"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

7 Mart 2012 Çarşamba

DÜNYADAN BİR ATLI GEÇTİ-BEKİR YILDIZ

Gün siyahlanmadan varmak istiyordu. İstedikçe düşüyor, düştükçe, kalkamadan bekliyordu bir süre. Saatlerden beri geliyordu ötelere doğru. Bir tek kuş bile görememişti. Önceleri üzülmüş, bozkırın alabildiğine uzanan boşluğunda daha bir yalnız olduğunu anlamıştı. Şimdi şurada, göğe bakarken -hem de aç, susuz- kuşların buralara neden gelmediğini anlıyordu. Bir tek ağaç bile yoktu, konmaları için.
Güneşe baktı. Az kalmıştı. Ayaklarını toprağa çakıyormuş gibi, dizlerine yığdı ağırlığını. Kalktı. Önü, dağsız, tepesiz yolda yeniden yürümeye başladı.
Sağına baktığında, güneşin son izini de yitirdi. Gök, neredeyse yerle bir olacaktı. Yüreği karanlıkla teyelleneceği sıra, varmayı dilediği köyü gördü. Az ötesindeydi. Oturdu. Umutlandığı ev, iyice şilinsin istedi; güneşsiz bozkırda.
Kapı açıldı. Odadan gaz lambasının bulutlu ışığı vurunca, tanıdı onu, ağanın oğlu. "Sen misin?" "He," dedi yeşil gözlü delikanlı, sarılırken. "Benim."
"Gel içeri."
Öteki odadan, ağa geldi bu sıra. Üç erkek baktı birbirine. "Şöyle otur," diye divanda yer gösterdi ağa. Oturdular.
"Kusuruma bakmayın," dedi. "Başım darda kaldı da." "Hele," dedi ağa oğluna. "Söyle de sofra hazırlasınlar konuğumuza."
Çıktı odadan. Ağa sokuldu biraz.
"Başını dolaştıran ne?"
"Suyu geçmek isterim; öbür yüze."
"Birini mi vurdun?"
Başını salladı, evet'leri yok edercesine.
"Kaçak işi mi?"
"Anladım," dedi ağa bağdaşını tazelerken. "Hükümetle karşı karşıya gelmişsin sen."
"Öyle oldu."
"Canın sağ olsun," dedi ağa konuğun sırtını sıvazlarken. "Ananın hakkı çoktur bizde. Kimse alamaz elimden seni. Kalk yüzünü gözünü yıka. Nerdeyse gelir aş. Anan nasıl?"
"Öldü geçen güz."
Gaz lambasını kısıp kapıyı yavaşça örttü ağanın oğlu.
Gözleri açıktı yine. Odanın içindeki ufacık aydınlık, şekillere vurunca, gölgeler duvarlarda, tavanda kocaman kocaman olmuştu. Günlerden beri ilk kez yumuşak bir yatağa kavuşmuştu. Gönlü de yumuşayıp dağılmıştı canında. İki oda ötede, kendisini koruyacağına söz vermiş ağa vardı çünkü. Bozkır yerinde, ağanın ağzından çıkan sözlerin güvenilir olduğuna inanmıştı. Bedeni gevşedi. Bıraktı kendisini, uykuların en şirinine.
Az sonra, kapıyı açtı ağanın oğlu. Başını uzatıp baktı içeriye. Konuğun uyuduğunu iyice kestirince dönüp babasının dizleri dibine oturdu.
"Uyumuş."
Ağa sigarasını sarıp ateşleyince konuştu.
"Ben ölünce, yerime kim geçecek ha?"
Oğlu, başını öne düşürdü. Utanması uzun sürdü.
"Sen," dedi ağa. "Bunu bilmeyecek ne var. Biricik oğlum değil misin?"
"Allah geçinden versin," dedi oğlu.
"Diyelim, yarından yakındır ölüm bana. Hazır mısın ağalığıma sahip çıkmaya?"
"Kurban baba," dedi biraz utanmış. "Durduğun yerde, neden böyle konuşursun?"
"Seni sınamak isterim," dedi ağa. "Bakalım sancağımı, yere mi düşürürsün, yoksa bir kat daha mı açarsın, gizli oyunlara karşı."
Oğlu, başını çevirdi babasına. Bağlandılar gözleriyle.
"Sına," dedi sonunda. "Güvenin yoksa sına. Bunca yıl, senin gibi bir ağanın oğlu olmam yetmemişse..."
Divana uzandı ağa. Dirseğinin birisiyle başını besledi.
"İçerdeki," dedi. "Suyu geçmek istermiş."
"Kaçağa mı?"
"Yok."
"Birisini mi vurmuş?"
"O da değil."
"Vel... Ya niyeymiş?"
Bedenini ikiye katladı ağa, oturduğunda.
"Sen ağa olamazsın," dedi kızgın. "Başka işler var şimdilerde, anlayamadığın."
"Nasıl işler kurban baba?"
"İçerdeki delikanlı kimdir, kim değildir bunu bilmelisin ilkin."
"Emzikçimin oğlu ya!"
"Ölmüş geçen güz."
"Eee baba?"
"Kısmet ayağımıza gelmiştir yine. Anasının sütü kurtarmıştı seni, şimdi de oğlunun başı, şanımıza şan katacak."
Kalkıp divana oturdu. Babasına yakın olmakla, anlatılanları daha iyi kavrayacağını sandı.
"Buyur baba," dedi. "Kulağım, aklım sendedir."
Ağa yokuşları düzleştirdi.
"Vur onu."
"Niye baba?"
Ağa divandan kalktı. Odanın içinde yürümeye başladı. Oğlu da yerinden doğruldu. Babası ayaktayken oturmak törelerine sığmazdı.
"Hükümetle aramız açıktır," dedi ağa, durduğu bir sıra. "Bunu düzeltmek gerek."
"Süt kardeşimin başıyla mı?"
"He... Söyle bakalım şimdi, vurulacak en uygun yer neresidir?"
"Evimizin içi mi?"
"Dedim ya, sen ağa olamazsın ulan. Emdiğin süt haram olsun. Süt yere girsin hem. Emzikçinin sütüydü alt tarafı. Ya bunca emeklerim?"
Dudak sürdü babasının ellerine.
"Bağışla... Seni kızdırdım, durduğun yerde. Nerden geldi, süt kardeşim mi kimse?"
"Töbe de oğlum. Kendi ayağıyla gelmiştir kısmetimiz." "Nerde vurmalı öyleyse baba? Hele söyle, iyice meraklandım."
Sustular. Su bir lokmacık da olsa, kuyu başının kıyıcığında kurbağalar vardı. Ötüyorlardı, bozkır sessizliğinde. Sesleri bedenlerini, bin kat arttırırcasına hem. Baba-oğul dinlediler bu sesi, bir süre. Öteki odalarda yatanları düşündü ağanın oğlu. İki kızkardeşi, anası -özbeöz anası- vardı. Yanaşmalar vardı, ahıra yakın bir odada. Birkaç duvar ötede de, üzerine ölüm kurdukları süt kardeşi yatıyordu.
"Bak," dedi ağa, oğluna iyice sokulunca. "Tüm köylerimiz, tüm topraklarımızın dışında olmalı bu iş. Hükümete göz kırparken, töremizi bozup Tanrı misafirini ele verdi dedirtmemeli, dosta, düşmana. Anladın mı ağalığın ustalığını oğul?"
Gözlerini araladı. Yumdu gerisin geri. Hafif bedenini kıpırdattı yorganın altında. Buralara nasıl, neden geldiğini düşündü. Yıllar önce gitmişti bu köyden. Yıllar sonra, bir kaçak olarak geleceğini nasıl bilebilirdi o günler. Yazgı demiyordu ama böylesi dönüşe. Yazgıyı utandırmak, karalamak diyordu. Başkaları adına üstelik...
Kapı tıkırdadı. Gözleri açıldı hemen. Süt kardeşinin evinde de olsa, tetik olmaya alışmıştı günlerden beri. Toparlandı.
"Kimdir o?"
"Benim," dedi ağanın oğlu.
"Kalktıydım," dedi kapıya gelip sürgüyü boşa alırken.
Odaya girdi, ağanın oğlu. Kapıyı örttü.
"Babamdan bir şey istemişsin kardeşim," dedi usulcacık. "Gün iyice ağarmadan, savuşalım derim. Suyun öbür yüzüne geçirmek boynumun borcudur seni."
"Sağol kardeşim," dedi. "Giyineyim."
Ağanın oğlu çıktı.
Odanın küçük penceresinden dışarıya baktı. Gün geliyordu. Evler incelmiş karanlığın içine, duvarlarını doldurmaya başlamıştı dünkü gibi. Evlerin ortaya aldığı küçük alanı da gördü. Az önce, kendisini suyun öbür yüzüne aşırtacak ağanın oğluyla birlik, süt kardeşlikle aşılanan çocuklukları kıpırdanmaya başladı bu alanda. "Kardeşim gel. Koşma öyle. Düşersin sonra. Kardeşim benim." Ağanın oğlu koşardı ama. Bu kez, kendisi yeki-nirdi durduğu yerden. Yakalardı onu. Sarılırdı. "Tatlı kardeşim benim," derdi sıcacık. Ağanın oğlu bakardı ona uzun uzun. "Biz nasıl kardeşiz?" diye sorardı ardından. "Senin evin bir göz, benim evim çok göz?" "Sütümü içmişsin sen. Anamın söyleyişi, bal gibi kardeş sayılırmışız bundan ötürü." Kapı tıkırdadı yeniden. "Hazırım," dedi.
"Gel öyleyse, kimseyi uyandırmadan çıkalım," dedi ağanın oğlu.
Eşikliğe çıktı. Bakındı çevresine. Odalar kördü. "Babanın ellerinden öpmek isterim," dedi, yeşil gözlerini kırpıştırırken. "Belki de hiç dönemem."
Kıpırdandı ağanın oğlu. Babasının odasına doğru yürümeye niyetlendi.
"Uyuyordur," dedi sonunda. "Döndüğümde, hakkını helal etmesini söylerim."
Önce avluya çıktılar. Sonra her biri, bir ata bindi. Köyün güneyine daldılar. Atların yelesinden, sabah yeli gelip geçerken; ekinlerle sarmaş dolaş oluyordu yeleler çoğu kez. Ağanın oğlu, hafifçe öne eğilmişti. Atın hareketleri, bedeninde yaylanıp yumuşarken, süt kardeşi güçlük çekiyordu, atının sırtında.
Yan yana oldular bir ara. Dönüp baktılar birbirlerine. Aynı ayda, hatta aynı günde doğmuş olmalarına karşın, ağanın oğlu iriydi, süt kardeşinden. Yeniden art arda oldular. Yeşil, umut dolu gözleriyle ağanın oğluna baktı. Kendisinin ne kadar cılız kalmış olduğunu, şimdi daha iyi görebiliyordu. Güneş çok ötelerde de olsa, çok aşağılarda da olsa renklendirmişti göğün doğusunu. Omuzlarına baktı. At sırtına çökmüş yarım bedenine, üzengiye dolmuş kocaman ayaklarına da baktı. Belli belirsiz, atın sırtında kalkıp oturdu. Yelden hafif olduğunu sandı, izlerken onu.
Bir tepenin başına vardıklarında, atını durdurdu ağanın oğlu.
"İyice kollamak gerek," dedi. "Suya az kaldı."
Kolladığı başka şeylerdi oysa. Köylerinden uzaklaştıklarını iyice kestiriyordu. Topraklarının da tükenmiş olduğuna bir güzel inanmak istedi. Çevresine bakındı. Topraklarını, koşturulan at sırtında, saatlere vurdu. Babasının sözlerini bir bir geçirdi aklından. Daha güvenilir olmak için, biraz daha toprak çiğnetmek istedi atlara.
"Az kalmış kardeşim," dedi gülümseyerek.
"Sen benim südümü içmişsin. Kardeş olmuşuz böylece," dedi. "Süt hakkı kolayına bağışlanmaz ama, bu iyiliğine karşılık, bir bardak suyumuzu içip geçmişsindir diyelim. Diyelim de hel-lallaşalım kardeşim."
Atların sırtında uzandılar birbirlerine. Kol atıp yarımşar beden sarıldılar.
Emzikçi kadın, ölmemiş olsaydı, iki atın arasında dineliverir-di şimdi. Uy oğullarım, derdi. Yeşil gözlü oğlum, ağamın biricik yiğidi, geldim işte. Toprağım ben. Suyum ben. Çiçeklenip meyve veren ağacım ben. Böyle olmasaydım; ikinizi her bir kolumla sarmalayıp kuş ağızlarınızı sütlü memelerime gömebilir midim? Ne çabuk unutulur oldu, o güzel günlerimiz?
Atlar yeniden koşturuldu. Ağanın oğlu, heybedeki dürbünlü tüfeğe gözlerini kaydırdı. Az sonra, süt kardeşini öne verip çukurun birinden, yukarıya yöneldiklerinde bitirecekti bu işi.
Uzandı tüfeğe.
Yine emzikçi kadın girmek istiyordu aralarına. Bir öndeki oğluna, bir geride, eli tüfeğe yakın, yıllarca südüyle beslediği bebeye koşuyordu sanki.
Yoksa tüfeğinde verdiğin göz dağından usanıp tetiği mi çekmek istersin oğluma, ağanın oğlu? Etlerim çürüyüp ota, kurda yem olmasaydı, memelerinizi gösterirdim size. İşte derdim. Helal sana, ağanın oğlu. Fokur fokur emdiğin mememi ne çabuk unuttun? Beni besleyen er hakkını bile hiçe sayıp seni süt-leyen ananım ben. Önüne neden katmışsın oğlumu böyle?
Tüfeği heybeden alacağı sıra, yeşil gözlü döndü ardına. "Yaklaşıyoruz değil mi?"
Eliyle, tüfek yerine bacağını okşadı ağanın oğlu. "Sözün doğrudur kardeşim. Geldik, geleceğiz. Şu yöne çevir atını."
Atların başını doğuya verdiler.
Kuytu bir yer mi ararsın yoksa? Vuracaksan, yüzünü yüzüne dönder. İkinizi bir bedenden beslerken, gözümün biriyle sana, biriyle yeşilime bakmadım mı ben? Aşın acısını, tuzlusunu yediğimde, zehirlenmeyesin diye, ilkağzı, öz oğlumla sınamadım mı a yavru? Emanete hıyanetlik edilir mi hiç? Seni aldığımda el kadardın, koçlar gibi edip de vermedim mi, ala düşmüş anana? Oğlum da kapınıza yüz sürüp canını emanet etmedi mi? Neden katmışsın önüne böyle? Kurbanlık kuzu mu sandın onu?
"Silahın var mı?" diye sordu ağanın oğlu. "Yok," dedi.
"Bende var," dedi silahı heybeden alırken. "Suya az kaldı da. Ne olur ne olmaz."
"Kimbilir kaç yıl geçecek, yeniden görmem için buraları," diye acı acı gülümsedi.
Tüfeği doğrultmaya başladı ağanın oğlu.
Yeşilim, yeşilim, dön de bak ardına. Vuracak seni, ağanın oğlu. Gözlerin açık gitmesin hiç olmazsa. Südünü paylaştığının tuzağına düştüğünü gör de, öyle düş toprağa. Başını alıp götürecek senin. Tetiğe basan parmaklarını sürmesin gözlerine. Kucağıma alıp götürdüğümde ağanın oğlunu, seni de istemişti babası. Tartıya vurdular ağırlığınızı, yeşilim. Senden kat be kat çok süt çekmişti benden. Hafifliğini hesaptan düşüp her gramına bir çuval buğday yollamıştı babası. Analığıma gölge düşürmem dediydim, yeşilim. Benimki vicdan uğruna. Vicdan uğrana dediydim de, buğdaylarını bölüştüydük obalıyla, helalimin şavkı. Şehir yerinde ne gördün; ne öğrendin de böylesi tuzağa düşürürler seni. Yoksa gönül mü düşürdün kimi yollara. Etin, canın azıcık ama, aklın bereketli mi oldu yeşilim? Başını kesip almak istemeleri; içindeki aklını sebil etmenden korktuklarından mı yoksa? Dönüver, yeşil gözlü yiğidim. Kap tüfeğini elinden. Vurma ama. Kovala. Koşturabildiğin kadar atını, tükenecek toprakları...
Tetiği çekti ağanın oğlu.


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9