"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

5 Mart 2012 Pazartesi

İTALYA MASALLARI-MAKSİM GORKİ

Yaşamın yazdığı Masallardan daha güzeli yoktur.
Andersen

I
Napoli'de tramvay işçileri grev yapıyorlardı. Boş vagonlar dizisi bütün Riveria Chiaia boyunca uzanmış, hep neşeli ve gürültücü, cıva gibi hareketli Napolililer olan vatman ve kondüktör kalabalığı Zafer Meydanında toplanmıştı. Başlarının üzerinde, parkın parmaklıkları üzerinde fıskiyenin kılıç gibi incecik suyu havada parlıyor, bunları devasa kentin tüm uçlarına işleri için gitmeleri gereken büyük bir insan kalabalığı düşmanca çevreliyor ve bütün bu tezgâhtarlar, ustalar, küçük tüccarlar, terziler öfke içinde ve yüksek sesle grevcilere kızıyorlardı. Öfke taşan sözcükler, iğneli alaylar yükseliyor, Napolililerin ifadeli ve etkileyici olduğu kadar gürültüyle konuştukları dilleriyle birlikte el ve kol hareketleri de hiç aralıksız görünüp kayboluyordu.
Denizden hafif bir meltem esiyor, kent parkının devasa palmiyeleri koyu yeşil dallarını bir yelpaze gibi sessizce sallıyordu. Palmiyelerin gövdeleri garip bir biçimde korkunç fillerin hantal bacaklarını andırıyordu. Napoli sokaklarının yarı çıplak çocukları, çığlık ve kahkaha çm_ lamalarıyla havayı doldurarak, tıpkı serçeler gibi sekiyorlardı.
Eski bir gravürü andıran kent, bütünüyle yakıcı güneşle kaplıydı ve her tarafta âdeta bir org sesi duyuluyordu. Körfezin mavi dalgaları rıhtım taşlarına vuruyor, şırıltıyı ve uğultulu darbe çığlıklarını yankılarken tıpkı bir tef çalıyordu.
Yüzleri asık grevciler birbirine yanaşıyor, kalabalığın öfkeli haykırışlarına hemen hiç yanıt vermeden parkın parmaklığına tırmanıyor, insanların başları arasından endişeyle sokağa bakarken köpeklerle çevrilmiş kurt sürüsünü anımsatıyorlardı. Aynı şekilde giyinmiş, kesin bir kararla birbirlerine sıkıca kenetlenmiş bu insanların vazgeçmeyecekleri ve bunun da kalabalığı daha çok kızdırdığı herkes için açıkça ortadaydı. Ama kalabalığın arasında filozoflar da vardı. Rahat rahat sigaralarını içerlerken grevcilerin fazlaca gayretli karşıtlarına akıl veriyorlardı:
— E senyor! Çocuklarına makarna yetiştiremezlerse başka ne olur?
Şık giyimli yerel polis ajanları, kalabalığın ekiplerin hareketini güçleştirmemesini gözeterek ikili üçlü gruplar halinde dikiliyorlardı. Çok tarafsızlardı; bölücülere ve bölünenlere aynı soğukkanlılıkla bakıyor, hareket ve bağırtılar fazlaca kızgın bir hal aldığında hem onlara, hem de diğerlerine iyi niyetle sakalı imalarda bulunuyorlardı. Ciddi çarpışmalar olasılığına karşılık dar sokakta evlerin duvarları boyunca ellerinde kısa ve hafif tüfekleriyle jandarma kıtası dizilmişti. Bu, üç köşeli şapkaları, kısa yağmurlukları, yanlarında iki kan oluğu gibi kırmızı şeritli pantolonlarıyla fazlasıyla iç karartıcı bir insan grubuydu.
Küfürleşmeler, alaylar, kınamalar ve öğütler, her şey aniden kesildi; kalabalığın üzerinde insanları uzlaştırırcasına yeni bir esinti hızla gelip geçti. Grevciler daha da somurtarak bakıyor ve o anda birbirine daha sıkı yanaşıyorlardı. Kalabalıkta bağırtılar yayılıyordu:
— Askerler!
Grevcilere yönelik alaycı ve sevinç dolu ıslıklar duyuluyor, selam çığlıkları yayılıyordu. İnce gri takım elbiseli ve panama şapkalı şişman bir adam köprünün taşlarına ayaklarıyla vurarak dans edercesine hoplayıp zıplamaya başlamıştı. Kondüktör ve vatmanlar kalabalığın arasından ağır ağır geçiyor, vagonlara doğru ilerliyorlardı. Kimileri —kalabalığın bağırışlarına karşılık daha da somurtmaya başlamışlardı— kalabalığı kendilerine yol vermeye zorlayarak sahanlığa çıkıyor ve onları sert bir biçimde tersliyordu. Sessizlik çökmüştü.
Santa Lucia rıhtımından kısa boylu, gri giysili askerler dans edercesine hafif adımlarla, ayaklarını tempoyla vurarak ve mekanikleşmiş bir biçimde sol kollarını aynı şekilde sallayarak geçiyorlardı. Âdeta tenekeden yapılmış ve fabrika oyuncakları gibi dayanıksız görünüyorlardı. Yakışıklı, uzun boylu bir subay çatık kaşları ve nefretle büzülmüş dudaklarıyla onlara komuta ediyordu. Onun yanında silindir şapkalı, şişman bir adam hoplayarak koşuyor ve havayı'sayısız jestlerle yararak hiç durmadan bir şeyler söylüyordu.
Kalabalık, vagonlardan uzaklaşmıştı. Askerler, tıpkı gri boncuklar gibi, sahanlıkların kenarlarında durarak vagonlar boyunca dağılıyorlar, grevcilerse sahanlıkta ayakta dikiliyorlardı.
Silindir şapkalı adam ve onu çevreleyen bazı cüsseli İnsanlar çılgınca el sallayarak bağırıyorlardı:
— Son kez.... Ultima volta!* Duyuyor musunuz?
Subay başını eğip can sıkıntısı içinde bıyıklarını buruyordu. Adam silindir şapkasını sallayıp ona doğru koşuyor ve kısılmış sesiyle bir şeyler haykırıyordu. Subay yan gözle ona baktı, doğruldu, göğsünü dikleştirdi ve yüksek sesle söylenmiş emir sözcükleri duyuldu.
O zaman askerler vagonların sahanlığına atlamaya başladılar, her vagona ikişer asker düşüyordu. O anda vatmanlar kondüktörlerle birlikte vagonlardan indiler.
Bu, kalabalığa gülünç geldi. Çığlıklar, ıslıklar ve kahkahalar koptu, ama hemen o anda kesildi. Asık ve rengi atmış yüzleriyle insanlar susarak, şaşkınlık içinde gözlerini fal taşı gibi açarak, ilk vagona doğru ilerleyerek vagonlardan, tüm kalabalıktan ağır ağır uzaklaşmaya başladılar.
Vagonun tekerleklerinin iki adım yanında bir vatmanın ağarmış başından kasketini çıkartıp rayların enlemesine uzanmış olduğu göründü; bir asker edasıyla, sırt üstü yatıyor ve bıyıkları dimdik göğe doğru bakıyordu. Onun yanına daha ufak tefek, maymun gibi çevik bir genç toprağa atıldı, onun ardından biri daha acele etmeden toprağa uzandı, biri daha, bir kişi daha....
Kalabalık boğuk boğuk uğulduyor, ürkek ürkek Meryem Ana'nın adını anan sesler yayılıyor, kimileri karamsarlıkla küfrediyor, çığlıklar atıyor, kadınlar sızlanıyor ve bu manzaraya yenik düşmüş oğlanlar lastik tojj gibi her yana hoplayıp zıplıyorlardı.
Silindir şapkalı adam iniltili sesiyle avaz avaz bağırıyordu. Subay ona bakıyor ve omuz silkiyordu; vatmanların yerine askerlerini yerleştirmesi gerekiyordu, ama grevcilerle çarpışma emri yoktu.
Dalkavuklara benzeyen insanlarla etrafı çevrelenen silindir şapkalı adam, jandarmaların tarafına kendini attığında harekete geçtiler; jandarmalar rayların üzerinde yatanlara doğru yaklaşıyor, eğiliyor ve onları kaldırmak istiyorlardı.
Çarpışma, gürültülü bir itişme başladı, ama tümüyle gri toz içindeki seyirci kalabalığı birdenbire kımıldandı, kükredi, feryatlar kopardı, raylara akın etti. Panama şapkalı adam başından şapkasını sıyırdı, şapkayı havaya fırlattı ve toprağa ilk olarak uzanan grevcinin omzuna elini vurup, yüreklendiren bir sesle yüzüne bağırarak onun yanına yattı.
Onun ardından neşeli, gürültücü insanlar, daha iki dakika öncesinde burada olmayan insanlar, âdeta ayakları kesilmişçesine rayların üzerine yıkılmaya başladılar. Toprağa atılıyor, gülerken birbirlerine yüzlerini asıyor ve silindir şapkalı adamın burnunun dibinde eldivenlerini sallayan, gülümseyerek, güzel başını sallayarak ona bir şeyler söyleyen subaya bağırıyorlardı.
İnsanlar git gide rayların üzerine dökülmeye başlamışlardı: Kadınlar sepetlerini ve bohçalarını bir yana atıyor, oğlanlar, tıpkı buz kesen köpekler gibi, yumruk halinde büzüşerek kahkahalarla yere uzanıyor, iyi giyimli adamlar toza bulanarak, bir yandan diğer yana yuvarlanıyorlardı.
Birinci vagonun sahanlığından beş asker, aşağıya, tekerleklerin altındaki gövdelerin göğüslerine bakıyor, ayakları üzerinde sallanarak, direğe tutunarak, başlarını geriye doğru atarak ve sırtlarını kamburlaştırarak kahkahalarla gülüyorlardı. Artık onlar teneke fabrika oyuncaklarına benzemiyorlardı.
.... Yarım saat sonra tüm Napoli'de tramvay vagonları çığlık ve cayırtılarıyla hızla hareket ediyordu. Kazananlar neşe içinde kıs kıs gülerek sahanlıkta dikiliyorlar ve nezaketle:
— Biletler?! diye sorarak vagonlar boyunca ilerliyorlardı.
İnsanlar kırmızı ve sarı kâğıt parçacıklarını onlara uzanırken gözlerini kırpıyor, gülümsüyor, iyi yüreklilikle mırıldanıyorlardı.
IV
Mavi durgun göl, sonsuz karlarla kaplı dağlarla çevriliydi. Bahçelerin koyu renkli dantel kıyıları, yumuşak katlar halinde suya doğru iniyordu. Şekerden yapılmış gibi görünen beyaz evler kıyıdan suya bakıyordu. Çevredeki her şey bir çocuğun sessiz uykusuna benziyordu.
Sabahtı. Dağlardan tatlı tatlı çiçek kokuları geliyordu. Güneş daha yeni doğmuştu; çiy hâlâ ağaçların yapraklarında, çimenlerin uçlarında parıldıyordu. Yol, gri bir kurdele gibi, dağların sessiz geçidine fırlatılmıştı. Yol taşla döşenmişti, ama insana kadife gibi yumuşak geliyor ve eliyle okşama isteği uyandırıyordu.
Kırma taş yığını yakınlarında böcek gibi kapkara bir işçi oturuyordu. Göğsünde bir madalya vardı, yüzü cesur ve güleçti.
Bakır rengi ellerini dizlerinin üzerine koyup, hafifçe başını kaldırıp, kestane ağacınm altında duran yolcuya:
— Senyor, bu madalya Simplon tünelindeki çalışmam için. derken, adamın yüzüne bakıyordu.
Sonra gözlerini göğsüne doğru indirip, güzel metal parçasına bakarken tatlı tatlı gülümsedi.
— E, her iş önceleri zordur, sevinceye kadar da zor gelir. Sonraysa seni heyecanlandırır ve daha kolay gelir. Yine de bizimkisi zordu!
İşçi güneşe gülümseyerek yavaşça başını salladı, aniden canlandı, elini salladı, siyah gözleri parıldadı.
— Hatta bazen korkunçtu. Ne de olsa toprak da bir şeyler hissediyordur, öyle değil mi? Dağda bu yarayı açıp toprağın derinlerine girdiğimizde, toprak orada, içerisinde bizi çok sert karşılamıştı. Üzerimize kızgın soluğunu üfürüyor, bundan da kalbimiz durur gibi oluyordu, başımız ağırlaşmaya başlıyor ve kemiklerimiz ağrıyordu; bunları pek çoğumuz hissetmiştir! Toprak sonraları insanların üzerine taşlar yağdırıyor ve kaynar su boca ediyordu. Çok korkunçtu! Bazen suyun ateşte kıpkırmızı kesildiği olurdu. Babam da bana "Biz toprağı yaraladık, o da bizim hepimizi kendi kanıyla boğacak, yakacak, göreceksin!" derdi. Elbette bu bir kâbustu, ama bu sözleri toprağın derinlerindeyken, boğucu karanlığın, suyun ağlamaklı şırıltısının ve demirin kayaya vuran gümbürtüsünün ortasındayken duyuyor ve kâbus olduğunu unutuyorsun. Orada her şey bu kâbusa uygundu, sayın senyor, biz böyle küçük insanlarız, bu dağsa, gökyüzüne kadar uzanan bu dağsa, bizim açgözlülükle içini oyduğumuz bu dağsa.... bunu anlamak için görmek gerek! Bizim açtığımız o kara yutağı, sabahleyin güneşin doğusuyla birlikte buraya giren küçük insanları görmek gerek. Güneşinse toprağın altına girenlerin ardından hüzünle bakışını; makineleri, dağın asık yüzünü görmek, toprağın içinde, derinlerdeki kara gürültüyü ve bir delinin kahkahalarına benzeyen patlamaların yankılarını duymak gerek.
İşçi ellerine göz attı, mavi ceketinin üzerindeki madalyonu düzeltti, hafifçe içini çekti.
— İnsan çalışmasını bilir! diye gururla devam etti. — Ah senyor, çalışmak istediğinde küçük insanın yenilmez bir gücü vardır! İnanın ki, bu küçük insan eninde sonunda dilediği her şeyi yapar. Babam önceleri buna inanmıyordu.
— "Dağı bir ülkeden diğer ülkeye boylu boyunca oymak, toprağı dağların duvarlarıyla bölen Tanrıya karşı gelmektir, Meryem Ana'nın bizimle olmayacağını göreceksiniz!" derdi. Yanılıyordu, Meryem Ana onu seven herkesle beraberdir. Daha sonraları babam da hemen hemen şimdi sizinle konuştuğum gibi düşünmeye başladı, çünkü kendini dağdan daha yukarıda, daha güçlü hissetti. Ama bayramlarda masanın başına şarap şişesinin önüne oturup bana ve diğerlerine öğüt verdiği zamanlar da oldu:
— "Tanrının çocukları" — bu onun en sevdiği sözdü, çünkü iyi kalpli ve dindar bir insandı. — "Tanrının çocukları, toprakla böyle savaşmak olmaz, yaraları için öcünü alır ve iyice yenilmezleşir! Dağı kalbine kadar oyar ve kalbine dokunursak, bu kalbin bizi yakacağını, üzerimize alevler püskürteceğini göreceksiniz, çünkü toprağın kalbi ateştendir, bunu herkes bilir! Bize toprağı işlemek, doğumuna yardım etmek emredildi, bizse onun yüzünü, onun formunu bozuyoruz. Bakın, dağdaki oyuğu ne kadar ilerletirsek, hava daha sıcak ve soluk almak daha güç oluyor"....
Adam her iki elinin parmaklarıyla bıyıklarını bükerek yavaşça gülmeye başladı.
— Böyle düşünen bir tek o değildi, sözleri de doğruydu: Tünelde ne kadar ilerlersen, sıcaklık o kadar artıyordu, insanlar daha çok hastalanıyor ve toprağa düşüyorlardı. Kaynar kaynak suları daha güçlü akıyor, kayalar üzerimize dökülüyordu. Bizden, Lugano'dan, iki kişi aklını yitirdi. Geceleri bizim kamptan pek çok kişi sayıklıyor, inliyor ve dehşet içinde yataklarından sıçrıyordu....
— Babam "Acaba haklı değil miymişim?" diyordu, gözlerinde korkuyla ve daha sık, daha boğuk öksürerek.... "Haklı değil miymişim? Bu toprak yenilmez!" diyordu.
— Sonunda bir daha hiç kalkmamacısına yattı. Güçlüydü benim yaşlı babam, üç haftadan fazla, inatla, kendini değerini bilen bir insan gibi hiç yakınmadan ölümle savaştı.
— "Benim işim bitti Paolo" dedi bir gece bana. "Kendini koru ve eve dön, Meryem Ana sana yardım etsin!" Sonra gözlerini kapatıp, soluk soluğa kalarak uzun süre sustu.
Adam ayağa kalktı, dağa baktı ve öyle büyük bir güçle gerindi ki, eklemleri çatırdadı.
— Elimden tuttu, kendine doğru çekti ve "Paolo, oğlum, biliyorsun, ben her şeye karşın bu işin biteceğini düşünüyorum. Bizler ve şu diğer taraftan gelenler, birbirimizi dağda bulacağız, karşılaşacağız, buna sen de inanıyor musun?" dedi. Babam kutsal gerçeği söylüyordu senyor.
İnanıyordum.
— "Çok iyi, oğlum! Gerekli olan da bu, her şeyi inançla, iyi niyetle ve Meryem Ana'ya edilen dualara, hayırlı işlere yardım eden Tanrıya inanarak yapmak gerek. Sana rica ediyorum oğlum, eğer bu gerçekleşirse, eğer insanlar birleşirlerse, bana, mezarıma gel ve 'Baba, tamam!' de. Bunu bileyim!"
— Babamın sözleri çok güzeldi sayın senyor, ben — Biz ve diğer taraftan gelenler, babamın ölümünden on üç hafta sonra dağda karşılaştık, çılgınca bir gündü, senyor! Orada, toprağın altında, karanlıkta diğer işin gürültüsünü, karşı tarafımızdan bize doğru gelenlerin gürültüsünü yerin altında duyuyorduk, anlıyor musunuz senyor, bizi, küçücük bizleri, hepimizi bir anda ezebilecek toprağın korkunç ağırlığı altında!
— Günlerce o uğultulu sesleri duyduk, sesler her geçen gün daha da anlaşılır ve açık olmaya başlamıştı. Bizi, yenenlerin halinden memnun çılgınlığı kaplamıştı, deli gibi, ruh gibi, yorgunluk duymadan, emir beklemeden çalışıyorduk. Günlük güneşlik havada dans eder gibi güzeldi bizim için, yemin ederim! Bizi, hepimizi çocuklar gibi sevimli, iyi kalpli bir hal almıştı. Uzun aylar boyunca tıpkı bir köstebek gibi kazdığın toprağın altında, karanlıkta bir insana rastlama isteği nasıl da dayanılmaz, nasıl da tutkulu bir istektir, ah, bir bilebilseniz!
İşçi kıpkırmızı kesilmişti. Dinleyicisine doğru yaklaştı ve derin, insancıl gözleriyle onun gözlerinin içine bakarak yavaş yavaş ve memnuniyetle devam etti:
— Sonunda toprak tabakası yıkıldığında, delikte meşalenin kırmızı aleviyle birlikte birinin kapkara, sevinç yaşlarıyla ıslanmış yüzü, başka başka meşaleler, başka başka yüzler parıldadı. Zafer çığlıkları, sevinç çığlıkları patlıyordu. Ah, yaşamımın en güzel günüydü ve bu günü andıkça boşuna yaşamadığımı hissediyorum! Bu iş, kutsal bir iş senyor, bunu size söyleyebilirim! Toprağın altından güneşe çıktığımızda pek çoğumuz toprağa göğsümüzle kapanarak onu öpüyor, ağlıyorduk; bir masal gibi güzeldi! Evet, yendiğimiz dağı öpüyorduk, toprağı öpüyorduk. İşte o gün toprak benim için özellikle yakm ve anlaşılır olmaya başladı senyor ve onu bir kadını sever gibi sevdim!
— Elbette babama gittim, elbette! Ölülerin hiçbir şey duyamadıklarını bildiğim halde, ona gittim. Bizim için emek veren ve bizden daha az acı çekmeyenlerin isteklerine saygı duymak gerek, öyle değil mi?
— Evet, evet, ona, mezarına gittim, onun istediği şekilde ayağımla toprağa vurdum ve;
— "Baba, tamam!" dedim. "İnsanlar kazandılar. Tamam baba!"

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9