşlediği halde çınaraltında çay içerken geldiğinde buyur etmemişti. Sevim’in ailesi
Yanya göçmeniydi, Bursa’da oturuyorlardı. Babasının emprime baskı, boya ve iplik fabrikası vardı. Kestane dalgalı saçları, hafif rujlu, etli dudakları, yeşil mavi seçemediği denizrengi gözleri, okşayıcı, yatıştırıcı belki kışkırtıcı sesi, topuklarının yeri öpüşüyle çıkan şık seslerden sınıfa girmekte olduğu anlaşılan edalı alımlı yürüyüşüyle sınıfın gözdesiydi. Yanında yöresinde dolaşırdı delikanlılar. Hiç şansı olmadığını düşündüğünden mi çekingen davranmıştı? Geçici uçucu bir heves miydi? Öyle olsa sık sık rüyalarına girmezdi. Kendisini okula çeken şeyin o olmaması gerekirdi. Göreceği zaman kalbi küt küt atmaz gördüğünde duracakmış gibi vurmazdı. Dizlerinin bağı çözülmezdi. Bir şey sorduğunda gözlerine bakmaktan korkmazdı. Kaçamak bakışlarla izlemezdi. Bazen içi yağ gibi erimezdi. Sevim’le arasında olabilecekleri düşlemezdi. Bu düşlemelerden bıkardı. Şeyh Galib’in yaşamöyküsünü okuduğunda ağlamazdı.
Ey nihal-i işve bir nevres-fidanımsın benim diye başlayan, gizlesem de aşikar etsem de canımsın benim diye biten belki bitmeyen bu yüzden derde düşen bir daha kalkamayan otuzbeşi henüz geçmiş bir divan bir güzellik ve aşk yazmış bu adamı deviren şeyin kendisine de bulaştığını sanmazdı. Bu yüzden masadaki kamış ve kağıtların, mürekkep ve divitlerin, sehpadaki küllüğün, mutfaktaki tekkapılı eski buzdolabının kendisine ait olmadığını, nesnelerin de kendi başlarına varolduğunu bu yüzden hiç olduğunu düşünüyor bu yüzden evlenmek istemiyor ev veya araba almak, hukuk bürosu açmak, kağıda
küreğe boğulmak, markalı giysiler giyinmek, ayakkabılar takınmak saçma geliyordu. Saçmaya kafayoran hiççi yazarları bu yüzden seviyordu. Onlara yakınlaştıkça nesnelerden uzaklaşıyor uzaklaştıkça dokunmanın ağırlığını yükleniyor böylece kabuğunu döktüğünü özden ibaret kaldığını gerçekten varolduğunu varlığın yokluktan geçtiğini farkediyordu. Bunu uzaktan uzağa farkediyordu sadece. Sabit fikir halinde beynine yerleşen bu düşünceyle dolmuştu. Yaşadığı sokak/mahallede kentte ve ülkede olup bitenlerle ilg- ilenmiyor, masaya oturup kamışı yonttuğunda ve ucunu kesip mürekkebe batırarak kağıda dokunduğunda yaşadığını hissediyor, aradabir vakit namazlarına giderken geçtiği sokaklardaki, çarşıdaki, Fatih camiinin avlu- sundaki kalabalıkta kimseye görünmeyen, kimseyi görmeyen soyut bir şey gibi oluyordu. Annesinden babası gibi korkmuyordu ama özgürlüğünü mü yalnızlığını mı birşeyini tehdit ettiğini düşünerek ürküyordu. Eskiden rama- zanda olmasa da kurbanda mutlaka ziyaretine giderken son üç senedir
bunu yapmıyor, telefonda yavrum burnumda tütüyorsun diye başlayınca sözü değiştirip telefonu kapamanın yolunu arıyordu. Kardeşlerini annesini amca
ve dayılarını yabancıymış gibi hissediyor varlıklarını düşünüyor ama hayali
bir bağla bağlı olduğunu sanıyordu. Köyüne Güneydoğudan gelmiş azaplarına izafeten Azaplı demişlerdi. Pamuk zamanı yeni ırgatlar gelir, çadır kurarlar,
gün boyu tarlada çalışır akşam hoyrat söyler, kartol közlerlerdi. Baktı harfler avcunda büzülüp kalmıştı. İşte dedi onu elimde tutuyorum artık. Harfler
griydi. Açtı avcunu küllüğe uzandı öteki eliyle süpürdü. Birer ikişer dökül-
düler. Beli tutulmuştu, başında ağırlık vardı. Pencereye gitti, perdeyi araladı. Kuşbakışı baktı. Bir şey göremedi. Kış bakışı baktı donuk bir hayat gördü.
Kas bakışı baktı şiddetli bir hayat gördü. Kurt bakışı baktı siyah beyaz
gördü. Koç bakışı baktı ot gibi bir yaşam gördü. Körbakışı baktı beyaz gördü. Kembakışı baktı siyah gördü. Külbakışı baktı gri gördü. Kelbakışı baktı kılsız
bir yaşam gördü. Kilbakışı baktı sarı bir yaşam gördü. Küfbakışı baktı güz gördü. Köybakışı baktı somun gördü. Kurbakışı baktı eşcinsel bir yaşam gördü. Kılbakışı baktı kel bir yaşam gördü. Eklerden bıkmıştı. Öneksiz baktı tuhaf bir telaş gördü. Herkes koşuşturuyordu. Birileri bir yerden bir yere birşeyleri getirip götürüyor birşeyleri bağırıp çağırıyordu. Şehrin sesleri çoğalmıştı. Gerneşti, belini tutarak geri kaykıldı. Tuvalete gidip döndü. Çaydanlığın altını yaktı. Çalışma masasını toparladı. Kartonları, pelür kağıtları, kamışları ve mürekkep kabını yerleştirdi. Oturmadan odadaki dağınıklığa baktı. Fatih’in ara sokakları gibiydi. Temizliğe girişti. Banyodaki mavi naylon çamaşır leğenine su ve deterjan koydu. Temizlik bezini yıkadı attı içine.
Ortalığı topladı önce, pencere eşiğinden başlayarak kapıya kadar sildi süpürdü herşeyi. Mutfağa gitti sonra, giderken kaynayan suyla yeni çay demledi.
Birkaç günlük bulaşık vardı tezgahta. Tezgah mozaikti. Zor temizleniyordu. Artıkları sıyırdı, kapları ısıttığı suyla yumuşattı önce. Deterjanla ovdu suya tuttu teker teker. Onlar temizlenirken sanki içi arınıyordu. Salak dedi kend- ine. Ara verdi gelip teybin kırık kapağını zorlayarak kapadı düğmeye bastı. Seyreyle güzel kudret-i Mevla neler eyler canan canan diye başladı Erkan Oğur. Alvarlı Mehmet Efe hazretlerinin bu ilahisinin en çok, ‘hem yüzleri dost özleri düşmandan usandım’ dizelerini severdi. Gözleri nemlenirdi dinlerken. İlahiye mutfaktan bağırarak eşlik etti. Sesi ne çirkin ne çatallıydı. Yine de özenle okudu ilahiyi. Bulaşık bitmiş tezgah paklanmıştı. Raftaki rulo bisküviyi aldı, açılan yerini bulamadı uğraştı açamadı pis türk işi dedi baktı ülker ooo antilaik bisküvi dedi tabi ihraç mamulü daha bisküvi yapamıyorsun güzel halkım bıçağın yardımıyla açarken sol işaret parmağında küçük bi delik açtı off dedi attı bisküviyi bıçağı elini suya tuttu salak dedi mikrop tutacak kağıt peçete aradı nereye koymuştum nereye koymuştum gözüne kağıt mendil
ilişti nuh nebiden kalma üzeri toz kaplı sardı parmağını bastırdı bi sızı duydu eyvaah diye ünledi telefonun fişini çekmiştim değil mi gidip taktı ahizeye baktı sesi duydu duyunca efendim dedi ne efendim kim arıyor ne sesi kapadı ahizeyi saçmalıyorum yine diyerek mutfağa döndü salondan hole geçerken sağda atıl duran sehpaya çarptı ayağını uyuştu aman Allahım dedi başladı yine bisküviyi tabağa koyarak döndü tekrar topallıyordu kanepeye yığıldı. Televizyonu açtı pembedizi geçti mavidizi geçti kızıldizi geçti ailedizisi geçti kuzeykıbrıstürkcumhuriyetininkuruluşyıldönümü geçti bebeşampuanı reklamı geçti wimbledon2000 ilk set sonucu ara geçti demek ki hidrojenler artı bir oksitler eksi bir değerindedir bu kuraldan yola çıkarak değerleri değişen elementlerin değerleri bulunur örneğin nitrik asitte...geçti bioenerjiyle tedavi mümkün mü uzmanlar ne diyor dün akşamki haber bülteninde iddialı sözler sarfetti doktor şerafettin avnibey geçti türkpetrolşapkası geçti ally mc beal seni seviyorum tabi tabi sadece doğumgünün olduğu için geldim yalnız olasın diye değil yatakta inanılmaz olduğunu söylediğinden beri bütün heyecanımı kaybettim nee geçti sır kapısı geçti gurbetten sılaya neden böyle bir takım kurma düşüncesi bütün türk arkadaşlarla burada birlik beraberlik olalım diye düşündük geçti başbakanın gündeminde bugün ne var geçti profilo dayanıklı ev aletleri teknoloji seni ezmemeli dünyanı genişletmeli geçti ölmüş bir kadının mektubu kapadı kumandayı sehpaya bıraktı telefon çaldı güçlükle kalktı üçüncü zilde yetişti ses yoktu birkaç kez alo deyip bıraktı tekrar çaldı yine kaldırdı ses yoktu kapadı yine çalınca çekti fişi çayın suyu fokurd- uyordu tüpü kıstı parmağı sızlıyordu kızarmıştı parmaklarıyla kavrayıp sıktı kan ve irin karışımı sıvı aktı ne çabuk dedi oksijenli su aradı bulamadı yok muydu yoksa var sanıyordum gelip oturdu kanepeye bir bardak çay dol- durdu buğusuna baktı üzerindeki tanelere şeker attı eriyişine baktı karıştırdı karışmasına baktı bu şeker de nereye gitti az önce vardı oysa dönüştü mü neye dönüştü nasıl dönüşüyor dönüşme de nedir bu kaşık onu tutan parmaklarım bu bardak içindeki çay içindeki su içindeki çay taneleri bu masa
bu kağıtlar bu kağıtlarda kaybolmuş onyedi sene bu oda bu perde bu pencere bu kilim bu iskemleler bu sehpalar bu sigara yaktı nefeslendi bu duman
az önce varolan sonra çekilen sonra üfürülen sonra kaybolan bu duman
az önce vardılar şimdi onları flu görüyorum onları birer varlık değil birer hayal gibi görüyorum onlar kararıyor gözlerimde flulaşıyorlar şimdi onlara dokunuyorum onlara dokunmak istemiyorum istemeden dokunuyorum var değil gibiler varlar mı yoksa yoksa onları var mı görüyorum varolsunlar mı istiyorum bu parmağım sızlayınca varoluyor sonra alışıyorum kayboluyor yavaş yavaş varlığını yitiriyor varlığı kendinden olmayan bir varlık mı bu telefon neden çaldı neden ses vermedi neden fişini çektim yeter bu kadar
saçmalama diyerek doğruldu yerinden masayı çekti meşk kağıtlarını aldı önce masadaki toz canını sıktı tekrar kalkıp temizlik bezini getirdi silip kuruladı
tekrar oturdu meşk kağıtlarını üstüste düzenli biçimde koydu istifledi mürek- kep çanağını aldı kapağını sıkarak salladı açtı kokladı koklayınca kokunun varlığını duydu duyunca mürekkebin varlığına inandı inanınca bıraktı masaya bırakınca hokka flulaştı demek ki dokunmak yetmiyor koklamak da gerek diye düşündü saçma dedi mürekkebin ve hokkanın zihnimdeki varlığı ile dıştaki varlığı aynı şeyler değil nitekim/bu sözcüğü sevmiyordu kazara kullandığında anlamın buharlaştığını sanıyordu/az sonra kamışla kağıda taşındığında mürekkep dönüşecek ve başka bir düzleme geçecek yeni bir boyut kazanacak evet evet hiç yazacağım ve mürekkep hiçi oluşturan harfle- rin arasında hiçleşecek böylece kendinden geçerek yeniden varolacak. İyi de başlamam gerekiyor kalem kutusunu aldı devirdi koyu kestane sarı alaca kamış kalemler celi yazılar için kullandığı kargılar ıhlamurdan gürgenden yapılmış yazarken kendisini en rahat hissettiği ince boyunlu ucu çatlak çatlağın iki tarafında uçta delikleri bulunan tahta kalemler daha çok nesihte kullandığı ince uçlu uzun yazılar için kullanışlı demir kalemler.... Kalktı. Kalkarken çaydanlığı devirdi tüp söndü sönünce okkalı bi küfür savurdu sözcükler birkaç takla atarak tavana çarptı zemine döküldüler eğildi özenle topladı onları birer birer a’yı aldı ilkin n’yi sonra tekrar a’yı ardından s’yi ı’yı öteki n’yi öteki ı’yı tekrar a’yı v’yi r’yi öteki a’yı d’yi öteki ı’yı öteki n’yi ve sonuncu ı’yı son sözcük yarısında erimişti ağzında dolayısıyla fırlamamıştı havaya yarısı ağzında kalmış yutağına akmıştı boğazını temizledi çemkirdi onları da tükürdü ağzından küfrün de bi edebi olmalı yapılınca tam yapılmalı bu çaydanlığın derdi ne peki ikidir demliyor içemiyorum
nalet olası şimdi...neyse uzatma dedi kendi kendine oldu bi kere. Herşeyi kaldırdı. Tüpü çaydanlığı kilimi. Çayın sıçradığı herşeyi yok etti. Yeniden kurdu herşeyi. Yeniden var etti. İşte dedi ellerini oğuşturarak az sonra çayımız da hazır. Nerede kalmıştık? Nereye gelmiştik ki? Nereye gelmeliydik de nerede kalmalıydık. Nereden başlamıştık evet evet bununla başlamalı nereden başlamıştık? Henüz başlayamadık. Yok yok başladık. Nasıl yani? Şöyle ki/İşte sevmediği bir sözcük daha. Neyle ki? Eee devam et. Şöyle ki, hiç yazacaktık. Ne yazacaktık? Hiç yazacaktık? Ne hiçi? Hiç hiçi. Hiçin hiçini mi? Hayır sadece hiç? Hiç sadece değil midir zaten? Değildir. Hiç birşeyle olursa hiç olur mu? Anlamadım. Hiç diyorum biriyle olunca hiç olur mu? Olmaz tabi. Öyleyse? Sade hiç. Olmuyor. Hiç. Yani sadesiz sadecesiz hiç.
Peki. Nerede kalmıştık? Nerede kaldığımızı düşünüyorduk. Bi yerde kalmamız mı gerekiyordu? Hayır. Neden? Hayır değil öyleyse. Eee? Evet yani. O
neden? Bilmem. Niçin? Nerede kaldığımızı düşündüğümüzü tartışırken bi yerde kalmamız gerektiğini konuşuyorduk.
Hiçteyiz hiçte. Evet evet hiçte. Hiç. Hi. H................................bir boşlukta.











.......boşlukta













b o ş ş ş ş



































b o m b o ş ş ş ş






Hiççççç’teyiz. Üç harfte. Üç harfin içinde. Arasında bi yerde. çiH. Çevir. çei he. He i çe
İçiçe. Hayır hayır. İ çe çe. Değil. Hi çe çe. Değiiil. Çe hi hi. I ıh. çiiiHeee.
At bunları. Üç harfi yeniden al. Önce güzel bir he al. Aldın mı? Aldım. Güzel, şimdi bir ye al. Ye mi? Evet ye. Arap alfabesinde sesli harf bunlardır sersem. Peki bir de ye alalım bakalım. Aldın mı? Aldım. Şimdi bir de çe al bakayım.
Ama arapçada çe yok ki. Salak biliyoruz ama hiç olması için gerekli.
Tamam hiç olmasa bunu da alalım. Aldın mı? Aldım. Verdin mi? Ne vermesi? Üfff lafın gelişi yani. Ne lafı ne gelişi? Yahu tamam işte şimdi aldığın bu üç harfi yanyana getir bakayım.
Getirdim. Noldu? Hyç. Yahu ye değil i. Tamam ye değil i. Getirdin mi? Neyi? Ananın hörekesini. Rahmetli olmuş bi kadını karıştırma bu işe terbiyeli ol. Tamam tamam özür dilerim kabalık ettim. Ne ettin? Kabalık. Kaba’nın bir de lık’ı mı var? Evet herşeyin bir ılığı olduğu gibi kemiğin iliği gibi mesela kaba’nın da lık’ı vardır. Peki babanın? Ne babası? Baba demedim babalık dedim. Baba-olmak veya babalık genellikle bir kavram türünü açıklamak için verilen bir örnektir. Cenk’in Cem’in babası olduğunu varsayalım. Zenginlik
veya güçlülük gibi niteliklerin aksine babalık fiilen varolan bir nitelik değildir. Burada Cenk bir babadır önermesine karşılık gelen ve gerçekten varolan, kişi olarak Cenk’ten başkası değildir. Baba olma kavramı Cenk’in başka bir kişiyle Cem’le arasındaki özel ilişkiden alınmıştır. Yani kavram Cenk’in somut kişisel varlığından soyutlanmıştır. Fakat bizahitihi bu husus bize ilişkinin gerçek ve fiili bir olgu olduğunu söylemektedir. Zihindışı dünyada somut ve fiili bir şey yani başka bir insanla fiili bir ilişkiye sahip olan gerçek bir insan bulunmakta. Babalık aklın fiilen varolan bir insanın Cenk’in içerisinde bulunduğu durumu gözlemleyerek çıkarsadığı soyut bir kavramdır.
Anladım yani demek istiyorsun ki...Bırak ne demek istediğimi şu harfleri sırala sen. Sıralıyorum he i çe. Hayır hayır sadece harfleri. H i ç gibi mi? Evet tam da böyle. Şimdi oku bakayım. Hiç.
Güzel, bir daha oku. Hiç. Bir daha.Hiç. Bir daha. Hiç. Bir daha. Hiç. Beş defa.....On defa..........Ne duydun? Hiiç. Nasıl yani, ses gelmedi mi sözcük- ten? Ne sesi? Kelimenin iç sesi. Yav ses benden çıkıyor kelimeden ses mi çıkarmış? Ses çıkana kadar söylemeye devam et sen bana müsaade...Nereye gidiyorsun beni bu harflerle yalnız bırakma, eyvah ne yapacağım şimdi ben? Hiç yazacağım. Hiç mi? Acele mi ediyorum yoksa? Hiç yazmak için daha ne kadar bekleyeceğim? Beklemeli miyim? Başlarken onyediyıl önce
bugün gelecek ve hiç yazacağımı düşünmemiştim. Belki başta yazmalıydım. Bitirdiğimde de yani varolmanın temel koşulu olan ölümle yaşama geçeceğim anda hiç yazmak üzere geldiğimi anlayacağım. Öyleyse yaşamım hiç yazmakla geçmeliydi. Sadece hiç yazmalıydım. Yazdıklarım yaşadıklarım bu üç harfin içindeydi. Bunu yola çıktığımda anlamalıydım. Şimdi hiçe başlarken yaşamımın sıradanlık içinde varlığı gizli kalmış bir vehimden bir kuruntudanbaşkabişey olmadığını düşünüyorum.
Oturdu kanepeye, boş kağıtları aldı eline. Baktı. Boş. Daha dikkatli baktı boşluktu işte. Beyazdı çizgisizdi noktasızdı. Buldum dedi evet noktasız. Nokta özdür evlat demişti Hamid. Noktayla başladı herşey. Önce nokta vardı.
Zaman mekan ve insandan önce nokta vardı. Herşey noktadan doğdu. Nokta büyüdü elif oldu. Eliften yirmidört harf doğdu. Harfler arasındaki
birleşme ihtimallerinin sonsuzluğu noktadan geliyordu. Eni boyu yazının harf boyutuna eşit bir kareydi. Hangi türde yazılırsa yazılsın tek tek her harfin baş gövde kuyruk gibi bölümlerinin uzunluğu burun kaş gibi kıvrımlı yerlerinin açıklığı üstüste ve yanyana konan noktalarla belirleniyordu. Harfin genişliği yüksekliği ve boyu kalınlığıyla orantılıydı. Noktayla başlamalı dedi Hattat.
Bir nokta koydu hazırlığına. Kalktı. Hırkasını giyindi. Çıktı. Bakkaldan gazete
ve sigara aldı. Hocam Sefa bey sordu sizi dedi adam. Sefa bey bakkalın karşısındaki hatmeraklısı eczacıydı. Kapalı galiba dedi Hattat. Hocam bugün pazar dedi Bakkal. Doğru ya dedi belli belirsiz. Parasının üstünü aldı, iyi günler diyerek çıktı. Pazar mı? Ne zaman Pazar oldu? Demek ki dün cumar- tesiydi. Doğru ya pazar kurulmuştu. Cumartesileri kuruluyordu. Kurulup kurulup kaldırılıyor herşey diye düşünürken köşeyi dönüyordu ki acelesi olan bir delikanlı çarptı hoop hemşo diye bağırdı döndü kızgın bir bakış fırlattı. Afedersiniz dedi Hattat. Hasta mısın nesin be diyerek uzaklaştı genç adam.
Gazetenin en azından başlıklarını okumak istiyordu ama bu kalabalıkta çukurlu engebeli direkli kazıklı yolda önüne bakarak yürümesi bile güçken...boşver dedi. Ne alacaktım? Hah portakal alıcam, türk kahvesi, kır pidesi, minare gölgesi...başlama yine dedi içindeki sese. İrcica’nın toplantısı bugündü galiba tabi tabi pazar günü talik sergisi onu da boşver dedi farkında olmadan karagümrük’e uzamıştı ensesi terlemişti eliyle silmeğe çalıştı saçı kestirsem mi acaba aman boşver şimdi çekilmez bu adam dönmeli bozacının yanındaki pideciye oradan eve endi’ye mi gitsem bim’e mi ne farkeder alacağın bi kahve belki birkaç şey daha alırım birileri sanki kendisine bakıyordu gözetleniyordu sanki yine o tuhaf duygu bunu kaç zamandır yaşıyordu dışarı çıkmasını bekliyor ve izliyorlar işi gücü izleme olan birileri yaşıyor bu kentte bu kente ilk geldiğinde izlenen değil izleyen gibi hissettiği anlar olmuştu kendisini sonra kentle ilişkisi hiç olmamış gibi geçen birkaç yıl yaşamıştı bu yıllarda bazen çorluluya bazen ilesama uğrar okul çıkışında Hamid hocadan gördüklerini ve dinlediklerini orada sindirmeye çalışır gibi çay içer insanların arasında ıhlamur ağacına bakan asmanın altında yalnız otururdu. Karagümrük sınırından döndü yoldaki ilk markete girdi kahve üzüm ekmek ve peynir aldı kır pidesinden vazgeçerek eve yöneldi sokağı geçtiğini neden sonra farketti daha önce hiç görmediği bir mescidin önünden geçerken kendisine bakan birkaç yaşlıya selam verdi ve aleykümselam hocam diye ünlediler hocam mı ne hocası. Dış kapıya soktuğu anahtarın yanlış olduğunu anlaması da hayli sürdü. Bunu hep yapıyordu önceki evin anahtarını almıştı yine. Kapıcı ziline bastı. Diyafondan karısının sesi duyuldu. Benim yenge bi zahmet dış kapıyı açar mısınız anahtarı içerde unutmuşum. Otomat tıklayınca itip girdi. Daire kapısına geldiğinde çilingirden başka çaresinin olmadığını anladı. Kapının eşiğindeki zarfı aldı açtı burs çeki gelmişti. Rahat bi soluk aldı.
Masaya oturduğunda gün bitmiş güneş ışıklarını yeryüzünden toplamış kıyametteki gibi dürülmüş, karanlık örtüsünü sermişti varlıkların üzerine. Karanlık serilince varlıkların varoluşu tartışmalı hale geliyordu. Gece ile gündüzü hiçbir zaman bir günün iki parçası veya devamı gibi görmüyordu Hattat. Gece ayrı bir alem gündüz ayrı bir devrandı ona göre. Gece olunca kurtadam olmuyordu ama kendisini farklı bir insan olarak buluveriyordu.
Ellerini yıkarken daha rahat dokunuyor, sigarayı uzun süre dudakları arasında tutabiliyor, yudumladığı çayın tadını alıyor paslı aynada yüzüne bakabiliyor traş olduktan sonra defalarca yüzüne su çarpıyor içinde bi kıpırtı oluyor giderek güçleniyor yazmak istiyor parmakları kırılana boynu ağrıyana değin yazıyor yazdıkça harflerin dünyasına geçebiliyor geçince asıl hayatın orada olduğunu görüyor orada kendisini harflerin cisimlerini giymiş bir halde bulabiliyor kendisini bulabiliyordu. Bu buluşların giderek sıklaşması ve yoğunlaşması öteki yaşamındaki yokluğun erimesinden duyduğu acıyı hafifletiyordu. Oradaydı asıl yaşamı. Orada soluk alıp veriyor. Orada acıdan tatlıdan uzaklaşıyordu. Harfilikten söz ederdi sık sık Hamid. Şimdi anlıyordu. Bunu bir gün elif yazdığında ama gerçekten yazdığında göreceksin evlat demişti. Zaman hareketti işte, beyaz boş kağıda mürekkebin nokta biçiminde konması, oradan elifin çıkmasıydı. Eylemin özüydü nokta. Onunla hareketleni- yordu. Sağdan sola yazıyor böylece göğsünün sol yanındaki kalbe doğru hareketleniyordu. Noktayla olan başlıyordu. Olan bir anda olup biten değildi. Özüyle, içiyle, iç denilen ne ise o olan şeyle ilişkisini ancak noktayla kurabildiğine göre demek ki varoluyordu. Artık noktaya hazırdı. Çayı hazırdı. Küllüğü temizdi masanın ucundaydı. Kamışlar kargılar kalemler hazırdı mürekkep bekliyordu nun’un içinde kaleme ve onunla yazılana andolsun diyerek uzandı kamışa. Önce kaleme sonra yazılana. Kalemin önceliği yazının sonralığında insanın kalem oluşuna mı ima vardı? Emin değildi ama yazarken kendisi olmaktan çıktığında kalemin bizzat kendisi olduğunu hisseder önce kaleme derdi. Önce kaleme sonra yazılana yemin edelim. Kalem de yemin etsin. Yeminimizden dönmemenin belirtisi olarak yazalım. Yazı bir gösteren ve belirtendir. Kalın olanını seçti. Aldı, dokunduğunu hissetti. Yıllarını
çölde geçirmiş suya susamış bir çaresizin suya dokunması gibi, sevgilinin dudaklarına işaret parmağının ucuyla dokunur gibi dokunmuştu kaleme.
Tenine değen şeyin varlığıydı bu. Pencere açıktı ama şehrin seslerini duymuy- ordu. Perde çekikti lakin dışardan vuran ışıktan çok daha fazlasını görüyordu kağıtta. Bir kağıt vardı bir mürekkep bir kalem. Kalemin ağzını sildi. Tekrar batırdı. Bir nokta yazdı. Durdu kalbine bakıyor gibi baktı. Kalbi bir yapraktı üzerinde noktadan başka bir şey yoktu. Bir nokta daha yazdı. Ne yapabilirim ki bana bundan başka bir şey öğretilmedi dedi. Kağıt mürekkebi yaymıyordu.
İki nokta yanyana yazdı. Eylemin kendisinden çok elifi yaratan böylece tüm harfleri üreten bir belirti. Üç nokta yazdı sonra. Sigara yaktı. Noktalara baktı. Üç ayrı nokta. Birbirinin hem aynı hem gayrı. Kalktı. Odada dolaştı bir zaman. Yere uzandı. Ellerini başının altında kavuşturdu. Tavana çivilendi gözleri. Harfler belirdi. Mürekkebin işaretleriydiler. Hangi harf mürekkeple boyanmıyordu ki. Harflerin boyası bir hayaldi.Özleri mürekkebin gizeminde gizliydi. Onun belirtisi diye fısıldadı, onun işaretleri. Çünkü o harflerden önce
de vardı. Yerde hareketsiz öylece kaldı bir zaman. Kalktı sonra masaya geçti. Mürekkebe batırdı kamışı. Görünseler de gizli midir harfler...Bu kez elif yazdı. Sonra be yazdı. Elifle be’nin konuştuğunu düşündü.Yani konuşsalardı birbirine ne söylerlerdi. Biri özdü öteki ilke. Biri dikeydi öteki yatay. Biri hakimdi öteki mahkum. Öyle sanıyordu. İnsan kutsal kitapta kutsal kitap fatihada fatiha besmelede besmele be harfinde be harfi ayırdedici bir noktadaydı ayırdedici nokta insandı. İnsan insanın hiçbirşeyi değildi. İnsan vardı ve ondan önce harfler vardı. Harfler vardı ve ondan önce Elif vardı. Elif vardı ve ondan önce nokta vardı. Noktadan önce O vardı. O’ndan önce bir şey yoktu. O’ndan öncesi yoktu. O’ndan sonrası yoktu. Öncesiz sonrasızdı O. Herşey noktadan çıktı. Nokta açıldı elif oldu elif açıldı insan oldu insan açılınca ne oluyordu? Nolacak bu memleketin hali diye bağırıyordu mikrofona eminönündeki adam, arkadan bir başkası uzanıyor itmesene be kardeşim öteki yandan sokuluyor vatandaş aç nerede devlet nolacak bu memleketin...Üç nokta koyunca muhabbet uzayıp giderdi. İyi de ederdi o muhabbeti oraya bırakıp yeniden asli kelimeye noktaya dönmeliydi. Hattat’ın işigücü nokta ileydi. Noktanın sırrını çözen bir hattat gelmedi henüz dünyaya. Dünya yalandı. Nokta gerçek. Bu dilemmayı çözen bir hattat kamışı mürekkebe batmamıştı henüz. Şimdilerde muhafazakar belediyelerin kültür işleri dairesinde üç beş hevesliye işte öyle islami milli filan vakıf veya derneklerin vakıflardan kırkdokuz yıllığına kiraladığı medreselerde yapılıyordu hat kursu. Hattın kursu olmazdı hat gelir insanı bulur ve ayırdedici nokta olduğunu farkedeceği karar kılınmış her faniye çizgilerin büyülü dünyası açılırdı. Açılırdı ya üç beş yılda çizmeyi öğrenip ardından yapacağı hattı nerede nasıl satacağını düşünmeye başlayınca büyü biter hattatın kamışından çizginin gizemi çekilir çeşme kururdu. Çok çizen çok satan çok sergi açan hattatların hattat olmadığını Hamid-i Amid ve onun hasbi çırakları bilirdi. Hattat trajik bir çukura
düştüğünü görüyordu. Neyi seçse acı çekecekti. Has bir hattat olmak sadece çizmek ve başka hiçbirşeyi düşünmemek güzeldi ama işte bu izbe evde çaydanlık devirip hamamböceği saymaktan kurtulamıyordu. Çizmek hep çizmek ve hiçbirşeyi düşünmeyip hiç’i çizmek hiçten geçerek hepe ulaşmaktan söz ederdi ustası. Ustası söz ederdi ya bu hiç de neyinnesiydi. Hep neredeydi nasıl bişeydi hep ki hiçten geçilerek gidilsin bir dolayımdan geçmenin gereğine inanırken bir gün mutlaka bir hiç çizeceğini düşünürken
hiç’in zamanını nasıl tayin edeceğini bilemezken nasıl çizecek niçin geçecekti? Çocukluk ve ilkgençlik alışkanlıklarını birer birer bırakmıştı herşeyi unutmuştu yeni alışkanlık edinemiyordu ne bir tat kalmıştı damağında ne yeni bir hayal gözlerinde öteki’ni yitirmişti başkası cehennem değildi ama cennet veya araf da değildi öteki yoktu savrulmuştu savrulduğunu farkedemeden biryerlere yürümüş gitmişti gidiyordu nereye gittiğini bilmiyordu sadece uyanıyor namaz kılıyor çay demliyor içiyor birkaç bisküvi yiyor ağzında sakız gibi çiğniyor sigara içiyor içince bir tat beliriyor gibi oluyor sonra ağzı kesiliyor gibi oluyor sonra ağzını hissetmiyor sonra yüzünü hep unutuyor gibi oluyor sonra bir şey beliriyor gibi oluyor sonra herşey kararıyor sonra aydınlanıyor sonra ışıyor
sonra sönüyor sonra oturuyor sonra çizmeye başlıyor sonra çiziyor sonra çiziyor sonra çiziyor sonra çiziyordu sonra yoruluyor gibi içi sıkılıyor çizerken daldığı derinlikte çizdiren şey bırakıyor elini orada kalınca uyanır gibi olunca bir acı hissediyor bir cansıkıntısı dayanamıyor sonra kalkıyor ve çizdiğine bak- madan çıkacakken gelip gözucuyla bakıyor sonra nasıl çizdiğini neyi çizdiğini kendisi de anlayamadan dışarı atıyor kendini ve yürüyor ve ruhsıkıntısı ve sokaklardan geçiyor ve bunalıyor ve kaldırımların ne kadar sıkıntılı olduğunu görüyor ve birilerine çarpıyor ve özür diliyor ve unutuyor ve birileri çarpıyor
ve özür dilemiyor ve bakıyor ve görmüyor ve hiçbirşey görmüyor ve çizgiler uçuşuyor gözlerinde ve gözlerinden çocukluğu geçiyor ve çocukluğu geçerken sayfa siliniyor ve sayfada bişey görünmez oluyor ve ben kimim diye soruyor ve bu soruyla hergün karşılaşıyor ve soru selam veriyor ve selamını alıyor ve sizi çıkaramadım diyor ve soru ben de sizi çıkaramadım diyor ve memnun oldum efendim diyor ve ben de diyor ve siz kimsiniz diyor ve ben kimim diyor ve sizin ircica yarışmasında birincilik alan eserinizin reprodüksiyonunu
bi türlü bulamıyorum efendim diyor ve ben de bulamıyorum efendim diyor
ve anlamadım diyor ve ben de efendim ben de hiçbir şey anlamıyorum diyor
ve pis bir koku genzini yakıyor ve midesi bulanıyor ve dalyan balıkçılığın önünden geçiyor ve kuzu bunlar kuzu bunlar diye bağırıyor ve garson çayocağından hızla çıkıyor ve tavşakanıbunlaaar diye bağırıyor ve biri yere tükürüyor ve bakıyor ve görüyor ve havaya mı tükürecektik diyor ve bir kamyonet geçiyor ve hoparlöründen bağırtı yükseliyor ve anlamıyor ve belediye seçimleri oluyor ve dinci aday geçiyor ve ne kadar kinci senin teyzen diyor kızkardeşinin arkadaşı ve kardeşinin düğünü oluyor ve davulzurna
çalıyor ve halay çekiliyor ve kardeşinin arkadaşı kulağına eğiliyor ve ağbin sıkılgan bir insan galiba diyor evet diyor ne iş yapıyor diyor hattat diyor ne tat diyor hat-tat hııımm diyor peki ne yapıyor diye soruyor ve şekil çiziyor diyor ne şekli diyor eski yazı yazıyor diyor kardeşi kadınlar kına yapıyor ve erkekler halay çekiyor ve sokakta yürüyor ve gazete büfesinde duruyor ve bakıyor ve siyasi haberler ve cinai haberler ve ticari haberler ve edebi haberler görüyor ve karınca yuvası gibi kaynıyor harfler ve harflerin kirlendiğini düşünüyor ve baktığı herşey flulaşıyor ve flu görüyor ve flu yürüyor ve caminin avlusuna giriyor ve sağdaki çınar ağacının dibindeki banka oturuyor ve tesbih takke seccade satılıyor ve amme cüzü satılıyor ve mısır satılıyor ve pamuk şekeri satılıyor ve esans yağları satılıyor ve yağlı suratlı bir adam yanındaki çocuğu paylıyarak yürüyor ve şu şişman kadının yanındaki gelini mi acaba ve şu dilenci gerçekten yoksul mu ve bir şey nasıl dilenir kimden diliyor insan harflerle mi diliyor ve boyacı çocuk musallat oluyor ve mendilci çocuk musallat oluyor ve sakızcı çocuk musallat oluyor ve musalla taşında çocuğun altını değiştiriyor kadın ve ölümü görüyor ve ölüm dört harf biçiminde görünüyor ve ölümden korkup korkmadığını düşünüyor biraz korkuyor biraz daha korkuyor biraz korkmuyor gibi oluyor ölünce ölümanındanelerolacak
diye düşünüyor ölümle birlikte neler başlayacak diye düşünüyor gazzaliden okuduklarını hatırlıyor ruh ter şeklinde çıkar diye hatırlıyor yünün içindeki dikenli dalın çekilişi gibi bedenden çekilir diye hatırlıyor kabir azabı diye hatırlıyor unuttuklarını süratle hatırlıyor bunları unutmayın deyişini hatırlıyor unutunca bunlar yokmuş gibi düşünüyor içi dolunca uzunca nefes boşaltıyor kalkmak istiyor kalkınca başı dönüyor dönünce dünya duruyormuş gibi oluyor olunca yürüyor yürüyünce sokağa giriyor girince yanık yağ salça ter sidik işkembe kalın bağırsak içindekiler ince bağırsak çevresindekiler çürümüş domates doğranıp beklemiş soğan henüz ateşten çıkmış susamlı pide evcimen kadın huysuz koca işten yorgun dönen baba torunlarını parkta gezdiren dede onun yalnızlığı teknik üniversitedeki fizik doçenti onun boğaziçi günleri amerika toledodaki doktora öğrenciliği asistan profesörlüğü dönüşü üniversite maaşıyla geçinemediğinden bir demir çelik firmasına girişi dışticaret sorumluluğu dayanamayıp ayrılışı bir pazarlama şirketindeki boşluk günleri eğinin başbağlar köyünde katliamda ölen amcası kuzenleri onların yetimleri eline bakan kardeşleri kardeşlerinin çocukları kabristandaki ağaca bez bağlayan fısıl fısıl okuyup yüzüne süren teyzeler ayna tarak bali toka pense tornavida jilet yüzü sabunlu erkek resimli traş sabunu don lastiği walkman camsil kitap mandalina elma üzüm armut patates doğrayıcısı jöle korsan kaset kalem pil terlik iç çamaşır filkete iğne takımı üzüm karpuz gece lambası...satan işportacılar bağıran manav çalışanları karadenizli lokantacılar esnaf çaycısında pinekleyen amcalar defterdarlıkta görevli bond çantalı kibirli aceleci yürüyen dayılar yüklüğüne koliler doldurmuş iple kapağını bağlamış içeri yeğenlerini kızkardeşini eşini istiflemiş kartal slx sürücüsü dükkancılar iskenderpaşa cemaati mensubu sakallı mesli lastik ayakkabılı uçkurlu şalvarlı terlikli sarıklı birbirine benzeyen benzemeyen amcalar arasında yürüyor yürüdükçe kendine ait olmayan kendinin ait olmadığı nerede unuttuğu nasıl bulacağı bilinmeyen bir belirsizliğe dalıyor dalınca hisardaki çay bahçesinde doktora tezinin notlarını alan sevgilisini bekleyen ateistnihilist- pozitivist adamı görüyor görünce umarsızlık mı umutsuzluk mu damağındaki acılığın koyulaştığı tadı duyuyor duyunca boğaza bakıyor bakınca karmaşanın örttüğü kusursuz güzellikle tarihin gizlediği camie yöneliyor abdestli olduğunu hatırlıyor hatırladığına göre unutmuş olmalı unutunca yeniden alınmalı diye hatırlıyor üşeniyor giriyor girince camideki hatlara bakıyor bakınca hatlar netleşiyor netleşince gölgeleri beliriyor belirince harflerin gizleri açılıyor açılınca giriyor girince çıkamıyor işin içinden.
Be’nin karnına iki nokta yazdı. Üstüne altına ince çizgiler çekti. Elife lam
ekledi lamelif yaptı. Vazgeçti sonra bir elif bir lam yazdı. Lam’ın içine bir
nokta yerleştirdi. Dikey iki çizgi çekti. Bir nun yazdı sonra. Bir ona bir mürek- kep kabına baktı. Yarım küre. Dünyanın yarısı. Nokta akılla kavranabilen
elifin merkezi gibi mi duruyor? Dairenin çapı noktayla mı belirleniyor? Nun biçiminin kesildiği yani bittiği nokta vehmedilen elifin başı mıdır? Ayağa kalkıp doğrulduğunu varsayalım o zaman elif nunun üzerinde mi duracak? Buradan lam harfi mi doğacak? Nunda önsüzlüğe dair bir şey mi var? Her nun çizdiğinde noktayı iliştirmeden uzun uzun bakar yanına yöresine ince çizgiler çeker sonra noktalar ve Hamid’in insanda ezel gizlidir nun bunu anlatır sözlerini hatırlardı.
Yazarken hep birşeyleri hatırlıyordu. Kendini unutuyordu.
Unuttuğu bir başka şey artık kopya kağıdı kullanmaması gerektiğiydi. Hiç’i provasız çizmeye karar verdi. Pelür kağıtları aldı masadan buruşturup çöp poşetine attı. Yüreğinden kalemine kan çekerek yazan yazarları düşündü.
Hadi canım sen de dedi. Bugünün yazarları mimara benziyordu. Plan projeyle işe koyuluyorlardı. Kurgu diye bir şey vardı sahi. Kurmak. Kurarak yazmak. Kurmadan yazıldığında kamusal bir alan oluşmuyordu romanda. Romanın kamusallaştığı bir ahirzaman. Romanın da ahirindeyiz. Yazarın eylemin de alıcının kendisi olmaktan çıktığı bir zaman. Aman efendim aman galiba ahirzaman diyen şairi düşündü. Gençliğinde metetebeye uğrardı aradabir orada fehmi ağabey olurdu yunustan ve bu şairden okurdu okur okur anlatırdı arada susardı sustuğunda daha güzel anlatırdı ne güzel ağabeyimizdin sen
fehmi ağbi.
Gelelim asli kelimeye. Noktaya. Nokta bitirmenin imi değildi. Başlamanın işareti değildi. Elif be ile konuşunca ne sormuştu? Noktanın gerçeği nereden geliyor? Bütün harfler ve kelimeler noktadan ibarettir. Soru bu cevap bu. Nokta da bu. Bu olunca alıp kağıda yeniden koymak gerekiyordu. Hattat camiden çıkınca tadıma gitti. Tadım bozacıydı ama salep ve hamburger de yapıyordu. Hamburgeri ham yaptı bozayı boca etti midesine doğruca eve
geldi. Gelince her zamanki gibi montunu çıkardı astı ayakkabısını yerdeki gazetenin üzerine bıraktı salona geçti çay demlemek için tüpü yaktı oturdu. Oturdu ve provasız yazacağından beyaz kartonları da kaldırması gerekiyordu. Masada sadece çayla renklendirilmiş açıkkahvemsi karton kalmıştı. Kalın ıhlamur kamış imza için hayır hayır imzasız yazacaktı an filan diye imzalayacaktı evet evet imza için ince uçlu muhtemelen demir kalem de
ayırdı mürekkep oradaydı nun oradaydı güzel he ye ve çe lazımdı onlar içerde biryerdeydi içindeki harfleri çıkaracaktı içinden mi çıkarıyordu yoksa yazarken harfler başka bir dünyadan mı iniyordu kendisi de anlamıyordu. Renkli kağıdı düzeltti. Bismillah dedi. Kamışı aldı mürekkebe batırdı.
Batırdı ve olan oldu. Kalem kalem olmaktan çıktı eli el olmaktan çıktı eli üzerinden gizli bir el yazıyordu yazıyı. Yazılan hiç’ti ama harflerin herbiri ayrı birer varlıktı.
Varlıktı ve ilkin güzel he yazmaya başladı. Güzel he. Güzel bir harf. Yusuf peygambere benzediği rivayet olunuyor. Güzel denilmesi bundan. Çehresiyu- suf da deniyor adına.
Adına ve güzel he’ye başladı Hattat. Kalın kamışın ucundan mürekkep kağıda düştü ve ilk gözünü çizdi güzel he’nin.
Çizdi ve yeniden uzandı mürekkebe. Güzel he hesapta olmayan
bir varlıktı. Mürekkebi ve kağıdı görüyor ve dokunuyordunuz. Güzel he zihindeydi/beyinde/kalpte/dimağda/içerde/herhangibiryerde/mekansızzamansızbiyerde’ydi. Yazılınca doğdu ve varoldu ve varlık kazandı ve göründü. Gözlerini kırpmaksızın birkaç dakika baktı güzel he’ye. Yusuf’a
bakar gibi baktı. Hiçleşmeye başladığını hissediyordu. Tüp yanıyor su kaynıyor ikinci sigarasını aynı anda yakmış küllükte o da yanıyordu. Sigara gibi yanıyordu içi Hattat’ın. Hiçleşmeye başlamıştı.
Başlamıştı ve güzel he’nin ikinci gözünü çizmişti. Güzel he’nin iki gözü vardı. Yusuf gibi. İlkin gözlerini çizmişti Yusuf’un.
Yusuf’un ve yeniden duraksamış gözlerine bakmıştı güzel he’nin. Araf harler- indendi he. Tüm ve olgundu. Toprak ve havadan karılmıştı. Yolun sonunda çıkardı insanın karşısına. Şimdi sessiz bir harf çizecekti ye. Ye ama çizince sessiz. Okununca sesli. İ. He’den sonra i’ye gelmişti sıra.
Ye ateşti suydu. Olgun harflerin üçüncüsüydü. Araf değildi yeri. Yersiz yurtsuz bir harfti.
Bir harfti ve Hattat ye’nin kuyruğunu yok ederek çizdi. İki yerde çizgiyi kırdı kalın kamışın ucunu kağıda bastırarak tek solukta sadece kalemin sürtünmesinden çıkan o tuhaf sesin duyulduğu gerçekte sessizce çizdi.
Çizdi ve he ile ye’nin bitişmesine baktı. Harfler birleştiklerinde değişiyordu. Kendisi kalarak birleşen tek harf elifti. Bu yüzden harflerin aslıydı.
Aslıydı ve Hattat he ile ye’nin birleşik hallerine baktı. Bakınca seslerinin de değiştiğini gördü. Hiçliğe doğru yürüyordu harfler. Hattat hiç’in anlamına sızıyordu.
Sızıyordu ve son harfte hiçin sonundaydı. Kamışı tekrar batırdı mürekkebe. Toprak ve ateşten yapılmış bir harf çizecekti şimdi : çe. Çe cinlerin sevdiği ve ondan türlü sözcükler ürettiği bir harfti.
Harfti ve hattat onu çizip üç noktasını tek bir biçimle imledikten sonra gördü
ki o da başkalaşıyor birleşince.
Şimdi kağıda rumelifenerinde yüksek bir tepedeki kayanın üzerinden denize bakıyor gibi baktı.
Üç harf yokluk denizinin ortasında sandal gibi duruyordu. İçine girilince çoğalıyor büyüyordu.
Büyüyordu ve Hattat hiç’in düzeltiye ihtiyacı olmadığını düşündü. Kenarları ucu bitişme yerleri kusursuzdu.
Kusursuzluk hiç’inki gibiydi işte. Onu yazmış ondan kurtulmuştu. Önceki yazdıklarından farklı birşey vardı bu üç harfte. He i ve çe. Duyduğu konuşulan biçimi. Harflerin sesleri. Evet vet sesleri vardı. İşte okuyunca duyduğu ses.
He i ve çe. Bakıyordu şimdi. Baktığında gördüğü biçimleri vardı. Ayrı ayrı ve bitişirkenki biçimleri. Bir de yüreğindeki manevi halleri vardı. Evet evet harflerin bir de kalbindeki içsel anlamları vardı. Onu çizmişti Hattat. Onu çiz- ince mi olmuştu bütün bunlar? Neler olmuştu? Mürekkep silinir gibi olmuştu. Harfler mürekkepsiz de görünmüşlerdi. Sonra üç harf yoktu baktı üç ayrı harf değildi çizdiği. Tek harf vardı kağıtta. Baktı bir daha baktı evet evet tek harf vardı sadece elif vardı kağıtta. Nereye gitti harflerim? Harflerim noldu? Sonra elif de yitti. Nokta kaldı kağıtta. Evet evet baktı bir daha bir daha baktı nokta vardı sadece kağıtta. Nereye gitti elifim? Harfim noldu? Sonra kağıt da yok oldu odası eşyaları dağınıklığı küf kokusu yalnızlığı elektrik lambası duvarları oturuşu kalkışı bakışı da yok oldu nokta kaldı sadece.
Hiç’e bakınca olanlar oldu.
Nokta da kendisine baktı ve ‘varlık yoktur’ dedi.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9