"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

7 Mart 2012 Çarşamba

DÜŞLER VE ŞEYLER-İNCİ ARAL

Düşlerimin kapı zilleri uykularımı bölüyor geceleri. Kimi zaman aldırmıyor, uykumu sürdürüyorum. Kimi zaman da kalkıp merdiven karanlığına doğru, "Kim o?" diye bağırıyorum. Gözlerimi boşluğa dikerek merdivenleri dinliyor, yukarıya çıkacak ayak seslerini bekliyorum. Kimse gelmiyor. Hiç kimse beklediğim olmuyor.
Kocam yanımda benden habersiz uyuyor. Uykusunda kolunu belime doluyor. Yeni bir sevgiye ihtiyacım olduğunu sezdiğim zamanda yanımda buldum onu. Aramızdaki yaş farkının bana iyi geleceğini umdum. Benim yaşımdaki bir erkeğin beni anlayabileceğini sanmıyordum, erkekler çok geç büyüyor. Evlendik, mutlu son. Evlilik gerçekten bir son, ardında hiçbir şey olmayan. Onu seviyorum, ilişkimiz derin değil ama kötü de değil. Beni aldatmadı, biçimlemeye ve yargılamaya kalkışmadı. Kırılıp dökülenlerimin üstesinden gelmeye çalıştı incelikle. Bu kadar üzgün ve dertli olmak için görünür bir nedenim yok. Ama yüreğim evliliğin duvarlarına sığmıyor.
Her gece saati kuruyorum ve her sabah işe geç kalıyorum. Yaşamım şaşmaz biçimde aynılığını koruyor. Bütün gün bir mikroskobun başında benzer elemanları sayıyorum. Kimseye bir şey anlatmak ve kimseden bir şey dinlemek istemiyorum. Kullanılan sözcüklerle uyuşamıyorum. Arsız gülüşmeler, televizyon dedikoduları, yemek tarifleri boğuyor beni. Dişlerimi sıkıyor, yalnızca katlanıyorum. İşyeri, kesin yalnızlık. Sonra eve gelir gelmez mutfağa koşuyorum. Soğan doğrarken niçin var olmam gerektiğini düşünüyorum ve dünyanın gerçekliğine dayanamıyorum. Durgunluğa demir atmış paslı bir gemi enkazıyım. Örümcek ağına yakalanmış bir sinek. Çevremde olup biteni ayrıştırma, yeniden yorumlama yetimi kaybettim. Bazen mutlu bir son yerine bitmemiş, acınası bir öyküm olmasını şiddetle istiyorum.
Yoksa var mı?
Düşlerimde hiç görmediğim yerlerde dolaşıyorum. Kıyı bucak, ben de dahil, kaybettiklerimi arıyorum. Özgürce soluk alınacak yeni bir kara, dilimden anlayacak bir insan bulmaya çalışırken eski bir acının izleriyle karşılaşıyorum. Kapı çalınıyor. Bir de bakıyorum, Harun gelmiş.
Eskisi gibi, hiç değişmemiş. Saçını soldan ayırmış gene. Aynı sigarayı içiyor. Konuşuyoruz, sıradan şeylerden. Elini uzatıp dokunmuyor bana. Her şey öyle uzak ki, onun için biriktirdiğim bütün bağışlanma sözcükleri boğazımda düğümleniyor. İyiymiş, niyeti yurtdışına gitmekmiş. Kayıtsız davranıyor, sevgisiz. Aradan bunca yıl geçmiş, yeniden evlenmişim, çocuğum olmuş. Otuz beşime gelmişim. Bunları anlatıyorum. Aldırmıyor. Sıkılmış, hatta suçlar gibi dinliyor. Susuyorum. Özgeçmişimi telaşla çöp kutusundan çıkarıp ona veriyorum, ama kğıt yırtık pırtık artık, hiçbir şey okunmuyor.
Ben Harun'la yaşamın anlamını aramaya başladığım zaman kaçtı rahatım. O gün bu gün, ne o anlamı buldum, ne de kaybettiğim huzuru. Bugünümü uğruna feda ettiğim geleceğin hiç gelmeyeceğini içimde duyuyorum artık. Hiç gelmeyecek olan belli belirsiz bir şeyleri beklemekten umut kestim. Nasıl yürürsem yürüyeyim fark etmiyor, yanlış yola girmişim bir kez, o yol bir zamanlar varmayı istediğim yere çıkmıyor. Bu kadar umutsuz olmayabilirdim, korkak ve tembel olmasaydım. Birçok şeye başladım, birçok şeyi denedim ama bilmediğim nedenlerle hiçbirini bitiremedim. Başladığını bitirecek, sonuna kadar gidecek kararlılık yok bende. Gene dehalabir şeyler yapabilmeyi, bir yerlere tutunmayı özlüyorum, öylesine. Altmış yaşına geldiğimde çocuklarımdan başka hiçbir şeyim olmayacağı düşüncesi korkutucu...
Şeyler ve şeyler... Şey... Ne? Neler? Artık bilmiyorum. Bütün çıkışlar kapalı.
Harun'la evlendiğimiz kış çok kar yağmıştı. Buz tutmuştu sokaklar. Dünya ikliminin önemli değişiklikler eşiğinde olduğu söyleniyordu. Her şey soğuyor, geriye kayıyor diyordu Harun. Yeniden demokrasiye dönüldüğü sanılıyor, toplamalar sürerken yeni partiler ve DGM'ler kuruluyor, ülkemiz IMF'nin örnek ülkesi ilan ediliyor, işsizlerin sayısı hızla artıyor, Rafaella Carra İstanbul'da gecede yirmi bin dolara sahneye çıkıyordu. Yalnız aşkla yaşanmaz, mücadele sürecek, diyordu Harun gene de. İnsan, var olabilmek için dünyayı sorgusuz kabul etmemeliydi. Gerçekliği doğrulayan akışı kavrayamamak aptallara özgüydü. Yadsımak, teslim olmaktı ve bu da insanın özsaygısını yok ediyordu.
Ben daha öğrenciydim o günler, saçlarımı başka türlü tarıyordum, uzundu, sarıydı saçlarım, sırtıma bırakıveriyordum. Kararlı bir yüzü, hüzünle dolu güzel gözleri olan genç, heyecanlı bir adamdı kocam. Örgütü yeniden toparlamaya çalışıyordu yılmadan. Uzak bir gecekondu bölgesinde, dar, loş bir koridoruyla iki basık odası olan evimizde yalınlık içinde yaşıyorduk. Düzenin olamadığı yerde, yeni bir düzen kurmanın olanaksız hayalini kuruyordu sevgilim benimle sevişirken bile ve ben uzanıp onun yüzündeki bıçak yarasını okşuyordum. Eylül darbesinden hemen önce, bir gece, karanlıkta saldıranların açtığı yaranın izini. O çiçeği okşarken onu tanımadan önce bana dümdüz görünen her şey üç boyutlu oluyordu. Karanlığı, görme sevincine dönüştüren bir simgeydi o ama biraz korkuyordum olacaklardan.
Korktuğum başıma geldi sonra.
Korkuyorum öldürülen bir şeyin içimde hala belli belirsiz titreştiğini duymaktan. Bir şeyleri kurcalamaktan ve yanlış yapmaktan. Kalkışmak ama yenilmekten. Büsbütün teslim olmaktan. Düşlerimin kapılarını, aklımın pencerelerini kapatmaya çalışıyorum, çifte kilitler, kol demirleri, zincirler takıyorum, olmuyor. 0 kocaman kanatlı kapılar hep açık kalıyor.
Düşlerimde derinlere uzanan yollar var. Düşlerimde bağırıyorum, beni kolayca savuracak fırtınalar yaratıyorum. Tufanlar, kasırgalar koparıyorum... Yerçekiminden kurtulup boşluğa doğru sürükleniyorum... Lanetli dünyaya yukarıdan bakıyorum işte. Hiç insan yokmuş gibi boş görünüyor. Boşlukta narin ve masum dönüp duruyor. Demek insan orada bir toz parçası, bir kıymık. Ama işte kan ve irin kokusu geliyor burnuma.
Dünyanın son gününü görüyorum. Kendini tüketip batmakta olan dünyanın sonunu. Hala okyanuslar, görkemli ormanlar, köpürerek akan ırmaklar, sarp, dorukları karlı sıradağlar var yeryüzünde. Ama gittikçe kararıyor gezegen ve güneşin ışıkları bakır ve altın rengine boyuyor onu. Bir yıldızın üstündeyim, karışık yönlerden esen şiddetli rüzgarlar beni sarsıyor, soluk almamı güçleştiriyor. Kötümser düşünceler, uğursuz önseziler var içimde. Dünya üzerimde öylesine yakın ve tehlikeli biçimde asılı duruyor ki, kocaman bir kütle halinde az sonra başıma düşecek sanıyorum. Başımı kaldırıp dikkatle bakıyorum, küçük, yalnız, kederli bir kuş, parlak turuncu bir ışık içindeki ekvatorun bir noktasında durmuş, göç yorgunluğuna hazırlıyor kanatlarını. Üstünde oturduğum, cama benzer, parlak, siyah kaya parçası boşlukta yüzüyor ve gökyüzünün hala yerinde durduğunu görerek seviniyorum. O an Harun'u anımsıyorum gene ve eğer o olmasaydı bütün bunları göremezdim, diye düşünüp seviniyorum. Onu sevmeseydim, yaşamın yoğunluğunu, omuzlarımdaki ağırlını duyamazdım.
O olmasaydı acıyı öğrenemezdim.
O geceyi anımsadığımda sevgimiz kıyamete, güzelliğimiz cehenneme dönüşüyor. Mayıstı. Gece yarısı geldiler ve alıp götürdüler bizi. Kedimiz evde kaldı. Dışarıda gökyüzü lacivert ve ağaçların yaprakları koyu yeşildi. Onlara, kısa duygusuz yanıtlar verdim karanlık bir odada. Azarlandım, dövüldüm, korkunç biçimde aşağılanıp yaralandım. Sonra suçlu olup olmamanın önemi olmadığını ve ne yapmam gerektiğini söylediler, anladım. Mümkün olan bir şeyi ya da her şeyi anladım. Benliğim ölü olarak ele geçirilmişti, çimentonun grisinde yatan, çürümeye yüz tutmuş bedenim kalmıştı geride yalnızca. Önümde bir tek kapı vardı ve o yaşamımdaki kapıların en dar olanıydı. Kıstırılmış, donup kalmış ve aldatılmış bir bilincin cehenneminden çıkıp o kapıdan geçemedim ve oluşturduğumuz gizli tarihi yok etmek zorunda kaldım.
Sonra vahşi bir hayvan gibi bir süre kapatıldım. Çıktığımda, artık güzel değildim.
Çok aradım Harun'u. Olabileceği her yere baktım, aradım ve hiçbir yerde bulamadım. Aradık aylarca. Bulduğumda özlemimi dindirme hakkını görmüyordum kendimde, buna cesaretim yoktu. Çok gerekli bir özrü sürüncemede bırakmamak, özeleştirimi ve savunmamı yapmak için, onunla ne olursa olsun yüz yüze gelmek, neler olduğunu anlamak ve anlatmak istiyordum. Ama bulunamadı. Ölü ya da diri izi bulunamadı. Kapı zilleri çaldı durdu uykusuzluklarımın içinde. Çıkıp geliverir diye bekledim. Ansızın geliverir ve anlar beni diye ummaktan caymadım uzun süre. Benden kaçtığını, görünmez olduğunu geçirdim içimden. İki yıl boyunca kimseyle konuşmadım ve sonra bir gün, onun benden, yüreğimden çalındığını, yeniden karşılaşmamız için önce ölümle yüz yüze gelmem gerektiğini anladım.
Ama yetersiz biri olduğum için hayatta kaldım ve zamanla unutmak zorunda kaldım bütün yaşadıklarımı. Unutmak ayı örten bir buluttur, sistir, böyle unuttum. Yetersizliğim benim kendimden, karşı olabilmekten, olanaksızlıklardan kaçışımdır belki de. Yaradılışımdaki bu tekinsiz uysallık nereden geliyor bilmiyorum.
Anılarımın, unuttuklarımın ve aklımdan gelip geçenlerin hiçbiri benim şimdiki durumumu açıklayamıyor, biliyorum. Bu yüzden güçsüz ve zavallı hissediyorum kendimi. Korkak, sinik ve küskünüm, evet... Benim geleceğe taşıyacak neyim var ki bir yığın döküntüden başka? Kendimle hesaplaşmaktan yorgunum, neleri atladığımın farkındayım ve hiç sonuç yok.
Uyanıkken gördüğüm her şeyden daha güzel olan düşlerimin gelecekle ilgili işaretler taşımadığından eminim. Beni onlara tutsak eden, anlık mutluluklara ilişkin bir şey. Yaşamının sığlığını bir an için yok eden küçücük ışıklar yanıyor düşlerimde.
Dünyanın batışını gözlüyorum işte. Gökdelenler, çelik ve camdan yapılmış dev binalar, sıra sıra bankalar, iş merkezleri, göz boyayıcı ve yanıltıcı gücün baştan ayağa yaldızladığı her şey, yer sarsıntılarının, taşkınların ve şimşeklerin önüne katılmış tepetaklak gidiyor. Büyüler bozulmuş, çirkinlikler görünür olmuş, boşluğa savruluyor. Bütün yozlaşmış zevkler can çekişiyor, hırslar ellerini göğe doğru uzatmış debeleniyor, mayınlar art arda patlayıp ortalığı toza dumana boğuyor. Denizler ve ormanlar kalıyor bu tufandan geriye yalnız.
Ay, tutkuyla ve hızla, hala dönüyor çevremde. Yönümü bulmak için zamanı arıyorum. Ayları, yılları yokluyorum ellerimle. Çoğu kayıp. Büsbütün kaybolmaktan korkuyorum bir an, geri dönmek istiyorum. Öldüğüm zaman bunların hepsi yok olacak biliyorum. 0 an birden aklıma geliyor. Bu son görüntüleri insan kardeşlerime ulaştırmakla, onları uyarmakla görevliyim ben. Fotoğraf makinemi çıkarıp felaketi sonsuzlaştırıyorum.
Büyük bir başarı bu. Milyarlarca ışık yılı uzaktaki bir olayı görüntülemem benim tek büyük başarım oluyor. Bana büyük değer biçiyorlar. Bir anda ünlü ve zengin oluyorum. Borsa simsarlığı, komisyonculuk, reklam filmi ve sinema oyunculuğu, kaset doldurma, mankenlik ve assolistlik önerileri alıyorum. Önce çok şaşırıyorum ama sonra bu fırsatlar çağına ayak uydurup açıkgöz bir organizatörle çektiğim fotoğrafa özel turistik geziler düzenliyorum. Şu var ki, dönüşü yok bu gidişin, giden hiç kimse geri dönmüyor. Kaybolanlar için yıllarca süren davalar açılıyor, hiçbir şey kanıtlanamıyor. Toplantılar, gösteriler, yürüyüşler düzenleniyor, polis dağıtıp eziyor, sonuç alınamıyor. Son durumu daha yakından görmek için en sonunda ben de kalkıp gidiyorum oraya, yeniden.
Çürümüş gözyaşları, donup kalmış gülümsemeler, fosilleşmiş kemikler ve bataklıklara gömülmüş sevgiler buluyorum geride. Issız, küllerle örtülmüş sokaklarda sakınarak yürürken adımlarım kof sesler çıkarıyor. Radyoaktif ışık tabakalarından geçiyorum, zehir saçan nehirler, ölü balıklarla dolu denizler aşıyorum dehşet içinde ve son yalnızlık çığlığım elimdeki kafesten düşüp paramparça oluyor. Çaresiz, köhneyip çürümüş dünya uygarlığının karmakarışık, dolambaçlı yollarında kalmış son toz taneciklerine karışıp ben de yok oluyorum.
Peki ama gördüğüm bu tuhaf, çok tuhaf düşler ne anlama geliyor?
Kafamdan çılgınca düşünceler geçiyor uyandığımda. Haykırmak, yollara düşmek geçiyor. Bütün yolculukları istek ve cesaret oluşturur, haydi, diyorum. Küçücük bir istek arıyorum içimde, bakıyorum, ulaşamayacağım kadar derinde ve hiç cesaretim yok zaten. Yok, değmez. Bir düzenim, evim, çocuğum var, bağlılıklarım ve sorumluluklarım var benim. İyi yetiştirilmiş bir kadınım ben. Ayrıca kocam da iyidir ve benden bir çocuk daha istiyor.
Dün gece düşümde çocuk doğururken öldüğümü gördüm.
Belki de, artık kendimden söz ederken ölmüş bir şeyden söz etmem gerekiyor...


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9