"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

28 Şubat 2012 Salı

ÖZGÜR İRADE ÜZERİNE-RİCHARD SMULLYAN

FANİ: İşte bu nedenle Yüce Tanrım, sana dua ediyorum, belki bu acı çeken zavallı yaratığa merhamet eder de özgür bir iradeye sahip olma günahımı affedersin!

TANRI: Sana verdiğim en büyük hediyeyi red mi ediyorsun?

FANİ: Benim üzerimde bu kadar zorlayıcı etkisi olan bir şeyi nasıl hediye olarak adlandırabilirsin? Özgür bir iradem var, ama bu benim seçimim değil. Ben asla özgür bir iradeye sahip olmayı özgür bir şekilde seçmedim. İstesem de, istemesem de, özgür bir iradeye sahip olmak zorundayım.

TANRI: Neden özgür bir iradeye sahip olmayı istemiyorsun?

FANİ: Çünkü özgür irade, ahlaki sorumluluklar anlamına geliyor ve bu sorumluluklar da benim taşıyamıyacağım kadar ağır!

TANRI: Ahlaki sorumlulukları neden bu kadar dayanılmaz buluyorsun?

FANİ: Neden mi? Dürüstçe söylemem gerekirse bunun nedenini açıklayamıyacağım; bildiğim tek şey böyle olduğu.

TANRI: Pekala, bu durumda seni tüm ahlaki sorumluluklarından kurtarıyorum, ama yine de seni özgür iradenle bırakıyorum. Bu seni memnun eder mi?

FANİ: (Bir süre durakladıktan sonra): Hayır, korkarım ki etmez.

TANRI: İşte, tam düşündüğüm gibi! Öyleyse senin özgür irade kavramında karşı çıktığın şey yalnızca ahlaki sorumluluklar değil. Peki özgür iradede seni rahatsız eden başka ne var?

FANİ: Özgür iradeye sahip olunca günaha girebilirim ve günahkar olmak istemiyorum!

TANRI: Eğer günahkar olmak istemiyorsan neden olasın?

FANİ: Yüce Tanrım! Neden günaha girdiğimi bilmiyorum, yalnızca günaha giriyorum! Şeytan beni günaha teşvik ediyor ve ne kadar çabalarsam çabalayayım, buna karşı direnemiyorum.

TANRI: Eğer ona karşı gerçekten dayanamadığın doğruysa, o halde kendi özgür iradenle günaha girmiyorsun ve bu nedenle de (en azından bana göre) günaha girmiş olmuyorsun.

FANİ: Hayır, hayır! Ben yalnızca, eğer daha fazla çabalarsam günaha girmekten uzak durabileceğimi hissediyorum. İradenin sınırsız olduğunu biliyorum. Eğer insan tüm kalbiyle günaha girmemek için iradesini kullanırsa, o zaman günaha girmez.

TANRI: Peki günaha girmemek için elinden geldiğince çabalıyor musun?

FANİ: Dürüst olmam gerekirse, bilmiyorum! Bazen elimden geldiğince çabaladığımı hissediyorum, ama geçmişe baktığında yeterince çabalamamış olmaktan endişeleniyorum.

TANRI: O zaman başka sözcüklerle ifade edersek, günaha girip girmediğini bilmiyorsun. O zaman hiç günaha girmemiş olma olasılığın da var!

FANİ: Tabii ki böyle bir olasılık var, ama belki de günaha girdim ve bu düşünce de beni korkutuyor!

TANRI: Neden günaha girmiş olabileceğin düşüncesi seni korkutuyor?

FANİ: Emin değilim, ama bir nedeni, ölümden sonra günahlar için korkunç bir ceza vereceğinin söylenmesi.

TANRI: Hay Allah, demek ki seni rahatsız eden şey bu! O halde neden bunu doğrudan söylemek yerine konuyla ilgili olmayan özgür irade ve sorumluluk gibi kavramlardan bahsediyorsun? Neden basitçe benden, seni günahların için cezalandırmamamı istemiyorsun?

FANİ: Böyle bir isteği kabul etmiyeceğini bilecek kadar gerçekçiyim.

TANRI: Böyle düşünüyorsun öyle mi? Pekala, şimdi sana ne yapacağımı söyleyeyim; Seni günahlarından tümüyle muaf tutuyorum ve sana, seni günahlarından dolayı cezalandırmayacağıma dair kutsal onurum adına söz veriyorum. Anlaştık mı?

FANİ: (Büyük bir korkuyla) Hayır, hayır, ne olur bunu yapma!

TANRI: Neden? Benim kutsal sözüme güvenmiyor musun?

FANİ: Tabii ki güveniyorum. Ama anlamıyor musun, günaha girmek istemiyorum! Günaha girmekten nefret ediyorum! Bu, günaha verilecek herhangi bir cezadan tümüyle farklı bir şey.

TANRI: Bu durumda senin için daha iyi birşey yapacağım; günaha girme nefretini senin içinden atacağım. İşte sihirli hap! Yalnızca bunu yutman yeterli, böylece günaha girme nefretini yitireceksin. Zevkle ve neşeyle günaha girecek, hiçbir pişmanlık, hiçbir nefret duymayacaksın ve gene de ne benim tarafımdan, ne kendin, ne de başka biri tarafından cezalandırılmayacaksın. Sonsuza dek neşe dolu olacaksın... İşte hap burada.

FANİ: Hayır, hayır!

TANRI: Mantıksız davranmıyor musun? Senin için en son engel olan günaha karşı duyduğun nefreti bile ortadan kaldırıyorum.

FANİ: Gene de bu hapı yutmayacağım.

TANRI: Neden?

FANİ: Bu hapın, benim gelecekte günaha karşı duyacağım nefreti ortadan kaldıracağını biliyorum, ama şu anki nefretim beni bu hapı yutmaktan alıkoyacak kadar güçlü.

TANRI: Sana bu hapı içmeni emrediyorum!

FANİ: Reddediyorum!

TANRI: Ne? Kendi özgür iradenle mi reddediyorsun?

FANİ: Evet!

TANRI: Yani özgür iraden epeyi işe yarıyor, öyle değil mi?

FANİ: Anlayamıyorum.

TANRI: Böyle korkunç bir teklifi reddedecek özgür bir iradeye sahip olduğun için memnun değil misin? Bunu isteyip istemediğine aldırmadan eğer seni bu hapı içmeye zorlasam, bundan hoşanır mısın?

FANİ: Hayır! Ne olur bunu yapma!

TANRI: Tabii ki yapmayacağım; sadece bir noktayı anlamanı sağlamaya çalışıyorum. Pekala, bunu sana başka bir şekilde anlatayım. Seni bu hapı yutmaya zorlamak yerine, özgür iradenin ortadan kaldırılması için ettiğin duayı kabul ettiğimi düşün; o zaman artık özgür iraden olmadığı için bu hapı yutacaksın.

FANİ: Ama özgür iradem gidince, bu hapı yutmayı nasıl seçebilirim ki?

TANRI: Sana bunu seçeceğini söylemedim; sana yalnızca bu hapı yutacağını söyledim. Bu durumda gerekircilik (deterministik) kurallarına uygun olarak hareket edecek ve bu hapı yutacaksın.

FANİ: Halen bunu reddediyorum.

TANRI: O halde özgür iradeni ortadan kaldırma önerimi reddediyorsun. Bu, senin ilk duandan oldukça farklı, öyle değil mi?

FANİ: Şimdi ne anlatmaya çalıştığını anlıyorum. Öne sürdüğün şey son derece dahice, ama ben bunun doğru olduğuna emin değilim. Bir kez daha konuşmamız gereken birkaç nokta daha var.

TANRI: Tabii.

FANİ: Söylediğin iki şey bana karşıt gibi göründü. İlk olarak bir insanın kendi özgür iradesini kullanmadıkça günaha giremiyeceğini söyledin. Ardından, beni özgür irademden yoksun bırakacak bir hap vereceğini ve o zaman istediğim kadar günaha girebileceğimi söyledin. Fakat eğer özgür iradem olmazsa o zaman nasıl günaha girebilirim?

TANRI: Tartışmamızın iki bağımsız parçasını birbirine karıştırıyorsun. Hapın seni özgür iradeden yoksun bırakacağını söylemedim, yalnızca günaha girmekten duyduğun nefreti ortadan kaldıracağını söyledim.

FANİ: Ne yazık ki biraz aklım karıştı.

TANRI: Pekala, o zaman taze bir başlangıç yapalım. Senin özgür iradeni ortadan kaldırmayı kabul ettiğimi, ama bununla birlikte şimdi günah olarak kabul ettiğin şeyleri yapacak bir anlayış verdiğimi düşün. Teknik açıdan konuşursak, o zaman günaha girmiş olmayacaksın, çünkü bu eylemleri özgür iradenle yapmayacaksın. Ve bu eylemler hiçbir ahlaki sorumluluk, ahlaki suçluluk ya da ceza riski taşımayacak. Yine de bu eylemler senin şu an için günahkarlık olarak nitelediğin şeyler olacak; hepsi de şu an nefret duyduğun özelliklere sahip olacak, ama bu nefretin ortadan kalkacak. Böylece artık bu eylemlere karşı nefret duymayacaksın.

FANİ: Hayır, ama bu eylemlere karşı şu an bir nefret duyuyorum, ve bu nefretim senin bu önerini kabul etmemi engelleyecek kadar güçlü.

TANRI: Hmmm, peki o zaman bu durumu düzelteyim. Seni, artık benden özgür iradeni ortadan kaldırmamı istemez hale getireceğim.

FANİ: (Gönülsüzce) Hayır, sanırım bunu istemiyorum.

TANRI: Pekala, bunu yapmayacağım. Ama halen, artık neden özgür iradenden kurtulmayı istemediğin konusunda yeterince aydınlanamadım. Lütfen bir kez daha anlat.

FANİ: Çünkü, özgür iradem olmadan günaha giremiyeceğimi söyledin. Fakat, eğer şu an özgür iradeden kurtulmayı seçersem, o zaman bundan sonraki tüm kötü eylemlerim günah olacak; bu da gelecekte değil, özgür iradeden kurtulmayı seçtiğim şu anda olacak.

TANRI: Çok kötü bir tuzağa düşmüşsün gibi görünüyor, öyle değil mi?

FANİ: Tabii ki tuzağa düştüm! Beni korkunç bir ikili çıkmazın içine soktun. Şimdi ne yaparsam yapayım, hepsi de yanlış. Eğer özgür iradeye sahip olursam günah işlemeye devam edeceğim ve eğer özgür iradeyi bırakırsam (tabii senin yardımınla), şu an bu seçimimle günaha girmiş olacağım.

TANRI: Ama aynı nedenle sen de beni ikili bir çıkmazın içine soktun. Seni özgür iradeyle bırakmaya ya da eğer istersen özgür iradeni ortadan kaldırmaya istekliyim, ama ikisi de seni memnun etmiyor. Sana yardım etmek istiyorum, ama bu mümkün değil gibi.

FANİ: Doğru.

TANRI: Ama bu benim hatam olmadığına göre neden halen bana kızgınsın?

FANİ: Beni ilk elden böyle kötü bir durum içine soktuğun için.

TANRI: Fakat sana göre, seni tatmin etmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

FANİ: Şu an yapabileceğin tatminkar bir şeyin olmadığını söylemek istiyorsun, ama bu, bir zamanlar beni tatmin edecek bir şeyler yapamayacağın anlamına gelmiyor.

TANRI: Neden? Ne yapabilirdim?

FANİ: Bana özgür bir irade vermeyebilirdin. Oysa bana böyle bir şey verdiğin için artık çok geç. Ama bana bunu vermeyebilirdin.

TANRI: Haa, demek ki bu! Sana özgür bir irade vermemiş olsaydım neden daha iyi olurdu?

FANİ: Çünkü o zaman günaha girmem mümkün olmayacaktı.

TANRI: Eh, daima yaptığım hataları öğrenmekten memnun olurum.

FANİ: Ne?

TANRI: Biliyorum, biliyorum. Bu sana bir tür kendi kendime kafirlik yapmam gibi görünüyor, öyle değil mi? Neredeyse tam bir mantıksal çıkmaz. Bir yandan, sana öğretildiğine göre, herhangi bir akıllı varlığın benim hata yapabileceğimi iddia etmesi ahlaki açıdan yanlış. Diğer yandan istediğim herşeyi yapmaya hakkına sahibim. Ama aynı zamanda ben de akıllı bir varlığım. Bu durumda asıl soru, hata yapabileceğimi iddia etme hakkına sahip miyim, değil miyim?

FANİ: Bu kötü bir şaka. Önermelerinden bir tanesi tümüyle hatalı. Bana herhangi bir akıllı varlığın değil, yalnızca fanilerin senin ilminden şüphelenmesinin yanlış olduğu öğretildi. Ama sen fani olmadığına göre bu uyarıdan açık bir şekilde özgürsün.

TANRI: Güzel, bunu mantıklı bir şekilde farkettin. Gene de "hatalarımı öğrenmekten daima memnun olurum" dediğimde şaşırdın.

FANİ: Tabbi ki şaşırdım. Senin kendine karşı (şaka olarak söylediğin gibi) kafirliğin nedeniyle, ya da gerçekte böyle söyleme hakkın olmadığı gerçeği nedeniyle değil, yalnızca bunu söylediğin için şaşırdım, çünkü bana senin hata yapmadığın öğretildi. Yani, hata yapmanın mümkün olduğunu iddia ettiğin için şaşırdım.

TANRI: Ben bunun mümkün olduğunu iddia etmedim. Söylediğim tek şey, eğer hata yaparsam bunu öğrenmekten memnun olacağımdı. Ama bu, 'eğer'in farkedilip edilmediği, ya da farkedilip edilemiyeceği konusunda hiçbir şey belirtmez.

FANİ: Lütfen bu konu üzerinde konuşmayalım. Bana özgür iradenin verilmesinin bir hata olduğunu kabul ediyor musun, etmiyor musun?

TANRI: Bu, kesinlikle incelememizi önereceğim şeydi. Bir dakika dur da, şu an içinde bulunduğun şu kötü dıurumu bir gözden geçireyim. Özgür bir iradeye sahip olmak istemiyorsun, çünkü özgür bir iradeye sahip olduğında günah işleyebilirsin ve günaha girmek istemiyorsun. (Aslında bunu hala şaşırtıcı birşey olarak gördüğümü söylemeliyim. Bir şekilde günah işlemeyi istemelisin, aksi taktirde niye bu tür eylemleri seçesin ki? Ama şimdilik bun bir kenara bırakalım.) Diğer yanda, eğer özgür iradenden kurtulmayı kabul edersen, o zaman da şu an gelecekteki eylemlerinden sorumlu olacaksın. Bu nedenle sana daha en başından özgür irade vermemeliydim.

FANİ: Kesinlikle!

TANRI: Ne hissettiğini tümüyle biliyorum. Pek çok fani, hatta bazı ilahiyatçılar bile, kendileri değil ben öyle istediğim için özgür iradeye sahip olduklarını ve ardından da onları eylemlerinden sorumlu tuttuğum için haksızlık yaptığımı öne sürerler. Başka sözlerle ifade edersem, benimle daha ilk elden istemeden yaptıkları bir anlaşmaya göre yaşadıklarını hissediyorlar.

FANİ: Kesinlikle öyle.

TANRI: Daha önce de söylediğim gibi, hissettiklerini tümüyle anlıyorum. Ve bu yakınmanın haklılığını takdir ediyorum. Ama yakınmalar, yalnızca gerçek durum gerçekçi bir şekilde anlaşılmadığında doğar. Bunların ne olduğu konusunda seni aydınlatmak üzereyim ve sanıyorum sonuçlar seni şaşırtacak. Ama sana bunu doğrudan doğruya söylemek yerine Sokratesçi bir yöntem uygulamaya devam edeceğim. Tekrarlarsak, sana bir özgür irade vermemiş olmamı arzuluyorsun. Ama iddia ediyorum ki, gerçek nedenleri anladığında bu arzunu artık taşımayacaksın. Savunduğum şeyi kanıtlamak için sana ne yapacağımı söyleyeceğim. Yeni bir evren, yeni bir uzay-zaman dizisi yaratmak üzereyim. Bu yeni evrende tıpkı senin gibi bir fani doğacak; yani bir anlamda senin yeniden doğacağını söyleyebiliriz. Şimdi bu yeni faniye, yani yeni sana özgür bir irade verebilirimde, vermeyebilirim de. Sen hangisini yapmamı istersin?

FANİ: (Büyük bir rahatlamayla) Lütfen onu özgür bir iradeye sahip olmaktan esirge.

TANRI: Pekala, söylediğin gibi yapacağım. Ama bir şeyi farkettin mi? Özgür iradesi olmayan bu yeni sen her tür korkunç eyleme başvuracak.

FANİ: Ama özgür bir iradesi olmadığı için bunlar günah olmayacak.

TANRI: Sen bunu günah olarak adlandırsan da, adlandırmasan da, bu eylemlerin, pek çok varlığa büyük acılar verecek korkunç eylemler olacağı gerçeğini değiştiremezsin.

FANİ: (Bir anlık duraklamanın ardından) Yüce Tanrım, beni yeniden tuzağa düşürdün. Daima aynı oyun. Eğer şimdi senden, özgür iradesi olmayan ve böylece de yaptıkları günah olmayacak olan bu yaratığı yaratmanı istersem, o zaman bu yeni ben gerçekten de bir günahkar olmayacak ama ben, böyle bir seçimde bulunduğum için yine de günaha girmiş olacağım.

TANRI: Bu durumda senin için daha da iyi bir şey yapacağım. Yani bu yeni seni özgür iradeyle yaratıp yaratmayacağıma ben karar vereceğim. Şimdi kararımı şu kağıda yazıyorum ve sana daha sonra göstereceğim. Fakat şu an kararımı verdim ve artık bu karar değiştirilemez. Bu kararda senin hiçbir sorumluluğun yok. Şimdi senden şunu öğrenmek istiyorum; Hangi kararı vermemi isterdin? Şunu unutma, bu kararın sorumluluğu tümüyle benim sırtıma yüklenmiş durumda, senin değil. Bu nedenle korkmadan ve tümüyle dürüst bir şekilde hangi kararı vermiş olmamı istediğini söyleyebilirsin.

FANİ: (Uzun bir sessizliğin ardından) Ona özgür irade vermiş olmanı umut ediyorum.

TANRI: Çok ilginç! Senin için son engeli de ortadan kaldırdım. Eğer ona özgür bir irade vermezsem, o zaman ne sen, ne de o hiçbir günahın sorumluluğunu üstlenmeyeceksiniz. Öyleyse neden ona özgür irade vermiş olmamı umuyorsun?

FANİ: Çünkü günaha girmiş olsa da, olmasa da, eğer sen ona özgür bir irade vermediysen, o zaman insanlara zarar verecek ve ben de insanların acı çektiklerini görmek istemiyorum.

TANRI: (Büyük bir rahatlamayla) En sonunda! En sonunda doğru noktayı gördün.

FANİ: Peki bu doğru nokta ne?

TANRI: Asıl meselenin günaha girmek olmadığı. Önemli olan, insanların ve diğer tüm canlıların acı çekmemeleri.

FANİ: Tıpkı bir faydacı gibi konuştun.

TANRI: Ben zaten bir faydacıyım.

FANİ: Ne?

TANRI: Evet biliyorum, dini eğitimin sana bunun tam tersini öğretti. Sen büyük bir olasılıkla beni faydacı olarak düşünmek yerine Kantçı olarak düşünüyordun; ama ne yazık ki aldığın eğitim yanlıştı.

FANİ: Söyleyecek bir şey bulamıyorum.

TANRI: Söyleyecek bir şey bulamıyorsun, öyle mi? Belki de bu, o kadar da kötü değil; çünkü gereğinden çok konuşma eğilimindesin. Söyle bakalım, sence daha en başından niçin sana özgür bir irade verdim?

FANİ: Neden mi? Neden böyle bir şey yaptığın konusunda pek düşünmedim. Fakat neden böyle yaptın? Sanırım bu konuda düşünebileceğim tek şey alışıldık dini yorumlar: Özgür irade olmayınca insan, kurtuluşu da, laneti de hak edemez. Bu nedenle eğer insanın özgür iradesi olmazsa sonsuz yaşam hakkını kazanamaz.

TANRI: Son derece ilginç! Benim sonsuz bir yaşamım var, peki bu yaşamı haketmek için bir şey yaptığımı düşünüyor musun?

FANİ: Tabii ki hayır. Senin için durum farklı. Sen zaten o kadar iyi ve mükemmelsin ki, sonsuz yaşama hak kazanmana gerek yok.

TANRI: Gerçekten mi? Bu beni oldukça imrenilen bir duruma getiriyor, öyle değil mi?

FANİ: Seni anladığımı sanmıyorum.

TANRI: Ben sonsuza dek mutluyum, acıdan, kendimi adamaktan, kötü arzularıma karşı çabalayıp durmaktan, ya da bu gibi şeylerden tümüyle özgürüm. Bu tür durumlardan tümüyle özgür ve mutlu bir şekilde sonsuz yaşamımın tadını çıkarıyorum. Oysa zavallı ölümlülerin alınteri dökmeleri, acı çekmeleri ve ahlakla ilgili her tür korkunç çatışmayla uğraşmaları gerekmekte. Ve bunların tümü ne için? Hatta benim varolup olmadığımı, ya da ölümdem sonra bir yaşamın olup olmadığını bile bilmiyorsun. "İyi" olmaya çalışarak beni ne kadar yatıştırmaya çalışırsan çalış, yaptığın "en iyi" şeyin benim için yeterince iyi olduğunu garanti edemezsin. Yani kurtuluşa ulaşmak için hiçbir garantin yok. Yalnızca bunu bir düşün. Ben "kurtuluş"a zaten sahibim ve bunu kazanmak için asla bu acılı süreçten geçmek zorunda kalmadım. Bu nedenle beni biraz olsun kıskanmadın mı?

FANİ: Seni kıskanmak kafirliktir!

TANRI: Hadi canım, saçmalamayı bırak! Şu an din öğretmeninle değil, benimle konuşuyorsun. Kafirlik ya da değil, zaten önemli olan şey beni kıskanma hakkına sahip olup olmadığın konusu değil. Beni kıskanıyor musun, kıskanmıyor musun?

FANİ: Evet, tabii ki seni kıskanıyorum.

TANRI: Güzel. Zaten şu anki dünya görüşüne göre beni son derece kıskanman gerek. Ama daha gerçekçi bir bakış açısı yakaladığında artık kıskanmayacaksın. Sen, bu dünyadaki yaşamın bir sınav süreci olduğunu ve sana özgür irade verilmesinin amacının sonsuz yaşamı hak edip edemiyeceğini görmek için bir test olduğu yolunda sana öğretilen düşünceyi yutmuşsun. Beni asıl şaşırtan şey şu: Eğer gerçekten de benim bu kadar iyi ve yardımsever olduğuma inanıyorsan, o zaman neden insanların mutluluk ve sonsuz yaşam gibi şeyleri haketmeleri gerektiğini düşündüğüme inanıyorsun? Neden bu tür şeyleri kazanıp kazanmadıklarına aldırmadan tüm insanlara bunu bağışlamayayım?

FANİ: Ama bana senin ahlak ve adaletinin, iyiliğin mutlulukla ödüllendirilmesini, kötülüğün ise acı ile cezalandırılmasını gerektirdiği öğretildi.

TANRI: O halde sana yanlış öğretilmiş.

FANİ: Ama dini yazılar bu düşünceyle dolu. Örneğin, Jonathan Edwards'ı ele al; o, "Günahkarlar, öfkeli Tanrı'nın avuncundadırlar" diyor. Senin, düşmanlarını tıpkı iğrenç birer akrep gibi cehennem alevlerinin tepesinde tuttuğunu ve onları yalnızca merhametin aracılığıyla nail olabilecekleri kısmetten yoksun bıraktığını söylüyor.

TANRI: İyi ki Jonathan Edwards'ın azarlamalarıyla karşı karşıya kalmadım. Bazı öğütler, gereğinden fazla yanlış yönlendiriliyor. Herşeyden önce, "Günahkarlar, öfkeli Tanrı'nın avuncundadırlar" lafı kendi kendisiyle çelişiyor. İlk olarak ben asla öfkelenmem. İkincisi, "günah" diye bir kavramı düşünmem. Üçüncüsü de benim hiç düşmanım yok.

FANİ: Yani kimseden nefret etmediğini ve senden nefret eden hiçbir insanın olmadığını mı söylüyorsun?

TANRI: Evet, ikisi de doğru.

FANİ: Hadi canım, ben senden nefret ettiğini söyleyecek insanlar tanıyorum. Hatta ben de bir zamanlar senden nefret ettim.

TANRI: Benim hakkımda kafanda yarattığın görüntüden nefret ettiğini söylemek istiyorsun. Oysa, gerçekte olduğum halimle benden nefret etmek aynı şey değil.

FANİ: Yani senin hatalı bir görüntünden nefret etmenin yanlış birşey olmadığını, ama gerçekte olduğun halinle senden nefret etmenin yanlış olduğunu mu söylüyorsun?

TANRI: Hayır, söylediğim şey tam olarak bu değil; ben çok daha kesin bir şey söylüyorum. Söylediğim şeyin doğruyla ya da yanlışla bir ilgisi yok. Beni gerçekten tanıyan bir insanın psikolojik olarak benden nefret etmesinin olanaksız olduğunu söylüyorum.

FANİ: Peki faniler senin gerçek doğan hakkında bu kadar yanlış bir görüşe sahip olduklarına göre neden bizleri aydınlatmıyorsun? Bizi neden doğru yola yönlendirmiyorsun?

TANRI: Böyle bir şey yapmadığımı nereden biliyorsun?

FANİ: Yani neden duyularımızla anlayabileceğimiz bir şekilde karşımıza geçip yaptığımız şeyin yanlış olduğunu bize söylemiyorsun?

TANRI: Gerçekten de, duyularınızın anlayabileceği şekilde ortaya çıkabilecek bir varlık olduğuma inanacak kadar saf mısın? Benim zaten sizin duyularınız olduğumu söylemek daha doğru olur.

FANİ: (Hayretle) Sen benim duyularım mısın?

TANRI: Tam olarak değil; bundan daha fazlasıyım. Ama böylesi, gerçeğe, duyularla algılanabilir bir şey olduğumu söylemekten daha yakın. Ben bir nesne değilim; tıpkı senin gibi bir 'özne'yim ve bir özne algılayabilir ama algılanamaz. Kendi düşüncelerini ne kadar görebilirsen, beni de o kadar görebilirsin. Bir elmayı görebilirsin, ama senin elmayı görüşün görülemez. Ve işte ben de, bir elmadan çok, o elmayı görmeye benzerim.

FANİ: Eğer seni göremezsem, nasıl olur da varolduğunu bilebilirim?

TANRI: İyi soru. Peki, varolduğumu nereden biliyorsun?

FANİ: Şey, çünkü seninle konuşuyorum, öyle değil mi?

TANRI: Benimle konuştuğunu nereden biliyorsun? Bir psikiyatriste "Dün Tanrı ile konuştum" dediğini düşün, sana ne diyeceğini sanıyorsun?

FANİ: Bu psikiyatristine bağlı olabilir. Çoğu sanırım benim kendimle konuştuğumu söyleyecektir.

TANRI: Ve böylece doğruyu söylemiş olacaklar.

FANİ: Ne? Yani varolmadığını mı söylüyorsun?

TANRI: Hatalı sonuçlar çıkarma konusunda inanılmaz bir yeteneğin var! Yalnızca kendinle konuştuğun için benim varolmadığım sonucuna varıyorsun öyle mi?

FANİ: Şey, eğer seninle konuştuğumu düşünüyorsam, ama gerçekte kendimle konuşuyorsam, o zaman sen nasıl varolabilirsin?

TANRI: Senin sorun, bir akıl karışmasına ek olarak doğan iki yanlış düşünceye dayanıyor. Benimle konuşup konuşmadığın sorusu ve varolup olmadığım sorusu birbirinden tümüyle ayrı iki soru. Şu an benimle konuşuyor olmasan da (ki kesinlikle benimle konuşuyorsun), bu gene de benim varolmadığım anlamına gelmez.

FANİ: Şey, tabii. Öyleyse, "eğer kendimle konuşuyorsam o halde sen yoksun" demek yerine, "eğer kendimle konuşuyorsam, o halde kesinlikle seninle konuşmuyorum" demem gerekirdi.

TANRI: Gerçekten de oldukça farklı bir ifade, ama halen hatalı.

FANİ: Ama eğer ben yalnızca kendimle konuşuyorsam, o halde seninle nasıl konuşuyor olabilirim.

TANRI: "Yalnızca" sözcüğünü oldukça yanlış bir şekilde kullanıyorsun. Senin kendin ile konuşuyor olmanın benim ile konuşmadığın anlamına gelmediğini kanıtlayan bir sürü mantıki olasılık söyleyebilirim.

FANİ: Yalnızca bir tane söyle.

TANRI: Pekala, bu olasılıklardan bir tanesi ikimizin özdeş olması.

FANİ: Ne kadar kafirce bir düşünce; şükür ki böyle bir şeyi ben söylemedim.

TANRI: Bazı dinlere göre kafirce. Diğerlerine göre ise kesinlikle, dosdoğru ve basit bir şekilde gerçeği yansıtıyor.

FANİ: Öyleyse bu ikilemden kurtulmamın tek yolu senin ile benim özdeş olduğumuza inanmam öyle mi?

TANRI: Tek yolu değil; bu yalnızca bir tek yol. Başka bir çok yol var. Örneğin, sen benim bir parçamsın ve böylece benim bir parçam olan kendinle konuşuyorsun. Ya da ben senin bir parçan olabilirim ve böylece ben olan parçanla konuşuyor olursun. Ya da sen ve ben kısmen üstüste gelmiş olabiliriz ve bu durumda da içindeki iki bölümle konuştuğunda hem kendinle hem de benimle konuşmuş olursun. Kendinle konuşmanın benimle konuşmak olmadığını kanıtlar gibi görünmesinin tek yolu, senin ile benim tümüyle ayrı olmamız; hatta o zaman bile, belki de ikimizle de konuşuyor olabilirsin.

FANİ: O zaman varolduğunu iddia ediyorsun.

TANRI: Tam olarak değil. Yine hatalı bir sonuç çıkarıyorsun. Benim varolup olmadığım sorusu henüz gündeme gelmedi. Söylediğim tek şey, senin kendinle konuşuyor olmanın benim yok olduğum anlamına gelmediği.

FANİ: Pekala, bunu anladım. Ama gerçekte bilmek istediğim şey varolup olmadığın.

TANRI: Bunu sorman ne tuhaf.

FANİ: Neden? İnsanlar aynı soruyu yüzlerce yıldır soruyorlar.

TANRI: Bunu biliyorum. Garip olan şey soru değil, bu sorunun bana sorulması.

FANİ: Neden?

TANRI: Çünkü varoluşundan şüphelendiğin varlık benim. Endişeni tümüyle anlıyorum. Benimle yaşadığın şu anki deneyimin yalnozca bir yanılsama olmasından endişeleniyorsun. Fakat, varlığından şüphelendiğin bir varlıktan, varolup olmadığı konusunda güvenilir bir bilgi almayı nasıl umabilirsin?

FANİ: O zaman bana varolup olmadığını söylemeyeceksin?

TANRI: Böyle bir şeyi kasten yapmıyorum. Yalnızca sana vereceğim hiçbir yanıtın seni tatmin etmeyeceğini anlamanı sağlamaya çalışıyorum. Pekala, "hayır, yokum." dediğmi düşün. Bu neyi kanıtlayacak? Kesinlikle hiçbir şeyi. Ya da, "evet, varım." dediğimi. Bu seni ikna edecek mi? Tabii ki hayır.

FANİ: Eğer sen varolup olmadığını söyleyemiyorsan, o zaman bunu bana kim söyleyebilir?

TANRI: Bu, sana kimsenin söyleyemiyeceği bir şey. Yanıtı yalnızca kendin bulabilirsin.

FANİ: İyi ama nasıl?

TANRI: Bunu da sana kimse söyleyemez.

FANİ: O zaman bana hiçbir şekilde yardım edemezsin?

TANRI: Bunu söylemedim. Ben yalnızca, bunu sana söyleyebilmemin hiçbir yolu olmadığını dile getirdim. Fakat bu, sana yardım edemiyeceğim anlamına gelmez.

FANİ: O halde bana nasıl yardımcı olabilirsin?

TANRI: Bunu bana bırakmanı öneririm. Bu konuyu şimdilik olduğu gibi bırakıp benim sana neden bir özgür irade verdiğim konusuna dönmek istiyorum. Sana özgür bir irade verişimin nedeni konusundaki ilk düşüncen, yani kurtuluşu hak edip etmeyeceğini görmek için böyle bir şeyi yaptığım düşüncesi pek çok ahlakçıya cazip görünebilir, fakat bu benim için korkunç bir düşünce. Sana özgür bir irade verişim konusunda daha sevecen, daha insancıl bir neden bulamıyor musun?

FANİ: Şey, bir zamanlar bu soruyu Ortodoks bir hahama sormuştum. Bana, kurtuluşu kazandığımızı hissetmedikçe ondan zevk alamayacak şekilde yaratıldığımızı söylemişti. Ve bunu kazanmak için de, şüpheisz ki özgür bir iradeye ihtiyacımız vardı.

TANRI: Bu yorum gerçekten de ilk yorumundan daha iyi, ama halen yanlış. Ortodoks Museviliğine göre ben melekleri yarattım ve onların özgür iradesi yok. Gerçekte hepsi de benim gözetimim altında ve o kadar iyiler ki en küçük bir günaha bile eğilimleri yok. Aslında hiçbir seçenekleri yok. Buna karşın, böyle bir şeyi asla kazanmamış olsalar da sonsuza kadar mutlular. Bu nedenle, eğer senin şu hahamının yorumu doğru olsaydı, o halde neden fanileri yaratmak yerine yalnızca melekleri yaratmadım?

FANİ: Neden böyle yapmadın?

TANRI: Basit, çünkü bu yorum doğru değil. İlk olarak ben asla hazır halde melekler yaratmadım. Tüm varlıklar, "meleklik" olarak adlandırılabilecek bir düzeye kesinlikle yakındır. Fakat tıpkı insan ırkının, biyolojik evrim sürecinin belli bir aşamasında olmaları gibi melekler de kozmik evrim sürecinin sonucudurlar. Aziz ve günahkar olarak adlandırılan insanlar arasındaki tek fark, ilkinin ikincisinden çok daha yaşlı olmasıdır.

Ne yazık ki, evrenin belki de en önemli gerçeğinin, yani basit bir şekilde kötülüğün acı verici olduğunun öğrenilmesi pek çok yaşam süresini gerektiriyor. Ahlakçıların tüm tartışmaları ve insanların neden kötü eylemlerde bulunmamaları gerektiği yolunda ortaya sürülen tüm sözde nedenler basit bir şekilde, "kötülük acı vericidir" temel gerçeğinin ışığı altında önemsiz denecek kadar sönük kalmaktadırlar.

Hayır sevgili dostum, ben bir ahlakçı değilim. Ben tümüyle bir faydacıyım. Bir ahlakçı rolünde tasarlanmam, kesinlikle insanlık ırkının en büyük trajedilerinden bir tanesi. Benim bu düzenin içindeki rolüm (eğer bu yanlış yönlendirici ifade kullanılabilirse) ne cezalandırmak, ne de ödüllendirmek, yalnızca varlıkların mutlak mükemmelliğe ulaşmalarını sağlayan sürece yardımcı olmak.

FANİ: Neden bu ifadenin yanlış yönlendirici olduğunu söylüyorsun?

TANRI: İki açıdan böyle söyledim. İlk olarak, benim düzenin içindeki rolümden bahsetmek hatalı, ben bu düzenim. İkinci olarak, varlıkların aydınlanma sürecine yardımcı olduğumu söylemek de yanlış yönlendirici, çünkü süreç benim. Eski Taocular (ki onlar beni Tao olarak adlandırıyordu) benim nesneleri yaratmadığımı ya da yönetmediğimi, ama herşeyin benim aracılığımla olduğunu söylerken daha doğru bir ifade kullanıyorlardı.

Daha çağdaş terimler kullanırsak, ben Kozmik Süreç'in nedeni değil, Kozmik Süreç'in kendisiyim. Sanırım insanların benim hakkımda yapabilecekleri en doğru ve en verimli tanım, en azından evrimlerinin bu aşamasında, benim aydınlanma süreci olduğumdur. Şeytan hakkında düşünmek isteyenler (ben bunu düşünmemelerini arzu etsem de) onu süreç içinde başarısız bir zaman dönemi olarak tanımlayabilirler. Bu anlamda şeytan gereklidir. Süreç uzun bir zamanı kapsar ve bu konuda benim yapabileceğim bir şey yok. Ama seni temin ederim ki, süreç daha doğru bir şekilde anlaşıldığında, zamanın acı verici uzunluğu artık temel bir engel ya da şeytan olarak ele alınmayacaktır. Bu süre, sürecin özü olarak değerlendirilecektir.

Şu an bunun, engin bir acı denizinde bulunan seni tümüyle avcutmadığını biliyorum, ama işin şaşırtıcı yanı bir kez bu temel tavrı yakaladın mı, sonsuz acın artık azalmaya başlar ve sonunda yok olur.

FANİ: Bana söylediklerine inanma eğilimindeyim. Ama olayları senin gözünle görmeyi başardığımı düşün. O zaman daha mutlu olacağım, ama başkalarına karşı bir görevim olmayacak mı?

TANRI: (Gülerek) Bana Mahayana Budacılarını anımsattın. Hepsi de "Diğer tüm varlıkların Nirvana'ya ulaştıklarını görmedikçe Nirvana'ya ulaşmayacağım' derler. Bu nedenle her biri, önce diğerlerinin Nirvana'ya ulaşmalarını beklerler. Çok uzun bir süre bekleyeceklerine hiç şüphe yok!

Hinayana Budacıları ise başka bir yönde hata yaparlar. Onlar bir insanın diğer bir insanın kurtuluşa ulaşmasında en küçük bir yardımı olamıyacağına inanırlar; her biri de bunu tümüyle kendi başlarına yapmaları gerektiğine inanırlar. Bu nedenle hepsi de kendi kurtuluşu için çalışır. Fakat bu da kurtuluşu olanaksız kılan son derece ayrılıkçı bir tutum.

İşin gerçek yanı, kurtuluş bir yandan kişisel, bir yandan da toplumsal bir süreçtir. Aydınlanmaya ulaşmanın insanı görevlerden, yani insanlara yardımdan arındırdığına inanmak çok tehlikeli bir hatadır. Diğerlerine yardım etmenin en iyi yolu, insanın önce kendi içindeki ışığı görmesidir.

FANİ: Kendi hakkında yaptığın tanımlamada aklımı karıştıran bir nokta var. Kendini esas itibariyle bir süreç olarak tanımladın. Bu, seni kişisel olmayan bir nur yapar. Ama insanların çoğunun kişisel bir Tanrı'ya ihtiyacı var.

TANRI: Yani onlar kişisel bir Tanrı'ya ihtiyaç duydukları için benim böyle bir Tanrı olmam mı gerekir?

FANİ: Tabii ki hayır. Ama bir dinin fani bir insan tarafından kabul edilmesi için o dinin, kendi ihtiyaçlarını karşılaması gerekir.

TANRI: Bunu farkettim. Fakat bir varlığın "kişilik" olarak adlandırılan yanı, varlığın kendisi değil, ona bakan kişinin gördüğü şeydir. Benim kişisel bir varlık olup olmadığım tartışması oldukça saçma, çünkü bunlardan ikisi de ne doğru, ne de yanlış. Bir bakış açısına göre kişisel bir varlığım, bir başka bakış açısına göre ise değilim.

İnsan için de aynı şey geçerli. Başka bir gezegenden gelen bir varlık, insanı, katı bir şekilde düzenlenen fiziksel kanunlara uygun davranan atomik parçacıkların bir toplamı olan ve belli bir kişiliği olmayan bir varlık şeklinde görebilir. Bir insanın kişiliği hakkında, bir insanın bir karıncanın kişiliği hakkında hissettiklerinden daha fazla bir şey hissetmeyebilir. Fakat karıncanın, benim gibi karıncayı gerçekten iyi bilen bir varlık için, tıpkı insanın olduğu gibi bir kişiliği vardır. Bir varlığa kişisel olmayan bir şey olarak bakmak, ona kişisel bir varlık olarak bakmamaktan daha doğru ya da yanlış değildir, ama genel olarak bir şey daha iyi tanındıkça daha kişisel hale gelmeye başlar.

Beni kişisel bir varlık olarak mı, yoksa kişisel olmayan bir varlık olarak mı görüyorsun?

FANİ: Şey, seninle konuşuyorum, öyle değil mi?

TANRI: Doğru. Bu bakış açısına göre bana karşı olan tutumun beni kişisel bir varlık olarak kabul ettiğin şeklinde tanımlanabilir. Fakat bir başka bakış açısına göre, ki bu diğerinden daha az doğru değil, kişisel olmayan bir şekilde görünebilirim.

FANİ: Fakat eğer gerçekten de süreç gibi soyut bir şeysen, o zaman yalnızca basit bir 'süreç' ile konuşmamın ne anlamı olduğunu anlamıyorum.

TANRI: 'Basit' sözcüğünü kullanışını çok seviyorum. Aynı şekilde 'basit bir evrende' yaşadığını da söyleyebilirsin.

Peki ama neden herşeyin bir anlamı olması gereksin? Bir ağaçla konuşmanın bir anlamı var mı?

FANİ: Tabii ki yok.

TANRI: Ama buna karşın pek çok çocuk ve ilkel insan bunu yapıyor.

FANİ: Ama ben ne bir çocuk, ne de ilkel bir insanım.

TANRI: Ne yazık ki bunu ben de farkettim.

FANİ: Neden 'ne yazık ki' dedin?

TANRI: Çünkü pek çok çocuk ve ilkel insan, sizlerin yitirdiğiniz temel dürtülere sahip. Samimi olmak gerekirse, en azından bir süreliğine ağaçlarla konuşsanız, bu sizin için benimle konuşmaktan daha iyi olacaktır.

Ama galiba durmadan konumuzdan sapıyoruz. Son kez olarak, neden sana özgür bir irade verdiğim konusunda ortak bir anlayışa varmaya çalışmamız hoşuma gidecek.

FANİ: Ben de bir süredir bunu düşünüyordum.

TANRI: Yani konuşmamıza dikkatini vermediğini mi söylemek istiyorsun?

FANİ: Tabii ki dikkatimi veriyordum. Fakat bir yandan da bu konuyu düşünüyordum.

TANRI: Peki bir sonuca varabildin mi?

FANİ: Şey, bana bunun nedeninin benim böyle bir şeyi kazanıp kazanamayacağımı görmek olmadığını söyledin. Ayrıca bir şeyden zevk almak için onu haketmemizi hissetmemiz gerektiği fikrini de reddettin. Ve bir faydacı olduğunu söyledin. En önemlisi de, kötü olanın günahın kendisi değil, bunun sonucu olan acı olduğunu birdenbire farkettiğimde bundan memnun olman.

TANRI: Tabii ki! Aksi taktirde günah nasıl kötü olabilir?

FANİ: Pekala, bunu ikimiz de biliyoruz. Fakat ne yazık ki, tüm yaşamım boyunca günahın kendisinin kötü olduğunu söyleyen şu ahlakçıların etkisi altında kaldım. Neyse, bu parçaların tümünü biraraya getirdiğimizde, insanlara özgür irade vermenin tek nedeni olabileceği sonucuna varıyorum: Özgür iradeye sahip olan insanların, özgür iradeye sahip olmayan insanlara oranla diğerlerine ve kendilerine daha az zarar verme eğiliminde olacaklarına inanıyorsun.

TANRI: Bravo! Şu ana kadar gösterdiğin en iyi nedendi. Seni temin ederim ki, eğer sana özgür irade vermeyi seçseydim, böyle bir seçim yapmamın tek nedeni bu olurdu.

FANİ: Ne? Yani bizlere özgür bir irade vermeyi kendinin seçmediğini mi söylüyorsun?

TANRI: Sevgili dostum, eşkenar bir üçgenin iç açılarının eşit olmasını nasıl seçebilirsem, sana özgür bir irade vermeyi de ancak böyle seçebilirim. İlk başta bir eşkenar üçgen yaratmayı, ya da yaratmamayı seçebilirdim, ama böyle bir şey yaratmayı seçtiğimde, onun iç açılarını eşit yapmaktan başka bir seçeneğim yoktu.

FANİ: Sanırım herşeyi yapabilirdin.

TANRI: Yalnızca mantıki açıdan olası şeyleri yapabilirdim. Aziz Thomas'ın dediği gibi, "Tanrı'nın olanaksız şeyleri yapamayacağı gerçeğini, güçlerinin sınırlı olduğu şeklinde ele almak bir günahtır." Bu düşünceye katılıyorum, ama ben günah sözcüğü yerine hata sözcüğünü kullanırdım.

FANİ: Ne olursa olsun, gene de bana özgür irade vermeyi kendinin seçmediğin yolundaki sözlerin karşısında halen şaşkınlık içindeyim.

TANRI: Artık, en başından bu yana tüm tartışmamızın bir tek devasa yanılgıya dayandığını söylememin zamanı geldi.

Tümüyle saf bir ahlak düzeyinde konuştuk. Sen temel olarak sana özgür bir irade verdiğimi söyledin ve tüm konu böyle yapmalı mıydım, yapmamalı mıydım konusu üzerinde yükseldi. Oysa bu konuda hiçbir seçeneğim olmadığını bir an bile düşünmedin.

FANİ: Hala anlayamıyorum.

TANRI: Öyle! Çünkü olaya yalnızca bir ahlakçının gözleriyle bakabiliyorsun. Sorunun çok daha temel metafizik yanlarını bir kez olsun gözönünde bulundurmadın.

FANİ: Ne anlatmak istediğini hala anlayamıyorum.

TANRI: Benden özgür iradeni ortadan kaldırmamı istemeden önce, ilk sorunun, özgür bir iradeye sahip olup olmadığın yönünde olması gerekmez miydi?

FANİ: Bu, daha en baştan varolduğuna emin olduğum bir şeydi.

TANRI: Peki bundan nasıl emin olabiliyorsun?

FANİ: Bilmiyorum. Özgür bir iradem var mı?

TANRI: Evet.

FANİ: O zaman neden bundan emin olmamam gerektiğini söylüyorsun?

TANRI: Çünkü emin olmamalıydın. Bir şeyin doğru olması, her zaman doğru olacağı anlamına gelmez.

FANİ: Gene de, bu durum özgür bir iradeye sahip olduğum konusundaki doğal dürtümün doğru olduğunu kanıtlıyor. Bazen gerekircilerin (deterministler) haklı olmasından korkardım.

TANRI: Onlar haklı.

FANİ: Bir dakika, bir dakika, o zaman benim özgür bir iradem var mı, yok mu?

TANRI: Sana daha biraz önce özgür bir iraden olduğunu söyledim. Fakat bu, gerekircilerin yanıldığını göstermez.

FANİ: Peki ama o zaman eylemlerim doğa kanunları tarafından mı belirleniyor?

TANRI: Buradaki belirlenmek sözcüğü, anlaşılması zor ama bir yandan da güçlü bir şekilde yanlış yönlendirilmektedir ve özgür iradenin, gerekircilik tartışmalarının karşısında yeraldığı karmaşasının doğmasına neden olmuştur.

Eylemlerin gerçekten de doğa kanunlarıyla uyum içindedir, ama onların doğa kanunları tarafından belirlendiğini söylemek, kendi iradenin doğa kanunlarıyla çatışma içinde olacağı tümüyle yanlış yönlendirici, psikolojik bir betimleme yaratır. Oysa doğa kanunları senden daha güçlüdür ve sen hoşlansan da, hoşlanmasan da eylemlerini 'belirler'. Aslında kendi iradenin doğa kanunlarıyla çatışma içinde olması bile olanaksızdır. Sen ve doğa kanunları gerçekte bir ve aynısınız.

FANİ: Doğa kanunlarıyla çatışamıyacağımı söylerken ne demek istiyorsun? Son derece inatçı bir insan olduğumu ve doğa kanunlarına uymayacak şekilde belirlendiğimi düşün. Eğer yeterince inatçı olursam sen bile beni durduramazsın.

TANRI: Kesinlikle haklısın. Gerçekten de seni durduramam. Fakat seni durdurmam gerekmez, çünkü zaten böyle bir şeye kalkışamazsın bile. Goethe'nin çok güzel bir şekilde belirttiği gibi, "Doğaya karşı çıkmaya çalışırken, böyle yaparak zaten doğa kanunlarına uygun davranıyoruz."

Anlamıyor musun? 'Doğa Kanunları' olarak adlandırılan şey, senin ve diğer varlıkların eylemlerini açıklamak için kullanılan bir tanımlamadan başka bir şey değil. Bunlar nasıl davranmamız gerektiğini belirleyen bazı talimatlar, eylemlerinizi belirleyen ya da zorlayan bazı güçler değil, basit bir şekilde, davranışlarımızın bir tanımıdır.

Bir doğa kanununu geçerli hale getirmek için gerçekte nasıl eylemde bulunduğunu, ya da eğer böylesinden hoşlanırsan, nasıl eylemde bulunmayı tercih ettiğini hesaba katmalısın.

FANİ: Yani gerçekte doğa kanunlarına karşı hareket etmeye karar vermemin mümkün olmadığını mı söylüyorsun?

TANRI: Çok ilginç, ikinci kez "eylemin seçilmesi" yerine "eyleme karar vermek" ifadesini kullanıyorsun. Bu tür bir fark gözetmemen oldukça alışıldık bir şey. İnsanlar sık sık "böyle yapmaya karar verdim" ifadesini "böyle yapmayı seçtim" ifadesiyle eşanlamlı olarak kullanırlar. Bu psikolojik eşanlamlılık, gerekirciliğin ve seçimin birbirlerine, göründüklerinden daha yakın olduğunu ortaya koymaktadır.

Tabii ki, gerekircilik öğretisi eylemlerinin senin dışındaki bir şey tarafından belirlendiğini söylerken, özgür irade öğretisinin eylemlerini senin belirlediğini söylediğini belirtebilirsin. Fakat, karmaşa büyük ölçüde, senin gerçekliği 'sen' ve 'sen olmayan' olarak ikiye bölmenden kaynaklanmaktadır. Gerçekten de sen nerede bitiyorsun ve evrenin geri kalanı nerede başlıyor? Ya da evrenin geri kalanı nerede bitiyor ve sen nerede başlıyorsun? Bir kez 'sen' ve 'doğa' olarak adlandırdığın şeyi kesintisiz bir bütünlük olarak görebilirsen, o zaman doğayı sen mi denetliyorsun, yoksa doğa mı seni denetliyor gibi sorular artık canını sıkmaz. Böylece gerekircilikle özgür iradenin birbirine karşıt oldukları düşüncesinden doğan karmaşa ortadan kalkar.

FANİ: Biraz önce tüm tartışmamızın bir tek devasa yanılgıya dayandığını söylemiştin. Fakat hala bu yanılgının ne olduğunu söylemedin.

TANRI: Seni özgür iraden arınmış halde yaratabileceğimin mümkün olduğu düşüncesi...

Sanki gerçekte böyle bir olasılık varmış gibi davrandın ve neden bu olaslığı seçmediğimi merak ettin. Ama asla, özgür iradesi olmayan bir varlığın, çekimsel etkisi olmayan herhangi bir nesne kadar akla uygun olmayan bir şey olduğunu düşünmedin. (Aklıma gelmişken, çekimsel etkisi olan bir nesneyle, özgür iradesi olan bir varlık arasında farkettiğinden daha büyük bir benzerlik var.) Dürüstçe, özgür iradesi olmayan bilinçli bir varlık hayal edebiliyor musun? Hiç böyle bir şey olabilir mi?

Sanırım yaşamın boyunca seni böylesine yanlış yönlendiren şey, sana özgür iradeyi insanlara bir tür hediye olarak verdiğimin söylenmesi. Sanki ilk önce insanı yaratıp ardından da ona, sonradan aklıma gelip özgür irade denen birşeyi bahşetmişim gibi. Belki de elimde bir tür 'boya fırçası' olduğunu ve bazı insanları özgür iradeye boyadığımı, bazılarını da boyamadığımı düşünmüşsündür. Hayır, özgür irade 'fazladan' verilen bir şey değil; o bilinçliliğin özünün ayrılmaz bir parçasıdır. Özgür iradeden yoksun bir bilinçli varlık inancı, yalnızca metafizik bir saçmalıktır.

FANİ: Ben asıl sorunun ahlaki olduğuna inanırken, sen bana temel karmaşanın metafizik bir yanılgı olduğunu söylüyorsun. Öyleyse neden benimle bu uzun tartışmayı yaptın?

TANRI: Çünkü varlığındaki bu ahlaki zehiri dışarıya atmanın senin için iyi bir terapi olacağını düşündüm. Metafizik karmaşalarının çoğu hatalı ahlaki düşüncelere dayanıyordu ve bu nedenle ilk olarak hatalı ahlaki düşüncelerinle uğraşmamız gerekiyordu.

Ve artık şimdi ayrılmalıyız, en azından bana yeniden ihtiyaç duyuncaya dek. Sanırım şu anki birlikteliğimiz seni uzun süre idare edecektir. Ama mutlaka sana ağaçlar hakkında söylediklerimi anımsa. Eğer böyle bir şeyi yaptığında kendini aptal gibi hissedeceksen, tabii ki bunu sözlük anlamında uygulamak zorunda değilsin. Ama onlardan öğreneceğin çok şey var; kayalardan, nehirlerden ve doğayı oluşturan diğer şeylerden de öyle. 'Günah', 'özgür irade' ve 'ahlaki sorumluluklar' gibi tüm hastalıklı düşünceleri ortadan kaldıracak daha doğal bir yol yoktur. Tarihin bir döneminde bu tür düşünceler gerçekten de kullanışlıydı. Zorbaların sınırsız bir güce sahip oldukları dönemlerde, verdikleri acıları perdelemenin en kısa yolu cehennem korkusuydu. Fakat insanoğlu o zamandan bugüne dek büyüdü ve artık bu korkunç düşünce biçimine gerek yok.

Bir zamanlar büyük Zen şairi Seng-Ts'an'ın şu şiiri aracılığıyla söylediklerim sana yardımcı olabilir:

Eğer arıyorsan apaçık gerçeği
Vazgeç ayırmaktan doğru ile eğriyi.
Doğru ile eğri arasındaki çelişki
Zihnimizin büyük bir illeti.

Yüzündeki ifadeden bu sözlerin aynı anda seni hem rahatlattığını, hem de dehşete düşürdüğünü anlıyorum. Bundan neden korkuyorsun? Eğer zihnindeki doğru ve yanlış ayrımını ortadan kaldırırsan, yanlış olan eylemlerde bulunma eğilimin artacak mı? Doğru ve yanlış konusundaki yargılarının seni doğru şeyler yapmaktan çok yanlış şeyler yapmaya yöneltmediğine nasıl emin olaniliyorsun? Ahlak karşıtı olan insanların, kuramlarını eyleme döktüklerinde, ahlakçılardan daha az ahlaklı davranacaklarına gerçekten inanıyor musun? Tabii ki hayır. Ahlakçıların bile çoğu, kuramsal açıdan ahlak karşıtı bir konumda olanların çoğunun davranışlarının son derece ahlaklı olduğunu belirtmektedirler. Ahlaki ilkeleri olmayan bu tür insanların böylesine sevecen davranmaları onları son derece şaşırtmaktadır. Ayrıca ahlaki ilkeler ortadan kalktığında, insanın iyi huylarının böylesine özgürce doğmasını da anlamamaktadırlar.

"Doğru ile eğri arasındaki çelişki zihnimizin büyük bir illeti" sözleri, Cennet Bahçesi ve Adem'in bilgi meyvasını yediği için cennetten kovulduğu hikayesinden çok farklı bir düşünceyi ortaya koymuyor mu? Bu bilgi, ahlaki duygular değil, ahlaki ilkelerdi ve Ademler halen bunlara sahip. Bu hikayenin gerçeği şu: Ben Adem'e asla bu ağacın meyvasını yememesini emretmedim, yalnızca yememesini tavsiye ettim. Eğer beni dinlemiş olsaydı başını bu kadar derde sokmayacaktı. Ama hayır, herşeyi bildiğini sandı. Umarım insanlar bir gün, Adem'i ve onun soyunu yaptığı şey nedeniyle cezalandırmadığımı anlarlar. İşin gerçeği, ne yazık ki, meyvanın kendisi zehirliydi ve etkilerinin ortadan kalkması sayısız kuşaklar gerektirecek.

Evet artık gitmeliyim. Umarım tartışmamız, senin şu ahlaki hastalıklarının bir kısmını ortadan kaldırıp yerine daha doğal yönelişler kazandırır. Ayrıca Lao Tzu'nun ağzından, ahlak yanlısı tutumu için Konfüçyus'u azarlarken kullandığım şu sözleri de anımsa:

İyilik ve görev hakkındaki tüm konuşmalar, durmadan insanın cesaretini kırar ve duyanı rahatsız eder. Yerin ve Göğün sonsuz döngülerini nasıl sürdürdüklerini, ayın ve güneşin parlaklıklarını nasıl koruduklarını, gökyüzündeki yıldızları, kuşları ve diğer hayvan sürülerini, ağaçları ve bitkileri incelesen daha iyi olurdu. Ayrıca adımlarını içindeki güce yönlendirmeyi, 'Doğa'nın Yolu'nu izlemeyi de öğrenmelisin; o zaman kısa süre sonra artık iyilik ve görev vaazları vererek ortada dolanmana gerek kalmaz. Kuğunun beyaz olmak için hergün banyo yapması gerekmez.

FANİ: Doğu felsefesini savunuyor gibisin.

TANRI: Hayır, tam olarak değil. Benim en iyi düşüncelerimden bazıları da senin memleketin olan Amerika'da yeşerdi. Örneğin, 'ödev' konusundaki düşüncelerimi en net olarak Walt Whitman aracılığıyla dile getirmiştim:

Ben ödev diye bir şey vermedim.
Başkalarının ödev olarak verdiklerini
Ben yaşayan dürtüler olarak verdim.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9