"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

10 Mart 2012 Cumartesi

ÖYKÜCÜLER VE ARZUHALCİLER-ELİAS CANETTİ

Burada en çok öykücülere koşuyor halk. En kalabalık ve en sürekli halkalar öykücülerin çevresinde oluşturuluyor. Uzun zaman sürüyor gösterileri, içteki halkada dinleyiciler yere çömüyor ve bir daha o kadar çabuk doğrulup kalkmıyorlar. Geri kalanlar ise ayakta dikiliyor, bir dış halkayı meydana getiriyorlar; bunlar da yerlerinden pek kımıldamıyor, büyülenmiş gibi öykücünün söz ve jestlerine kendilerini kaptırıyorlar. Bazen iki öykücü oluyor, biri bırakıp biri anlatıyor. Ağızlarından çıkan sözcükler adeta çok uzaklardan geliyor ve normal insanlarınkinden daha uzun süre boşlukta süzülüp duruyorlar. Konuştuklarından bir şey anlamıyor, öyleyken ben de hep kendilerini işitebileceğim gibi bir yerde ötekiler gibi büyülenmiş dikiliyordum. Büyük bir güç ve coşkuyla dudaklardan dökülen sözcükler, benim için hiç bir anlam taşımıyordu. Ama onları söyleyen kişi için ilgili sözcükler değerliydi, onlardan gurur duyuyordu; benim hep pek kişisel bulduğum bir ritim gözeterek düzenliyordu sözcükleri. Durakladı mı, duraklamadan sonraki sözcükler o kadar daha bir heybetli ve yüce bir hava taşıyordu. Kimi sözcüklerdeki görkemi, kimi sözcüklerdeki sinsi niyeti seziyordum. Yüze gülen, gönül okşayan sözcükler beni etkiliyor, sanki bana söylenmiş gibi duyumsuyordum bunları. Kimi sözcükler de korkutuyordu beni. Her şey öykücülerin avucundaydı, alabildiğine güçlü sözcükler öykücünün istediği bir uzaklığa kadar uçup gidiyor, orada kalıp daha ileri geçmiyordu. Dinleyicilerin başlarındaki havada enikonu bir devingenlik vardı; konuşulanları benim gibi pek anlamayan biri, dinleyicilerin başlarının üzerindeki kımıl kımıl yaşamı hissediyordu. Konuşacakları sözlerin görkemine uygun olarak öykücüler, dikkati çekecek bir giysi geçirmişlerdi sırtlarına. Kılık kıyafetleri kendilerini dinleyenlerinkinden her zaman ayrılıyor, bunun için görkemli kumaşları yeğliyorlardı; mavi ya da kahverengi kadife elbiseler içinde çıkıyorlardı seyircilerin önüne. İnsanın üzerinde yüce, ama masalsı bir izlenim uyandırıyorlardı. Çevrelerini saran insanlara baktıkları seyrekti. Gözleri, öyküledikleri olaylardaki kahramanlara ve kişilere dikilmişti. Tesadüfen birine bakacak olsalar, baktıkları kimse adeta gerçekte olduğundan başka biri gibi hissediyordu kendisini. Yabancıları hiç umursamıyorlardı, konuştukları sözcüklerin oluşturduğu ülkede onların yeri yoktu. Başlangıçta kendilerini bu kadar az ilgilendirdiğime bir türlü inanmak istemedim; gerçek olamayacak kadar alışılmamış bir şeydi benim için. Dolayısıyla, ses yönünden alabildiğine zengin bir alanda işittiğim başka seslerin ayartısına karşı durup hayli uzun zaman dikildin oracıkta. Ama o büyük halka içinde kendimi nerdeyse buranın yerlilerinden biri gibi hissetmeye başladığımda bile, yine bana aldırış etmediklerini gördüm, öykücü elbet beni farketmişti, ama ben onun için büyülü çemberinde bir yabancı kaldım hep, çünkü söylediklerini anlamıyordum.
Onu anlamak için neler vermezdim ikide bir böyle geçiriyordum içimden. Umarım bir gün gelecek, bu gezgin öykücüleri kendilerine yaraşır biçimde değerlendirebilecektim. Ama beri yandan onları anlamadığım için seviniyordum. Böylece benim için yaşamın el değmemiş eski bir parçası varlığını koruyordu. Nasıl benim dilim kendim için önemliyse, onların konuştukları dil de kendileri için öylece önemliydi. Sözcükler besin kaynaklarıydı onların, bu kaynağı bir başkasıyla değiştirmeye kendilerini kimse ayartamazdı. Anlattıkları öykülerin hemşerileri üzerindeki etki gücü, göğsümü gururla dolduruyordu. Mutlu anlarımda şöyle geçiriyordum içimden: Ben de kendilerine bir şeyler anlatacağım insanları çevremde toplayabilirim, onlar da Kulak verir, dinlerler beni. Ama gideceğim yerde kimi bulacağımı, kimin kulaklarını açıp beni dinleyeceğini bilmeksizin oradan oraya göçüp konmanın, salt anlatacağım öyküye güvenerek yaşamanın yerine kağıda adadım ben kendimi. Masaların ve kapıların koruyuculuğu altında yaşayıp gidiyorum, düşler kuran ödlek biriyim; onlarsa pazar kurulan alanların kalabalığında boy gösteriyor, yüzlerce yabancı yüzün, her gün değişen yüzlerin karşısına çıkıyorlardı, gereksiz ve soğuk bilgilerin yükünden uzak, kitaplara, açgözlülüklere ve kof saygınlıklara sırt çevirmiş kişilerdi. Kendini edebiyata adamış bizim ülkelerin insanları arasında şimdiye dek seyrek olarak rahat hissettim kendimi. Bu insanları küçümsedim, çünkü kendimde küçümsediğim bir şey vardı hep, sanırım bu da kağıttı. Bu ülkede ise kendimi ansızın öyle ozanlar arasında bulmuştum ki, başımı kaldırıp göğsümü gere gere bakabilirdim' kendilerine, çünkü okunacak hiç bir sözcük kaleme almamışlardı.
Ama aynı alanda az ileride karşılaştığım manzara kağıdın ne kadar günahına girdiğimi bana gösterdi, öykücülerin birkaç adım ötesine arzuhalciler yerleşmişti. Pek sessizdi alanın burası, Djema el Fna’nın en sakin yeriydi. Kendi becerilerini övdükleri yoktu arzuhalcilerin. Sessiz sakin, oracıkta oturuyorlardı; ufak tefek kara kuru insanlardı; yazı takımları önlerinde duruyordu. İnsanda müşteri bekledikleri izlenimini uyandırmaktan uzaktılar. Başlarını kaldırıp size baktıkları zaman, bunu fazla bir merak duygusuyla yapmıyor, gözlerini hemen yine başka yana çeviriyorlardı. Tezgahlarını birbirinden belli bir uzaklığa kurmuşlardı; birinde konuşulanlar ötekisinden işitilemiyordu. Aralarından daha alçakgönüllüleri ya da daha eski kafalıları yere çömmüştü. Çevrelerinde alanın uğultusu, ama yine de çevrelerinden kopmuş olarak mahrem bir dünyada yazıp çiziyorlardı. Sanki başkalarından gizlenen şikayetlerle ilgili olarak kendilerine akıl danışılır gibiydi; bu da herkesin içinde yapıldığından, tümünde yitik kişilere özgü bir hava vardı. Kendileri pek yoktu ortada, önemli olan kağıttı: Kağıdın suskun ağırbaşlılığı.
Tek erkekler ya da çiftler geliyordu arzuhalcilere. Bir defasında peçeli iki genç kadının bir arzuhalcinin önündeki sırada oturduğunu ve dudaklarım adeta farkına varılmayacak gibi oynattığını gördüm; arzuhalci evet der gibi başını sallıyor ve nerdeyse o da aynı şekilde farkına varılmayacak gibi önündeki kağıda bir şeyler çiziktiriyordu. Bir başka sefer aşın ölçüde mağrur ve saygın bir aile gördüm; aileyi oluşturan dört kişi, arzuhalcinin çevresine dikdörtgen biçiminde yerleştirilen iki küçük sıranın üzerine çökmüştü. Baba yaşlı, güçlü kuvvetli, boyu bosu yerinde bir Berber idi, yüzü deneyim ve bilgelik sahibi olduğunu açığa vuran tüm belirtileri kendisinde barındırıyordu. Kafamda onun içinden çıkamayacağı bir durumu canlandırayım dedim, ama böyle bir durumu bulamadım. Arzuhalcinin önünde o alabildiğine büyük çaresizliği içinde karısı oturuyordu; karısının duruş ve oturuşunda bir etkileyicilik vardı, peçeli yüzü yalnızca koyu siyah kocaman gözlerini açıkta bırakıyordu, yandaki sırada, ise aynı şekilde peçeli iki genç kız görülmekteydi. Bütün aile üyeleri, büyük bir görkem içinde dimdik oturuyordu.
Ufak tefek bir adam olan arzuhalci, aile üyelerinden saygı görmekteydi. Yüz çizgileri ince bir dikkati ele veriyor, aile üyelerindeki gelişip serpilmişlik ve güzellik gibi bu dikkat de açıkça seziliyordu. Biraz uzaktan onları izliyor, ne bir ses işitiyor, ne kimsede bir kıpırdanma görüyordum. Arzuhalci, asıl işine henüz başlamamıştı. Karşıdakilerin dertlerini anlayıp dinlemiş, şimdi de bunu yazıya en güzel biçimde nasıl dökebileceğini düşünüp taşınmaktaydı. Arzuhalciyle aile üyeleri birbirlerine o denli kenetlenmiş görünüyordu ki, sanki birbirlerini öteden beri tanıyor, öteden beri aynı durumda oracıkta oturuyorlardı. Neden bütün ailenin kalkıp arzuhalciye geldiğini kendi kendime sormadım hiç, işte öylesine bir birlik ve beraberlik oluşturuyorlardı. Ancak çok sonradan, alandan ayrıldığımda bunu düşünmeye başladım. Bütün aile üyelerinin kalkıp arzuhalciye gelmesi için ne gibi bir neden olabilirdi a

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9