"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

5 Mart 2012 Pazartesi

BİR MUMYA İLE KÜÇÜK BİR HASBİHAL-EDGAR ALLAN POE

İlk olarak Nisan 1845'te American (Whig) Review'da, sonra 1 Kasıın 1845'te The Broadway Journal'de yayımlanmıştır.
Öykünün konusu, hiyeroglifin şifresinin çözülmesine olanak sağlayan Reşit Taşı'nın (Rosette Stone) 1799'daki keşfinden sonra doruğuna çıkan eski Mısır'la ilgili konular karşısında gösterilen çılgınca ilgidir.
Öykünün kaynakları arasında George Robins Gliddon'un Nisan 1843'te New World'da yayımlanan "Ancient Egypt"ı, 21 Aralık 184l'de New York Tri-bune'de yayımlanan ve John Gardner Wilkonson'un "Manners and Customs at the Ancient Egyptians"ını eleştiren bir makale, Ippolito Rosellini'nin benzer bir kitabı (1840), imzasız olarak yayımlanan "Egyptian history deduced from monuments still in existence" (1841) ile Encyclopedia Americana'daki mumyalar ve mumyalama ile ilgili makaleleri sayabiliriz.)
Önceki akşamki içki alemi sinirlerimi bir parça germişti. Başım fena halde ağrıyor, gözlerimden uyku akıyordu. Bu yüzden, önceden niyetlendiğim gibi gece dışarı çıkmaktansa, birkaç lokma birşey atıştırıp erkenden yatmanın daha iyi olacağını düşündüm.
Tabii ki hafif bir yemek. Gal tavşanına1 bayılınm. Bir defada bir libreden2 fazla yenmesi her zaman pek tavsiye edilmeyebilir. Ama yine de, iki libreye de çok ciddi bir şekilde karşı çıkılamaz. Ve gerçekten iki ile üç arasında sadece bir birimlik fark vardır. Belki dördü bile yemeye kalktşmışımdır. Karım, bunun beş olduğunu iddia edecektir; -ama iki farklı şeyi birbirine ka-nştırdığı çok açık. Soyut beş rakamını kabul etmeye hazırım, ama somut olarak bu rakam Brown Stout3 sişeleriyle ilişkilidir ki, sos niyetine bu içki olmadan, Gal tavşanından kaçınmak gerekir.
Böyle hafif şekilde atıştırdıktan sonra, gece başlığımı giyindim, ertesi gün öğleye kadar uyumak niyetiyle başımı yastığa koydum ve vicdanımın rahat olması sayesinde derhal derin bir uykuya daldım.
Ama, insanın umutlan ne zaman gerçekleşmiştir ki? Sokak kapısının zilinin acı acı çalınması ve kapı tokmağının sabırsızlıkla vurulmasıyla sıçrayıp uyandığımda henüz üçüncü horlamamı tamamlamamıştım. Bundan bir dakika sonra, ben hâlâ gözlerimi ovuştururken eski bir dostum, Doktor Ponnonner'dan4 gelen bir notu karım burnuma doğru uzatıyordu. Notta şunlar yazılıydı:
Sevgili dostum, bu notu alır almaz, ne pahasına olursa olsun derhal bana geliniz. Gelip sevincimi paylaşınız. Büyük bir kararlılıkla yürüttüğüm diplomatça çabalar sayesinde en sonunda mumyayı -hangi mumyayı kas-dettiğimi bilirsiniz- incelemek için Kent Müzesi yöneticilerinin iznini elde edebildim, istersem mumyanın sargılarını çözmeye ve açmama izin verdiler. Sadece birkaç dostumu -ve bu arada, elbette sizi- çağırdım. Mumya şu anda benim evimde; bu gece saat on birde sargılarını açmaya başlayacağız.
Her zaman dostunuz PONNONEK

Daha yazının altındaki imzaya gelmeden, bir insanın olabileceği kadar uyanık olduğumun ayırdına vardım. Deli gibi yata-
ğımdan fırladım, yoluma çıkan her şeyi sağa sola savurarak inanılmaz bir çabuklukla giyindim ve doktorun evine gitmek üzere büyük bir hızla yola koyuldum.
Orada toplanmış hararetli bir grup insan buldum. Büyük bir sabırsızlıkla beni beklemekteydiler; mumya yemek masasının üzerine yatırılmıştı; ben içeri girer girmez mumyanın incelenmesine başlandı.
Bu mumya, Nil nehri üzerindeki Teb kentinden oldukça uzaklardaki Libya dağlarında bulunan Eleithias5 yakınlarındaki bir mezardan Ponnonner'un amca çocuklanndan Kaptan Arthur Sabretash6 tarafından birkaç yıl önce getirilmiş iki mumyadan birisiydi. Buradaki mağaralar, Teb mezarlıklarından daha görkemli olmamakla birlikte, eski Mısır'ın özel yaşamına ilişkin çok daha fazla resim bulunması nedeniyle daha çok ilgi çekmekteydi. Bizim mumyanın alındığı odanın bu tür resimler bakımından oldukça zengin olduğu söylenmekteydi -duvarlar boydan boya fresklerle, yarım kabartmalarla kaplıydı; heykeller, vazolar, zengin desenli mozaik işleri ölünün servetinin büyüklüğünü göstermekteydi.
Bu değerli hazine müzede, tam olarak Kaptan Sabretash'ın onu bulduğu haliyle bırakılmıştı -yani, tabutun kapağı açılmamıştı. Sekiz yıl süreyle halkın yalnızca dışından görmesine izin verilmişti. Şimdi mumya bütünüyle emrimize amadeydi; yağmalanmamış bir eski eserin bizlere ulaşmasının ne kadar az rastlanır bir olay olduğunu bilenler; bu büyük şanstan dolayı kendimizi kuüamakta ne denli haklı olduğumuzu derhal anlardı.
Masaya yaklaştığımda, üzerinde yaklaşık yedi ayak uzunluğunda, üç ayak genişliğinde ve iki buçuk ayak derinliğinde büyük bir kutu ya da sandık gördüm. Tabut şeklinde değil, dikdörtgen bir sandıktı. Sandığın malzemesini önce frenk inciri (plata-nus) tahtası zannettik, ama kestiğimiz zaman karton olduğunu ya da daha doğru bir deyişle papirüsten oluşan papier mache7 olduğunu anladık. Cenaze merasimlerini ve daha başka kasvetli konuları betimleyen çok sayıda resimle bezenmişti -resimlerin arasına, değişik konumlarda, ölünün adı için olduğundan kuşku duyulmayacak bir dizi hiyeroglif karakteri serpiştirilmişti. Allah-tan aramızda bulunan Bay Gliddon, tamamen fonetik olan bu harfleri tercüme etmekte hiç zorluk çekmedi. Ortaya çıkan sözcük şuydu: Allamistakeo.8
Zarar vermeden sandığın kapağını açmakta biraz zorlandık; ama bu işi başardığımızda dıştaki kutudan çok daha küçük ama her bakımdan tamamen ona benzeyen tabut biçimi ikinci bir sandıkla karşılaştık, ikisi arasındaki boşluk, içerideki sandığın rengini bir dereceye kadar bozan reçineyle doldurulmuştu.
Bu ikinci sandığı açtığımızda (bunu çok kolaylıkla yaptık), yine tabut biçiminde üçüncü bir sandıkla karşılaştık; sedir ağacından yapılmış ve bu ağaca has güzel kokuyu hâlâ yaymakta olan bu sandık, malzemesi dışında hiçbir bakımdan ikinci sandıktan farklı değildi.9 ikinci sandıkla üçüncü sandık arasında hiç boşluk yoktu -biri diğerine tam olarak uyuyordu.
Üçüncü sandığı çıkararak içinde bulduğumuz gövdeyi dı-şan çıkardık. Her zamanki gibi ketenden sıkı sıkıya sarılmış bant ve şeritlerle karşılaşmayı umuyorduk; ama, bunlann yerine papirüsten yapılmış bir tür kılıf bulduk; bu kılıfın üzeri yaldızlanmış ve resimlerle bezenmiş bir alçı tabakasıyla kaplanmıştı. Resimler, ruhtan beklenen çeşitli görevlerle ilgili konulann yanı sıra ruhu tannlara tanıtmayı amaçlayan ve büyük bir olasılıkla mumyalanmış kişinin portreleri olan çok sayıda birbirinin üpaüp aynı insan figürlerinden oluşuyordu. Mumyanın başından ayağına kadar sütun halinde ya da yukarıdan aşağıya yazılmış fonetik hiyeroglif bir yazı10 yine ölünün adını, ünvanlannı, akrabalarının adlarını ve ünvanlannı veriyordu.
Kınından sıyırdığımız boynun etrafında kanatlı kürelerle,11 çeşitli tanrılar, bokböceği gibi12 imgeleri oluşturacak şekilde dizilmiş renk renk cam boncuklardan bir kolye vardı. Belin en ince yerinin etrafında da benzer bir kuşak ya da kemer vardı.
Papirüsü soyup çıkardığımızda etin son derece iyi korunmuş olduğunu gördük; hissedilir bir koku yoktu. Rengi kırmızıya çalıyordu. Cildi sert, pürüzsüz ve parlaktı. Dişleri ve saçı iyi durumdaydı. Gözleri (öyle gözüküyor ki) çıkanlmıştı ve yerine çok fazla sabit nazarlarla bakması dışında tıpkı canlı gibi gözüken son derece güzel cam gözler yerleştirilmişti. Parmaklar ve tırnaklar parlak bir yaldızla boyanmıştı.
Üst derinin renginden dolayı, Bay Gliddon mumyalamanın tamamen maden ziftiyle13 yapıldığını düşünüyordu; ama yüzeyi çelik bir aletle kazıyıp elde edilen tozu aleve attığında, kâfur ve daha başka hoş kokulu sakızların kokusu kendini belli etti.
Bağırsaklann çıkarıldığı kesik yerini bulmak için bedeni dikkatle araştırdık, ama büyük bir şaşkınlıkla böyle bir yer bulamadık, içimizden hiç kimse, o zaman, böyle tam ya da kesilerek açılmamış mumyalara sık sık rastlandığını bilmiyordu. Beyin, alışılageldiği üzere burundan, bağırsaklar böğürde açılan bir yarıktan boşaltılıyor; sonra gövde traş ediliyor, yıkanıyor, tuzlanıyor; birkaç hafta bekletiliyor ve gerçek anlamda mumyalama işlemi bundan sonra başlıyordu.
Hiçbir kesik izi bulamadığımızdan, Doktor Ponnonner aletlerini teşrih için hazırlamaya başlamıştı; o sırada saatin ikiyi geçtiğini fark ettim. Bunun üzerine gövdenin içinin incelenmesini ertesi akşama ertelemeye karar verdik ve tam oradan aynlıyor-duk ki, birisi Volta pili ile bir iki deney yapmamızı önerdi.
Üç dört bin yıllık bir mumyaya elektrik uygulanmasının çok bilgece olmasa da oldukça orijinal bir düşünce olduğunu hepimiz derhal anladık. Onda bir oranında ciddiye alarak, onda dokuz şakayla doktorun çalışma odasında bir pil hazırladık ve Mısırlıyı oraya taşıdık.
Epeyce uğraştıktan sonra, vücudun diğer parçalanna göre daha az sertleşmiş gözüken şakak kasının bir bölümünün üstünü açmayı başarabildik, ancak tahmin etmiş olduğumuz gibi, teli bu kasa değdirdiğimizde pile karşı bir tepki vermediğini gördük. Bu ilk denememizin sonucu bize kesin gözüktüğünden, saçmalığımıza kahkahalarla gülerek birbirimize iyi geceler diliyorduk ki, tesadüfen mumyanın yüzüne çevrilen bakışlarım şaş-kınlıkla gözlerine çakılı kaldı. Başlangıçta yabanıl bakışlarıyla dikkatimizi çeken ve hepimizin cam sandığı göz kürelerini şimdi göz kapakları sıkı sıkıya örtmüştü, öyle ki tunica albuginea'-nın14 sadece küçük bir bölümü görülebiliyordu.
Bir çığlık atarak dikkatleri olaya çektim ve herkes anında durumu gördü.
Bu olayın beni telaşlandırdığını söylemeyeceğim, çünkü "telaşa kapılmak" benim durumumu tam olarak anlatacak sözcükler değil. Akşam içtiğim sert bira nedeniyle belki biraz sinirli olabilirdim. Grubumuzun geri kalan üyelerine gelince, pençesine düştükleri büyük korkuyu gizlemek için hiç gayret sarfetmedi-ler. Doktor Ponnonner acınacak bir haldeydi. Bay Gliddon kendine has birtakım usullerle görünmez olmuştu. Bay Silk Buckingham,15 sanırım, dört ayak üzerinde masanın altına kaçmış olduğunu yadsıma cesaretini gösteremeyecektir.
Bununla birlikte şaşkınlığın ilk sarsıntısını adattıktan sonra, doğal olarak, derhal deneylere devam etmeye karar verdik. Bu defa deneyimizi sağ ayağın başparmağına yönelttik. Os sesamo-ideum pollicis pedis'in dış tarafını yararak abductor kasın köküne ulaştık. Pili yeniden ayarlayarak açığa çıkmış sinire akım verdik. O zaman, mumya sanki canlıymış gibi sağ dizini büküp iyice karnına doğru çekti, sonra ayağını yeniden ileri uzatarak Doktor Ponnonner'a öyle bir tekme attı ki, bu tekmenin etkisiyle zavallı adam mancınıktan fırlatılan bir ok gibi pencereden sokağa uçtu.
Kurbanın parçalarını toplamak için en masse16 dışarı koştuk, ama inanılmaz bir aceleyle merdivenleri tırmanırken rastladık ona; deneylerimize daha büyük bir coşku ve gayretle devam etme istek ve kararlılığıyla doluydu.
Onun önerilerine uyarak mumyanın burnunun ucunu hemen derince yardık ve doktor hızla hareket eden ellerini mumyanın üzerine koyarak telin ucunu hızla kesilmiş yere değdirdi.
Bu hareket, kelimenin gerçek ve mecazi anlamıyla tam bir elektrik etkisi yarattı. Ölü ilk olarak, gözlerini açtı ve birkaç dakika süreyle Bay Barnes'ın17 pandomim yapması gibi gözlerini hızlı hızlı kırpıştırdı; ikinci olarak, hapşırdı; üçüncü olarak dike-lip oturdu; dördüncü olarak yumruğunu Doktor Ponnonner'ın yüzüne doğru salladı ve beşinci olarak Bay Gliddon ve Bay Buck-ingham'a dönerek kusursuz bir Mısır diliyle onlara şöyle dedi:
"Şunu söylemeliyim ki baylar, davranışınız beni incittiği kadar şaşırttı da. Doktor Ponnonner'dan zaten daha iyi birşey beklenemezdi. O, fazla birşey bilmeyen küçük, zavallı, şişman bir budaladır. Ona acıyor ve onu bağışlıyorum. Ama siz Bay Gliddon -siz Bay Silk, Mısır'da doğmuş sanılacak kadar Mısır'da çok seyahat etmiş ve oturmuş olan, Mısır dilini sanırım, ana diliniz ölçüsünde iyi okuyup yazmanıza yetecek kadar aramızda yaşamış olan ve her zaman mumyalann yakın dostu olduğuna inandığım sizler- gerçekten de daha kibar davranışlar beklerdim sizden. Bana böyle kaba davranılırken sizlerin kenarda durup seyretmenize ne diyeyim? Bu berbat soğuk iklimde şunun bunun beni tabutlarımdan çıkarmasına, giysilerimi soymasına izin vermenizi neye yorayım? Sözün kısası, bu sefil, küçük, alçak Doktor Ponnonner'ı burnumdan çekmek için yüreklendirmenize ve ona yardım etmenize ne diyeyim?"
Bu koşullar altında bu sözleri duyunca hepimizin kapıya doğru atılmış veya şiddetli bir isteri nöbetine yakalanmış ya da bayılıp yere yığılmış olduğumuza kesin gözüyle bakılacağına hiç kuşku yoktur. Dediğim gibi, bu üç şeyden biri beklenmeliydi. Elbette bu üç davranış biçiminin hepsinin veya bunlardan herhangi birinin izlenmesi akla uygun olurdu. Nasıl olup da bu üç davranış biçiminden birini ya da diğerini izlemedik, vallahi bilmiyorum. Ama, belki de bunun gerçek nedeni, bugün genellikle paradoks ve olanaksızlık türünden her şeyin çözümü olarak kabul edilen zıtlıklar yasasına göre hareket eden bu çağın ruhunda aranmalıdır. Ya da belki de, mumyanın son derece doğal tavırları sözlerindeki dehşeti ortadan kaldırıyordu. Nedeni her ne olursa olsun içimizden hiç kimsenin korkmamış olduğu ya da birşeylerin son derece yanlış gitmekte olduğunu düşünmediği gün gibi ortadaydı.
Ben, şahsen her şeyin yolunda olduğu kanısındaydım, sadece Mısırlının yumruğunun erişemeyeceği bir uzaklığa çekildim. Doktor Ponnonner ellerini pantolonunun cebine soktu, mumyaya sert sert baktı ve kıpkırmızı kesildi. Bay Gliddon favorilerini okşadı ve gömleğinin yakasını düzeltti. Bay Buckingham başını önüne eğdi ve sağ elinin başparmağını ağzının sol tarafına soktu.
Mısırlı, yüzünde sert bir ifadeyle birkaç dakika Bay Buck-ingham'a baktı ve sonra küçümseyerek:
"Niçin konuşmuyorsunuz, Bay Buckingham?" dedi. "Size sorduğum şeyi duymadınız mı yoksa? Başparmağınızı ağzınızdan çeksenize!"
Bunun üzerine, Bay Buckingham hafif irkildi, sağ elinin başparmağını ağzının sol tarafından çekti ve bunu telafi etmek ister gibi sol elinin başparmağını ağzının sağ tarafına soktu.
Bay B.'den yanıt alamayınca mumya hırçın bir ifadeyle Bay Gliddon'a döndü ve buyurgan bir tavırla, kendisinden ne istediğimizi sordu.
Bay Gliddon fonetik olarak uzun uzun yanıtladı; Amerikan basımcılığında hiyeroglif karakterler olsaydı bu mükemmel konuşmanın tamamını orijinal diliyle buraya aktarmaktan büyük bir zevk duyardım.
Bu arada şuna da işaret etmem sanırım yerine olacak: Mumyanın katıldığı bundan sonraki tüm konuşmalar (grupta, benim gibi seyahat etmemiş üyeler olması nedeniyle) tercüman olarak Bay Gliddon ve Bay Buckingham'ın aracılığıyla eski Mısır dilinde yapıldı. Bu baylar mumyanın anadilini eşsiz bir akıcılık ve ze-rafetle konuşuyorlardı; ama (hiç kuşku yok ki, tamamen modern imgelerin dile girmiş olması ve doğal olarak bunların mumya için tamamen yeni olması yüzünden) belirli bir anlamı aktarabilmek için bu iki seyyahın zaman zaman bir başka çağdaki bir başka anlamı ifade edecek biçimleri kullanmak zorunda kaldığını gözlemlemekten geri durmadım. Bay Gliddon, örneğin, konuşmasının bir yerinde, hatip kürsüsünde sol bacağını geriye atmış, sıkılı yumruğuyla sağ kolunu ileri uzatmış, gözlerini
gökyüzüne dikmiş ve ağzı doksan derece açık, sivilceli burunlu, kılıksız ufak tefek bir adam resmini, bir kömür parçasıyla duvara çizinceye kadar, Mısırlıya "politika" terimini anlatamadı. Aynı şekilde, Bay Buckingham da, (Doktor Ponnonner'ın önerisiyle) beti benzi atarak kendi başındaki perukayı çıkarmaya razı oluncaya kadar kesinlikle çağdaş bir kavram olan "peru-ka"yı anlatamadı.18-
Bay Gliddon'un söylevinin esas olarak mumyaların sargılarının açılmasından ve bağırsaklarının dışarı çıkarılmasından bilimin sağlayacağı yararlan etrafında dönüp dolaştığı kolayca anlaşılacaktır; bu arada özellikle ona, yani Allamistakeo adlı mumyaya herhangi bir zarar verilmişse, bundan dolayı özür diledi ve artık, bütün bu küçük meseleler açıklık kazandığına göre, niyetlenilen araştırmaya devam edilebileceği ima (evet yalnızca ima) etti. Konuşmanın burasında Doktor Ponnonner aletlerini hazırladı.
Hatibin son önerisi üzerine, niteliğini tam olarak anlayamadım ama, Allamistakeo kendi kendisiyle hesaplaşır gibi bir an tereddüt geçirdi, sonra dilenen özürlerden tatmin olduğunu ifade ederek, masadan aşağı indi ve orada bulunan herkesin elini sıktı.
Bu tören sona erdiğine, cerrah bıçağının deneğimiz üzerinde yaptığı tahribatı onarmaya giriştik. Şakağını diktik, ayağını bantladık ve burnunun ucuna bir parmak eninde ve bir parmak boyunda siyah yakı19 vurduk.
Tam o sırada Kontun (Allmistakeo'nun unvanı kontmuş) hafifçe titremeye başladığını gördük - kuşku yok ki soğuktan titriyordu. Doktor hemen gardrobuna koştu ve çok geçmeden Jennings'in makasından çıkmış gayet şık siyah bir ceket, gök mavisi damalı ve yanı şeritli bir pantolon, çizgili pamuklu kumaştan bir gömlek, işlemeli bir yelek, beyaz bir palto, kıvrık saplı bir baston, kenarsız bir şapka, bir çift rugan çizme, oğlak derisinden saman rengi bir çift eldiven, bir gözlük, bir çift favori ve bir kravatla döndü. Kont'la doktorun boylan eşit olmadığı için (biri diğerinin iki katıydı) bu giysileri Mısırlının üzerine uydurmakta biraz güçlük çektik; ama sonunda bu işi tamamladığımızda, Mısırlı giyinmiş sayılabilirdi. Bay Gliddon, bundan sonra Mısırlının koluna girerek onu ateşin yanıbaşındaki koltuğa götürürken, doktor hemen zili çalarak sigara ve şarap getirilmesini emretti.
Sohbet kısa sürede koyulaştı. Allamistakeo'nun hâlâ canlı kalmış olması gibi oldukça olağanüstü bir olgu karşısında duyulan hayret dile getirildi, elbette.
Bay Buckingham, "sizin çoktan ölmüş olmanız gerekirdi diye düşünüyordum" dedi.
"Neden?", diye yanıtladı, çok şaşıran Kont, "Yedi yüz yaşımı daha yeni geçtim! Babam bin yıl yaşadı ve öldüğünde hiç de bunamamışü. "20
Bunu bir dizi hararetli soru ve hesaplamalar izledi ve sonuç olarak anlaşıldı ki mumyanın yaşı konusunda büyük ölçüde yanıhyorduk. Mumya Eleithias katakombuna indirileli beş bin elli yıl ve şu kadar ay olmuştu.21
"Ama benim işaret etmek istediğim nokta" diye konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü Bay Buckingham, "Sizin mezara konulduğunuz zamanki yaşınızla ilgili değildi (gerçekte hâlâ genç bir adam olduğunuzu kabul etmeye hazırım); sizin de açıkladığınız gibi, maden ziftine sanlı olarak çok uzun bir zaman geçirmiş olduğunuzu söylemek istiyordum."
"Neye sanlı olarak?", dedi Kont.
"Maden zifti", diyerek yanıtını tekrarladı Bay B.
"Alı! Evet, ne demek istediğinizi sanırım anladım; kuşkusuz bu da işe yarayabilir, -ama biz kendi zamanımızda civa bik-lorürden başka birşeyi pek kullanmazdık."
"Ama, bizim anlamakta özellikle zorlandığımız şey şu ki", dedi Doktor Ponnonner, "beş bin yıl önce Mısır'da ölmüş ve gömülmüş olmanıza rağmen, nasıl oluyor da bugün burada canlı bulunuyor ve üstelik çok da sağlıklı görünüyorsunuz?"
"Dediğiniz gibi, o tarihte ölmüş olsaydım", diye yanıt verdi
Kont, "şu anda da hâlâ ölü olmam neredeyse kesindi; çünkü, gördüğüm kadanyla galvanizmde22 hâlâ çok acemisiniz ve bizim zamanımızda çok sıradan kabul edilen şeyleri bile onunla becerecek durumda değilsiniz. Gerçek şu ki, katalepsiye23 düştüm ve en yakın dostlarım da öldüğümü ya da ölü sayılmam gerektiğini düşünerek derhal beni mumyaladılar -sanırım, mumyalama işleminin temel ilkelerini biliyorsunuzdur?" , "Tam olarak değil."
"Anlıyorum, -acınacak bir cehalet! Pekâlâ, şu anda ayrıntılara giremeyeceğim, ancak şu kadarını açıklamalıyım ki, Mısır'da mumyalama (kelimenin tam anlamıyla) işleme tabi tutulan bütün vücut fonksiyonlarının sonsuza kadar durdurulması anlamına geliyordu. 'Vücut fonksiyonlan'nı manevi ve ruhi varlık dışında kalan fiziksel varlığı kapsayacak şekilde en geniş anlamıyla kullanıyorum. Tekrar ediyorum, bizde mumyalamanın temel ilkesi bütün vücut fonksiyonlarının derhal durdurulması ve sürekli olarak askıda tutulmasıydı. Kısacası kişi mumyalandığında ne durumdaysa, hep o durumda kalırdı, İmdi, ben bokböceği kanından olmak mutluluğu bahşedilmiş biri olarak şu anda beni gördüğünüz durumda, canlı olarak mumyalandım."
Doktor Ponnonner, "Bokböceği kanından mı?" diye haykırdı.
"Evet. Bokböceği, çok az sayıda üyesi bulunan, seçkin ve soylu bir ailenin amblemi ya da 'arması' idi. 'Bokböceği kanından olmak' amblemi bokböceği olan aileden biri olmaktan başka bir anlama gelmez. Elbette, mecazi olarak söylüyorum."24
"Ama, canlı kalmanızla bunun ne ilgisi var?"
"Neden olmasın? Mısır'da bir bedeni mumyalamadan önce onun beynini ve bağırsaklarını çıkarmak adettendir; yalnızca bokböceği kanından olanlara bu âdet uygulanmazdı. Dolayısıyla, ben bir Bokböceği olmasaydım, şimdi ne beynim ne de bağırsaklarım olurdu ki, bunlarsız da hayatta olamazdım."
"Anlıyorum", dedi Bay Buckingham, "ve sanırım, organları çıkarılmamış durumda tam olarak bize ulaşan mumyalann hepsi Bokböceği soyundan olmalı."
"Buna ne şüphe!"
"Ben düşünüyorum ki", dedi çekingen bir tavırla Bay Glid-don, "bokböceği Mısır tanrılarından biridir."
Ayağa sıçrayan mumya, "Mısır nelerinden biri?" diye haykırdı.
"Tanrılarından!" diye tekrarladı, seyyah.
"Bay Gliddon, sizin böyle konuştuğunuzu duymak beni gerçekten şaşımı", dedi yeniden sandalyesine oturan Kont. "Yeryüzünde hiçbir ulus birden fazla Tanrıyı kabul etmemiştir.25 Bokböceği, ibiş26 ve daha başka birçok yaratık bizde, (başkaları için başka yaratıkların olduğu gibi) doğrudan yaklaşılamaya-cak kadar yüce Yaratıcıya tapınmanın sembolleri ya da aracılarıdır. "
Bir süre hiç kimse konuşmadı. Sonunda Doktor Ponnon-ner sohbeti yeniden başlattı:
"Sizin açıklamalarınıza bakılırsa", dedi, "Nil nehri yakınla-nndaki katakomblarda, bokböceği kabilesinden canlı durumda daha başka mumyaların da bulunması hiç de olanaksız değil."
"Bu da sorulur mu?" diye yanıtladı Kont, "canlıyken kazayla mumyalanmış bütün bokböcekleri canlıdırlar. Hatta kasten böyle mumyalanmış, sonra da vasiyetleri onları yerine getirecek görevliler tarafından savsaklanmış bazdan hâlâ mezarda kalmış olabilir."
"'Kasten böyle mumyalanmış' derken ne demek istediğinizi biraz açıklamak lütfunda bulunur muydunuz?" dedim.
Gözlüğünün arkasından beni uzun uzun süzdükten sonra, -çünkü ilk defa ona doğrudan bir soru yöneltmek cesaretini göstermiştim- "Memnuniyetle" diye yanıtladı mumya.
"Benimi zamanımda insan ömrü genellikle ortalama sekiz yüz yıl kadardı. Olağandışı bir kazaya uğramadıkça çok az insan altı yüz yaşın altında ölürdü; az sayıda insan da bin yıldan daha uzun yaşardı, ama sekiz yüz yıl normal bir süre kabul edilirdi. Size daha önce anlattığım gibi, mumlamaya tekniğinin
bulunmasından sonra, bu doğal sürenin taksitler halinde yaşan-masıyla çok fazla merak edilen hususlarda bu merakın giderilebileceği ve aynı zamanda da çok ilerlemiş bilimden yararlanılabileceği geldi filozoflarımızın aklına. Tarih bilimi açısından, bu türden bir deneyin yaşanması bir zorunluluktu. Örneğin beş yüz yaşına gelmiş bir tarihçi, büyük emeklerle bir kitap yazar ve sonra da vasiyetini yerine getirecek olanlara, belirli bir süre sonunda -söz gelimi beş altı yüz yıl sonra- uyandırılmasını isteyen pro tem27 bir talimat bırakarak kendini özenle mumyalatır-dı. Bu sürenin sonunda yeniden hayata döndürüldüğünde, şaşmaz bir şekilde her seferinde, büyük emeklerle yazdığı eserini rastgele toplanmış bir not defterine -bir başka deyişle, öfkeli bir yorumcu güruhunun birbiriyle çelişen tahminlerinin, anlaşılmaz yorum ve kişisel çekişmelerinin yazınsal oyun alanına-dönüştürülmüş olarak bulundu. Açıklayıcı notlar veya düzeltmeler adı altında yapılan bu tahminler, bu yorumlar, vb. metni öylesine sarmış, çarpıtmış ve boğmuş olurdu ki, yazar kendi kitabını bulabilmek için elinde bir fenerle dolaşmak zorunda kalırdı.28 Bulunduğunda ise, bulunan kitabın arama zahmetine değdiğini görürdü. Kitabı baştan aşağı yeniden yazdıktan sonra, kendi kişisel bilgi ve tecrübesine dayanarak, daha önce yaşadığı dönemin gelenekleri ile ilgili bilgileri düzeltme işine derhal girişmesi zorunlu bir görev olarak istenirdi tarihçiden. Ve böylece çeşitli bilgelerce zaman zaman uygulanan bu yeniden yazma ve kişisel düzeltme süreci, sonuçta târihimizin yozlaşa-rak bir masala dönüşmesini önledi."
Bu noktada, Doktor Ponnonner elin: yavaşça Mısırlının kolu üzerine koyarak "Afedersiniz efendim", dedi, "bir an için sözünüzü kesebilir miyim?"
"Elbette" diye yanıt verdi Kont, ciddileşerek.
Doktor; "Ben, sadece bir soru sormak istiyordum" dedi. "Tarihçilerin kendi dönemlerine ilişkin gelenekler konusundaki kişisel düzeltmelerinden söz ettiniz. Lütfen söyler misiniz, efendim, bu Kabbala'nın29 ne kadarı doğru kabul edilebilir?"
"Çok yerinde bir terimle ifade ettiğiniz gibi Kabbala'nın genellikle yeniden yazılmamış tarihlerdeki kayıtların tam eşdeğeri olduğu görülmüştür; -yani, her ikisinde de tek bir harf yoktur ki, her durumda tamamen ve kökten yanlış olmasın."
"Ama", diye sözlerine devam etti doktor, "mezara konulmanızdan bu yana en azından beş bin yıl geçtiği belli olduğuna göre, mezara konulmanızdan sadece bin yıl kadar önce meydana gelen ve sizin de bildiğinizi sandığım, evrensel bir ilgi uyandıran Yaratılış30 hakkında o dönemdeki yıllıklarınızda ya da tarihlerinizde kesin bilgiler bulunduğuna muhakkak gözüyle bakıyorum."
"Efendim?" dedi Kont Allamistakeo.
Doktor sözlerini tekrarladı, ama ancak birçok ek açıklama yapıldıktan sonradır ki, yabancı bunlan anlayabildi. Mısırlı sonunda tereddütle şöyle konuştu:
"ileri sürdüğünüz düşünceler, itiraf ederim ki, benim için tamamen yenidir. Benim zamanımda hiç kimsenin evrenin (ya da isterseniz, dünyanın diyebilirsiniz) başlangıcı gibi tuhaf bir düşünce taşıdığını bilmiyorum. Bir defasında, evet sadece bir defasında, bir düşünürün insan ırkının yaratılışıyla ilgili olarak birşeyler söylediğini hayal meyal anımsıyorum; bu kişi sizin de kullandığınız Adem31 (ya da balçık) sözcüğünü kullanıyordu. Gerçi o, sözcüğü genel anlamda, dünyanın beş ayn ve hemen hemen eşit bölgesinde, aynı anda çamurdan kendi kendine -tıpkı gözle görülemeyen binlerce küçük canlının üremesi gibi- beş büyük insan sürüsünün oluşması anlamında kullanıyordu."32
Buna hepimiz omuz silktik ve bir kaçımız anlamlı bir şekilde alnımıza dokunduk. Bay Silk Buckingham, Kont Allamista-keb'nun önce başının arka, sonra üst kısmına bir göz attıktan sonra yeniden söze başladı.
"Açıkladığımız gibi zaman zaman taksitler halinde yaşama uygulamasıyla birlikte, sizin zamanınızdaki insan hayatının uzunluğu, genel olarak bilimin ilerlemesine ve bilgi birikimine herhalde büyük katkılar sağlamıştır. Bu durumda, eski Mısır biliminin her bakımdan günümüz biliminden, özellikle de Yankee biliminden geri olmasını Mısırlıların kafatasının olağanüstü kalınlığına vermek zorundayız."
Kont çok hoş bir tavırla: "Yine itiraf ederim ki", diye yanıtladı, "sizi anlamakta oldukça güçlük çekiyorum. Lütfen, söyler misiniz hangi bakımlardan?"
Bunun üzerine, frenolojinin varsayımlarından ve manyetizmanın mucizelerinden ayrıntılarıyla ve uzun uzadıya hep bir ağızdan söz ettik.
Bizi sonuna kadar dinledikten sonra Kont, Gali ve Spurz-heim kuramlarının prototiplerinin neredeyse anımsanmayacak kadar uzun bir zaman önce Mısır'da gelişip yok olduklarını ve Messmer'in çevirdiği dolaplann, bit ve buna benzer birçok şey yaratan Tebli bilginlerin gerçek mucizeleriyle karşılaştınldığın-da ne kadar acınacak hileler olduğunu ortaya koyan bazı anekdotlar anlatmaya koyuldu.33
Burada Kont'a, halkının güneş ve ay tutulmalannı hesaplayıp hesaplayamadıklarını sordum. Oldukça tepeden bakan bir tavırla gülümseyerek hesaplayabildiklerini söyledi.
Bu beni biraz rahatsız etti, ama yine de astronomi konusundaki bilgisiyle ilgili daha başka sorular sormaya devam ettim; o sırada, o ana kadar hiç ağzını açmamış biri, eğer bu konuda bilgi edinmek istiyorsam Batlamyus'a (her kim ise bu Bat-lamyus)34 ve Plurtarkos'un de facia lunce35 adlı yapıtına bakmamın daha iyi olacağını kulağıma fısıldadı.
Sonra mumyaya büyüteç ve mercek camlanyla ve genel olarak cam üretimiyle ilgili somlar sordum. Sorularımı daha bitirmemiştim ki, ağzını hiç açmayan üyemiz yeniden sessizce dirseğime dokunarak benden Allah aşkına Diodorus Siculus'a36 bir göz atmamı rica etti. Kont'a gelince yanıt yerine, bana sadece biz çağdaşlann akik taşını Mısırlıların kestiği tarzda kesmemize olanak verecek bir mikroskobumuzun olup olmadığını sordu. Bu soruya nasıl yanıt vereceğimi düşünürken, ufak tefek Dok-tor Ponnonner, fevkalade tuhaf bir ses tonuyla:
"Mimarimize bakınız!" diye haykırdı ve iki seyyahın son derece sinirlenerek kendisini hiçbir sonuç elde edemeden morar-tana kadar çimdiklemelerine aldırış etmeden, heyecanla devam etti:
"New York'taki Bowling Green Fountain'a bakın! Yok eğer bu seyir sizi ezecekse, o zaman bir an için Washington'daki Ca-pitol'ü görmeye gidin!" -ve bu ufak tefek tıp adamı en ince ayrıntılarına kadar söz konusu binaları anlatmaya girişti. Sadece binanın revakında birbirinden onar ayak uzaklıkta beşer ayak çapında yirmi dört adet sütun olduğunu açıkladı.
Kont, temelleri zamanın karanlık bir döneminde atılmış olmakla birlikte, kalıntıları kendisinin mezara konulduğu dönemde Teb kentinin batısına doğru uzanan geniş kum ovasında hâlâ durmakta olan Aznac37 kentinin belli başlı binalarının boyutlarını o an için tam olarak anımsayamadığı için üzgün olduğunu söyledi. Yine de, revaklardan bahsedilince, Karnak39 denilen bir tür varoşta ikinci dereceden bir sarayın, birbirinden yirmi beşer ayak aralıklarla yerleştirilmiş, çevresi otuz yedişer ayak gelen yüz kırk dört sütundan oluşmuş bir revakı olduğunu anım-samışü. Nil'den bu revaka her iki yanı sfenksler, heykeller ve yirmi, altmış, yüz ayak yüksekliğinde dikilitaşlarla bezenmiş iki mil uzunluğunda bir cadde ile ulaşılıyordu. Sarayın kendisinin bir yöndeki uzunluğu, anımsayabildiği kadarıyla, iki mil; çevresi ise toplam yedi mil kadardı. Duvarlann içi ve dışı baştan aşağı boyanmış, hiyerogliflerle süslenmişti. Bu duvarların içerisine doktorun Capitolü'nden elli ya da altmış tanesinin inşa edilebileceğini ileri sürecek değildi, ama iki yüz-üç yüz tanesinin biraz zahmetle sıkıştırılamayacağından hiçbir şekilde emin değildi. Karnak'taki bu saray, ne de olsa önemsiz küçük bir binaydı. Bununla birlikte, doktorun anlattığı Bowling Green'deki çeşmenin görkemini, üstünlüğünü ve yapılışındaki ustalığı yadsımaya Kont'un vicdanı elvermiyordu. Ne Mısır'da, ne de başka bir yerde bir benzerini daha görmemiş olduğunu kabul etmek zorundaydı.
Bu noktada, Kont'a demiryollarımıza ne diyeceğini sordum. "Söyleyeceğim özel birşey yok" diye yanıtladı. Demiryolları oldukça zayıftı, kötü tasarımlanmış ve beceriksizce döşenmişlerdi. Mısırlıların üzerinde koca koca tapınaklan, yüz elli ayak yüksekliğindeki dikilitaşları taşıdıkları demir oluklu, geniş, düz, dosdoğru uzanan yollarıyla karşılaştırılamazlardı. Dev mekanik kuvvetlerimizden söz ettim. Bu bakımdan birşeyler bildiğimizi kabul ediyordu, ama Kap-nak'taki küçük bir sarayın bile üst sövesi üzerindeki üzengi taşını nasıl yerine koyabilirdim diye bana sordu.
Bu soruyu duymazlıktan gelmenin yerinde olacağına hükmederek artezyen kuyuları hakkında bir fikri olup olmadığını sordum; Bay Giddon açık bir şekilde bana göz kırparak, Büyük Sahra'da kuyu açma işinde çalışan mühendislerin yakın zamanlarda bir artezyen kuyusu keşfetmiş olduklannı alçak bir ses tonuyla söylerken Kont sadece kaşlannı yukarı kaldırdı.
Bunun üzerine ona çeliğimizden söz ettim; ama yabancı burun kıvırdı ve dikilitaşları süsleyen ve tamamen bakır aletlerle yapılmış oymaları çeliğimizle yapıp yapamayacağımızı sordu bana. Bu bizi o kadar rahatsız etti ki, sözü metafiziğe getirmenin uygun olacağına hükmettik. Dial39 adlı kitaptan bir tane getirmeye birini gönderdik ve anlamı pek açık olmayan ama Bos-tonlulann Büyük ilerleme Hareketi dedikleri bir şey hakkında bir iki bölüm okuduk.
Kont, Büyük Hareketlerin kendi zamanında çok sıradan şeyler olduğunu, ilerlemeye gelince bir ara sıkıntı olduğunu ama ilerleme düşüncesinin asla ilerleme getirmediğini söylemekle yekindi.
Sonra Demokrasinin güzelliğinden ve öneminden söz ettik, ama oy kullanma hakkının ad libitum40 olduğu, kralın bulunmadığı bir ülkede yaşamanın ne kadar güzel olduğu konusunda Kont'u ikna etmede çok zorlandık.
Belirgin bir ilgiyle dinledi ama pek fazla hoşlanmış görünmedi. Sözümüzü bitirdiğimizde, buna çok benzer bir olayın olduk-ça uzun bir zaman önce Mısır'da da yaşanmış olduğunu anlattı. On üç Mısır eyaleti birden bağımsız olmaya ve insanlığın geri kalanı için muhteşem bir örnek oluşturmaya karar vermiş. Bütün bilginlerini bir araya toplayarak düşünülebilecek en usta işi anayasayı yapmışlar. Bir süre işler oldukça iyi gitmiş; yalnız yüksekten atma huylan müthişmiş. Ama bu on üç devletin on beş yirmi kadar başka devletle birleşmesinden sonra, yer yüzünde görülen en iğrenç ve dayanılmaz birdespotizme varmış işin sonu.
iktidarı zorla ele geçiren despotun adını sordum.
Kont'un anımsayabildiği kadanyla bu despotun adı Ayak-takımıydı.
Buna ne diyeceğimi bilemediğimden sesimi yükselterek Mısırlıların buhar konusundaki bilgisizliklerine üzüldüğümü belirttim.
Kont büyük bir şaşkınlıkla bana baktı ama bir yanıt vermedi. Öte yandan bizim sessiz arkadaş dirseğiyle kaburgalanmı şiddetle dürttü ve -bu sefer kendimi fena halde ele verdiğimi söyleyerek- gerçekten de modern buharlı makinaların Solomon ve Caus41 vasıtasıyla Hero'nun42 icadından hareketle icat edildiğini bilmeyecek kadar aptal olup olmadığımı sordu.
Artık neredeyse bozguna uğramak üzereydik ki, Allahtan, kendini toparlamış olan Doktor Ponnonner imdadımıza koştu ve Mısır halkının kılık kıyafetle ilgili bütün önemli hususlarda gerçekten çağımız insanına rakip olmak iddiasında bulunup bulunmadığını sordu.
Bu soru üzerine Kont, pantolonunun şeritlerine bir bakış attı, sonra ceketinin kuyruklanndan birinin ucunu tutup gözlerine yaklaştırarak birkaç dakika dikkatle inceledi. En sonunda ceketin eteğini elinden bıraktığında, yavaş yavaş yüzüne yayılan bir gülümsemeyle ağzı kulaklarına vardı; ama yanıt olarak birşey söyleyip söylemediğini anımsamıyorum.
Bunun üzerine keyfimiz yerine geldi ve Doktor Ponnonner büyük bir ağırbaşlılıkla mumyaya yaklaşarak Mısırlıların herhangi bir dönemde Ponnonner pastilleriyle Brandreth haplan-
nın43 nasıl imal edildiğini anlayıp anlamadıklarını bir centilmen olarak şerefi üzerine içtenlikle söylemesini rica etti.
Büyük bir tedirginlikle verilecek yanıtı bekledik, -ama boşuna. Bu sorunun yanıtı verilmedi. Mısırlı mahcubiyetle kızardı ve başını önüne eğdi. Zafer hiçbir zaman bu kadar tam, yenilgi hiçbir zaman bu denli zor yutulur olmamıştır. Mumyanın küçük düşmesine bakmaya daha fazla dayanamadım. Şapkamı aldım, hafif bir baş eğişiyle mumyayı selamlayarak oradan ayrıldım.
Eve vardığımda saatin dördü geçmiş olduğunu gördüm ve hemen yattım. Şu anda saat sabahın onu ve ben yediden beri ayaktayım; ailemin ve insanlığın yararlanması için bu anılan kaleme almaktayım. Ailemi bir daha görmeyeceğim. Karım cadının teki. Gerçek şu ki, bu hayattan ve genel olarak on dokuzuncu yüzyıldan bıktım, usandım. Her şeyin yanlış gittiğini düşünüyorum. Bundan başka, 2045 yılında kimin Amerikan Devlet Başkanı olacağını çok merak ediyorum. Bu yüzden tıraş olup bir fincan kahve içer içmez Ponnoner'in evine gideceğim ve kendimi birkaç yüzyıllığına mumyalatacağım.

NOTLAR
1 Gal tavşanı (Welsh-rabbit): Kızarmış ekmeğe sürülen eritilmiş peynir. Birçok zengin İngilizin sofrasını süsleyen tavşan etini bulamayan, Galler'in nispeten yoksul insanlarının et yerine yediği hazım güç olan bu yiyeceğin geceleri kâbus görmeye neden olduğu ileri sürülür. Sözcük, zamanla "Welsh-rarebit" şeklini almış ve içerisinde taşvan bulunmayan şeklinde yorumlanır olmuştur (Rare: Nadir, az bulunur).
2 Libre: Yaklaşık yarım kilo (454 gram).
3 Stout, normal siyah biradan dalın fazla malt içeren daha koyu renkli yüzde altı-yedi alkollü sert ve keskin kokulu bir bira.
4 Ponnonner, pon honor, upon honor: Şerefim üzerine. Durmadan şerefi üzerine yemin eden birinin kastedildiği düşünülmekte. Burton Pollin, Dr. Ponnonnerin tıpkı 'Dr. Swaim' ve 'Dr. Brandreth' gibi adları insanın aklına ikiyüzlülük ve alçaklığı getiren bir kahraman olduğunu ileri sürmektedir.
5 Eleithias ya da Eileithyia. Mısırlıların Nuben diye adlandırdıkları eski bir Mısır kenti. Libya dağları Teb kenti yakınlarındadır.
6 Sabretash (sabretache) süvari subayının kılıç kayışına asılan deri el çantası. Bu adın Fraser Magazine tie "Oliver York'a (William Maginn in lakına adı) mektuplar yazan "Kaptan Orlando Sabertash"tan (uyduruk bir ad) alındığı sanılıyor.
7 Papier mache (Fr.): Sıkıştırılmış kâğıt.
8 Allamistakeo (All a mistake): Her şey bir hata.
9 Gövde genel olarak sedir yağı, kimyon, parafin, doğal sodyum karbonat (su gidermede kullanılan bir bileşik) sakız ve muhtemelen süt ve şarap karışımıyla ovulur, sonra üzerine baharat serpilirdi.
10 Eski Mısırlılar pictogramlardan (resimyazı) hiçbir zaman vazgeçmemiş olmakla birlikte, fonetik sembollerde kullanırlardı.
11 Kanatlı Küre: Poe, Kanatlı Disk'i kastediyor. Kanatlı Disk, güneşi temsil eden bir Mısır motifidir.
12 Bokböceği (scarabaeus): Eski Mısırlılar tarafından dirilmenin sembolü olarak kabul edilen ve kutsal sayılan hayvan. Ayrıca bir böcek şeklinde taştan oyulmuş ve arkasında yazılar bulunan muska.
13 Maden zifü (asphaltum), doğada petrolün buharlaştığı yerlerde bulunan kahverengi-siyah bir madde. Katransı özü koruyucu nitelikte olabilir, ama Mısırlılar genel olarak kara sakız ve reçine kullanırlardı.
14 Göz akı.
15 James Silk Buckingham (1786-1855): Gezi kitapları yazan. Özellikle Doğuya yapılan gezilerle ilgili kitaplarıyla ünlü. Birleşik Devletlerle ilgili bir dizi kitabı köleliğin ve Güney'in eleştirisi niteliğindeydi ve Poe ona karşı çıkmaktaydı.
16 En masse (Fr.): Hep birden, birlikte.
17 Ünlü bir tiyatro oyuncusu.
18 Peruka: Wig. Poe'nun yayınladığı metinde "wig" olan bu sözcük, Gris-wold'un yayınladığı basımda da ondan sonraki basımlarda da "whig" olarak geçmektedir. Whig, İngiltere'de on sekizinci yüzyılda kurulan ve şimdi Liberal Parti olan siyasi parti üyesi. Bir önceki cümlede geçen "politika" sözcüğü Griswold'a Poe'nun sözcük oyunu yaptığını düşündürtmüş olabilir.
21 Aralık 1841 tarihli New York Tribune'de yayımlanan (ve bir Londra gazetesinde yeniden yayımlanan) bir makale, bir ingiliz müzesinde bulunan Teb şehrinden getirilmiş "Charles 11 zamanında modaya düşkün salon adamlarının ya da günümüzün allaıne yargıçlarının kocaman perukaları" kadar büyük bir perukadan söz etmektedir.
19 Plaster: Alçı ve yakı anlamlarına gelmektedir. Burada sözü edilen katran ve parafinden bir yakı olabilir.
20 Poe, Eski Ahit'teki uzun yaşayan kişiliklere gönderme yapıyor.
21 Bu dununda, öykü 1845'te yazıldığına göre mumyanın mezara indirilme tarihi M.Ö. 3203 yılı oluyor.
22 Galvanism: Kimyasal etkiyle oluşturulan elektrik, galvanik elektrikle tedavi. Elektrikleme, harekete geçirme, canlandırma.
23 Kasların donınasıyla irade ve hissin birdenbire kaybolması hastalığı.
24 Bokböceğinin küre biçimindeki küçük gübre parçalarını yuvarlayarak yuvasına götürme huyu, Mısırlılarca Güneş Tanrısı Khepri'nin güneşi gökyüzünde çekip götürmesine benzetilmiştir. O zamanki adlandırılışı kheper böceği olan bu hayvan Güneş Tanrısı'nın adı için hiyeroglifik esin kaynağı olmuş ve taştan yapılmış suretleri muska olarak kullanılmıştır.
25 Başlangıçta Mısırlılar yerel tanrılara taparlardı: Busiris'te Osiris, Emphis'te Ptab, Teb'de Amon-Re (veya Ra) ve On'da Atum-Re (veya Ra). Atum-Re bir güneş tanrısıydı ve Orta Krallık'ın başlangıcında (İ.Ö. 2445) birçok yerel tanrıyla özdeşleşti. Böylece ülke tektanrıcı bir sisteme doğru gitti. Bununla birlikte tek tanrıya tapınmanın devlet dini olarak kabulü, ancak Amenophis IV'ün İ.Ö. 1375'te tahta çıkmasıyla oldu: Bu tanrı, Güneş Kursu Re-herakthe idi. Amenophis IV'ün iktidarının beşinci yılında tanrının adı Akheııateıı ("Güneş kursuna yararlı") olarak değiştirildi ve Karnak'taki Amon-Ra Tapınağı'nın kapatılarak bu tanrının adının ortadan kaldırılması emredildi.
Mısır'ın tektanncı dönemi sadece otuz yıl kadar sürdü. Tutanka-mon'un ("Amon'un yaşayan imgesi", İ.Ö. 1357-1347) ölümünden sonra, Horebheb'in (Î.Ö. 1344-1315) iktidarı sırasında ülke yeniden Amon-Ra'ya ve onun yerel benzerlerine tapınmaya geri döndü. Akhenaten'in güneş tanrısı tapınakları sistemli bir şekilde bir kenara itilerek yeryüzünden silindi.
Poe'nun döneminde bu bilgilerin çoğu bilinmiyordu. Bu bilgilerin büyük bir bölümü ancak 1970'Ierde öğrenildi.
26 İbis: Balıkçıl familyasından bir kuş, çeltik kargası.
27 Pro tem veya pro tempom (Lat.): Geçici olarak.
28 Lamba, elinde fenerle dürüst bir adam, daha doğrusu "adam" diyebileceği birini arayan Diyojen'e gönderme yapıyor olabilir.
29 Kabbala ya da Kabala, ibrahim'den geldiği savlanan, ama gerçekte hahamların biçimciliğine bir tepki olarak Orta Çağlarda üretilen esoterik bir Ki-tab-ı Mukaddes yorum sistemi. On ikinci yüzyılda popülaritesinin zirvesine ulaşan bu sistem, her harfin, her sayının, hatta her fonetik işaretin sadece sırrı bilen kişilerce yorumlanabilecek gizler içerdiği inancına dayanmaktaydı.
30 Piskopos Ussher'in (1581-1656) t.Ö. 4004 yılını yaratılış tarihi olarak göstermesine atıf yapılıyor. Yüzlerce yıl revaçta kalan bu inanış ancak Mısır'da yapılan keşiflerle sarsılmaya başlamıştır.
31 Asur dilinde tanrı tarafından yaratılmış çocuk anlamına gelen "adımı "sözcüğünden gelen "Adem'', tbranice ilk insan ve kırmızı toprak (ya da balçık) anlamına gelir.
32 Kendiliğinden üreme veya abiogenesis (cansızdan canlı oluşumu) fikrinin tarihi, mikroskopsuz olarak bazı hayat biçimleri için başka bir açıklama bulamayan Eski Yunan'a kadar gider. Bundan çok sonraları bile, insanlar farelerin zahireden veya karanlık bir kutuda bırakılmış kirli bir gömlekten: kurtçukların çürümekte olan etten; hamamböceklerinin bozuk yiyeceklerden anasız-babasız ürediklerine inanıyorlardı. Pasteur, mikropların bile daha önceden mevcut mikroplar olmadan üreyemedigini göstererek soruna son noktayı koydu.
Bugün, dünyanın başlangıcındaki atmosferin de yıldırım etkisiyle organik bileşiklerden oluşan ilkel hayat kuramı tek olanaklı "kendiliğinden üreme" olarak görülmektedir.
33 Gali ve Spurzheim frenolog, Messmer ipnotizma ile hastalığın tedavi edilebileceğini ileri süren ve adından mesmerism sözcüğü türetilen şahıs.
"Bit yaratan Tebli bilginlerle dolaylı olarak 'bit yaratmaya çalışıp başaramayan' Mısırlı büyücülere gönderme yapılmaktadır (Exodus 8:18): "Aaron asasını hızla toprağa vurdu ve insanda ve hayvanda bit oluştu; bütün Mısır toprağı bite kesti."
34 Batlamyus (Ptolemaios): ikinci yüzyılda Mısır'da yaşamış ve iskenderiye'de gözlemler yapmış Yunanlı matematikçi, coğrafyacı ve astronom. Ko-pernik'in öğretisi kabul edilene kadar Batlamyus'un eserleri standart ders kitaplarıydı. Batlamyus sisteminde güneş ve diğer gök cisimleri dünyanın etrafında dönerler. Batlamyus bir astrolab (usturlap, gök cisimlerinin yüksekliğini belirlemede kullanılan bir cihaz) yapmış, ay ve güneş tutulmalarını hesaplamıştır.
35 Plutarkos (Plutarch, M.S. 46-120): Romalı tarihçi. De facia lunce, ayın fazlan üzerine. Eserin Plutarkos'a ait olduğu kuşkuludur.
36 Diodorus Sicilus, (Ölüm tarihi: M.Ö. 21) bugün güvenilmez kabul edilen kırk ciltlik bir dünya tarihi yazmış olan Sicilyalı tarihçi.
37 Uydurma bir isim.
38 Karnak, Luxor'un bir mil doğusunda bulunmaktadır ve Teb kentinin bir bölümü üzerine kurulmuştur. Firavunlarla ilgili birçok kalıntı bulunmaktadır; kalıntıların en ünlüsü Büyük Amon Tapınağı'dır.
39 Poe'nun edebi bir savaş açtığı New Englandlı transandantalistlerin yayın organı.
40 Ad libitum (Lat.): istenildiği kadar.
41 Solomon de Caus (1576-1626), buhar kuvveti üzerine öncü çalışmalar yapmış Normandiyalı mühendis.
42 Hero (ya da Heron), iskenderiyeli. Yaşadığı tarih tam olarak bilinmiyor. Büyük bir olasılıkla l.Ö. 2 ve 3. yüzyıllar arasında. Buharlı bir makina yapmış olduğu varsayılıyor.
43 Çok bilinen ve kullanılan yumuşatıcı bir ilaç (müshil).

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9