"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

8 Mart 2012 Perşembe

YOHANA’NIN HİKAYESİ-ANDREY HİNG

Savaşın üçüncü yılıydı. O zaman amcamda yağıyordum. Yengem ufak tefek, duygulu, bitirim bit kadındı. Hareketleriyle herkese iyi yürekli olduğunu göstermek istiyordu. Konuklar gelince iki metre uzunluğundaki masada ziyafet verirdi. (Ama bu masayı daha sonraları parasız kalınca satmak zorunda kaldılar). Amcam ve yengem, öteki insanlar gibi savaşı kendi sırtlarında hissetmemişlerdi, beni dinlemiyorlar, bir şeyler anlatmak istediğim zaman, beni öteki dünyadan biri sanıyorlardı. Amcam emekli bir subaydı, karanlık basınca, kendi sandalyesine çekilir, eski askerlik anılarını yaşatırdı hep. Eline düşen kitabı, dini kitapları da bir solukta okurdu. Bir gün ansızın sokağa çıkma yasağı duyuruldu.
Tam o günlerde bir akşamüstü beklenmedik bir anda kapı çalındı.
Yengem kapıyı araladı, ben arkasında duruyordum. Dışarıda baş örtüsüyle bir kadın duruyordu:
- Gün aydın, dedi, ben geldim...
Çok yumuşak konuşuyordu. Yengem ne istediğini sordu. Büyük, yırtıcı bir hayvan gibi eşiği aşmak istedi. Yengem, savaş yüzünden itinalı davrandı. İnsanlara pek inanmıyordu. Kadın yengemden, benden de daha uzun boyluydu. Çok geçmeden tanıyarak:
- Ah, Yohana, dedi sevinçle yengem.
Ben azıcık şaşırmıştım. Yohana benim hatıralarımda bir gök parçası ve kilisede çalan çan sesi gibi yaşıyordu. Tatili Otava'da geçirdiğim zaman ondan süt alıyordum. Saçları güneş gibi kırmızıydı.
- Hoş geldin, Yohana, haydi odaya gir, dedi yengem.
Kadın, çok dikkatliydi. Amcam durumu anlamamıştı, anlatmaya çalıştık. Kasabalı olduğunu göstermek için köylü kadına nezaketle selam verdi. Yengem sandalyeye buyurttu.
Kadın oturdu. Tedirgindi. Bir şey gizlediği halinden belliydi. Eskisi gibi değildi. Alnında kırışıklıklar vardı. Yüzü solgundu. Yalnız saçları aynı kalmıştı. Bir eliyle fincanı, ötekiyle de pelerinin altındaki şeyi tutuyordu.
- Pelerininizi çıkarmaz mısınız?
- Hayır, diye karşı geldi kadın.
Yengem nasıl yaşadıklarını sordu.
- Fena sayılmaz, bayan Binço, diye cevap verdi. Fincanı tepsiye bıraktı. Kaybolmuş bir insan hali vardı yüzünde. Bizse onu teskin edecek sözler arıyorduk. Bu an caddeden nöbetçiler geçiyordu. Avludan bir çocuk sesi geldi, kadın irkildi, gözlerini pencereye dikti, öyle kalakaldı:
- Evdekiler nasıl?
- Yaktılar, diye istifini bozmadan cevap verdi kadın.
Kadın parmağını fincana sürttü. Yengem elindeki yünü bıraktı. Amcam okuduğu kitabı bırakmadı, ama okuduklarını pek anlamıyordu. Hepimiz çok tuhaf bir durumda kalmıştık. Kadın anlatmaya başladı:
- Faşistler... Evimizi bastılar. Bizimki nerde diye sordular. O ise ormandaydı. Söyledim, İnanmadılar. Evi altüst ettiler, her yerini aradılar. İneği bıçakladılar: İnek ağlıyordu, vallahi ağlıyordu. Ama çocuklar ağlamıyordu.
Kadın, her gün kahvede, sokakta duyduğumuz hikayelerden birini çok sakin anlatıyordu. Sonra birdenbire yüzü değişti:
- Kutsal Ojbolt (1) da evdeydi...
Yengem elini Yohana'nın omuzuna koydu. Yohana anlatmaya başladı:
- Yaşlı Tunça'yı bilirsiniz, onu alıp götürdüler. Evi, ahırı yaktılar, çok az hayvan kurtarabildik. Lepnik'in babası bize yardım etmek istediği için, onu okul önünde kurşuna dizdiler. Giderlerken, bizimki teslim olmazsa, beni de kurşuna dizeceklerini söylediler.
- Peki siz ne yaptınız? diye sordu amcam.
- Ben bizimkiyi Lepnik'le çağırttım. Polis şubesine gitti. iki gün okulda tuttular, sonra onu da kurşuna dizdiler.
Yohana ansızın gözlerini bana dikti. Gözleri nemliydi.
- Diyorlar ki kurşuna dizilirken sakinmiş bizimki. Hiç sanmam. Şimdi beni her gece ziyarete geliyor. (Lepnik'ler yanına aldı beni). Gelince karyola altında bıraktığı tüfeğini arıyor, diyor ki, süngüler, tabancalar ordaymış. Aman allahım, bayan Binço, çok tuhaf davranıyor son zamanlarda. Allah kimsenin başına vermesin...
Yengem ayağıyla ayağıma dokundu. Amcam bize dikkatle baktı. Durumu anlamıştık. Yengem kalktı, dolaptan rakı şişesini aldı, Yohanayla kendisine doldurdu. Kadın içince kendine geldi. Yengem çocukları sordu.
- İkisi de dağa çıktılar, Françel onaltısında, Stanko ise onbeşindedir.
- Öyle ise, onlar henüz çocuk...
- Hayır, hayır, öyle değil. Köylü kafalılar, tehlikeyi anlamıyor. Bazan tam yarıgecede geliyorlar. Son defa, tam bizimki geldiği, zaman, onlar da geldiler. «Çocuklar geldi», dedim, o duymadı. Onlar da, karyola altında silah aramaya başladılar. Yalanım varsa, kutsal Ojbolt şahidimdir.
- Yohana, yanılmazsam iki oğlunuz Vardı? diye sordu yengem.
- Hayır, üç, dedi, her şeyi bilmediğimizi belirtmek için başını kaldırdı,
- Üçüncüsü nerede?
- İşte burada. Pelerinini gösterdi. Doktora getirdim. Çünkü bizde doktor yok. Faşist İtalyanlar müsaade ettiler.
Kara pelerinin altındaki yükü eliyle kaldırdı. Yengem ayağa kalktı, ben de, amcam da kalktık, hepimiz pencereye doğru yürüdük. Son tramvay ağır ağır geçiyor, sokağa çıkma yasağı yaklaşıyor, pencere altından geçen inzibat memurları gür sesle konuşuyorlardı.
- Sabahtan beri uyuyor, dedi kadın.
- Göster bakalım, dedi yengem.
Kadın gözleriyle odayı taradı. Kahkahayla güldü:
- Siz bu işe karışmasanız olmaz mı?
- Çocuğu göster.
Yohana eski tiyatro kadın sanatçıları gibi pelerinini attı, battaniye içindeki çocuğu çıkardı. Yüzünü açtı, elleriyle yukarı kaldırdı, çocuğun başı göğsüne düştü. Pencereden dökülen son ışıklar küçüğün yüzünde kümeleşti, çocuğun yanakları mosmordu, ağzında salyalar kurumuştu. Durumu hemen anladım, Yengem de anladı. Amcam elini çocuğun alnına koydu. Yüzü değişti, birici dünya savaşındaki anılarını yaşadı.
Çocuk çoktan ölüydü.
- Pek canlı değildir, hiç ağlamaz, dedi Yohana. Oh benim yavrum, babanı hiçbir zaman göremiyeceksin.
Birbirimize hayretle baktık.
- Hangi doktoru getirelim? diye sordu yengem.
- Bilmiyorum ki.
- Biz çağıracağız, işte Miro onu çağırmaya gitsin.
- Ah ne iyi insanlarsınız, ama şimdi henüz gün, geceleyin gitse daha iyi olur, çünkü onlar çocuğu alıp götürebilirler.
- Siz rahatınıza bakın Yohana, dedi yengem. Beni amcamla birlikte kapıya kadar uğurladı. Amcamı da alıp götürebilirlerdi.
- Doktora her şeyi söyle, dedi uğurlarken amcamı.
Doktor sokağın karşı tarafında yaşıyordu. Henüz çok gençti, pek büyük görgüsü yoktu. Doktora kısaca durumu anlattım:
- Çocuk ölü, dedim.
Çantasını aldı, yola düştük. Yolda hiçbir şey konuşmadık. Kapıyı amcam açtı.
- Merhamet et doktor, dedi. Sesinde yumuşaklık vardı. Kaç yıldır amcamı böyle görmüş değilim.
Çocuk sedirdeydi. Yengem başı ucunda oturmuştu, Yohana ise sofradan ekmek kalıntılarını topluyordu. Doktoru görünce:
- Aman ne güzel, dedi. Bizim köyde de böyle güzel bir delikanlı vardı, Rabu'da açlıktan öldü. Aman allahım niçin böyle terssin bazan?.
Doktor, anlattığımıza azıcık şaşırdı. Küçüğü muayene etmeye başladı. Yengem doktora almanca bir şeyler söyledi. Amcam heykel gibi duruyordu. Yohana şakrak sesiyle:
- Sütten, dediler, dedi. Peki, siz gerçekten doktor musunuz? Süt zehirliymiş dediler.
- Küçüğe ne verdiniz? diye sordu doktor.
- Papatya. Biraz da lapa. Şey, faşistler hep evimiz etrafında dönüp dolanıyorlar, küçüğü babasına yollamak istiyorlar. İşte, sabahleyin biri pencereden fotoğraf çekti. Ama ben küçüğü vermem, kimseye vermem...
Zaman hızlı geçiyordu. Amcamla yengem kadına gerçeği söylemesini rica ettiler doktordan. Almanca konuşuyorlardı. Doktor ayağa kalktı, Yohana'ya döndü:
- Bayan, dayanıklı olmalısınız, dedi, kan vurdu köylü yüzüne. Kadın anlamadı:
- Sütten mi, beyefendi? diye sordu.
Yengem Yohana'ya yaklaştı, ellerini beline doladı. Kadın şaşırdı:
- Peki küçük ne zaman iyileşecek?
- Hiçbir zaman. Çoçuk ölmüş, dedi doktor.
Kadın, elindeki ekmek kalıntılarını döşemeye attı, o güne kadar duymadığım bir çığlık kopardı:
- İmkansız, dedi.
Çocuğu aldı, yukarı, başı üstüne kaldırdı, gülmeye başladı:
- Bakın. Bakın. Bakın ne güzel. Sağ o.
- Zavallı Yohana, dedi yengem.
Ben amcama baktım. Amcam doktora, doktor da Yohana'ya baktı. Güneş tepede kayboluyordu. Yohana'nın yüzü çok değişmişti.
- Pencereden fotoğraf çeken adam budur, dedi ve doktoru gösterdi. Evet, kendisi.
Çocuğu acele sardı, kara pelerininin altına aldı, doktora nefretle baktı.
- Ulu Ojbolt, beni koru, bana merhamet et!
Adımlarını geriye ata ata kapıya kadar geldi. Doktor başını eğdi. Yengem:
- Yohana, bizde kal, dedi.
Bunu hepimiz çok istiyorduk, ama onu tutmak için hiçbirimizde güç yoktu anlaşılan. Ancak doktor, neden sonra:
- Sokağa çıkma yasağı var, diyebildi.
Kapının açılıp kapandığını duyduk. Amcam pencereye koştu, biz de ardından.
Yohana tenha sokaktan gitti, göğsünde ölü çocuğu taşıyarak. ilk karanlık düşerken, onun vücudu gözlerimizde daha da büyüdü. Tam köşebaşında, üç nöbetçi asker omuzlarında silahlarla karşısına çıktı. Onlardan biri elini kaldırarak durdurdu kadını. Kadın oralı olmadı, onların üstüne yürüdü. Askerler duvara çekildiler, ona yol verdiler. Ama kadın on adım ileri gidince, ortada duran asker, bir iki adım ilerledi, çatlak sesiyle «dur» dedi. Kadın durmayınca tabancasını çıkardı iki el silah sesi duyuldu.
Kadın yuvarlanarak sırt üstü düştü, ama çocuğu elinden koyvermedi.
- Eyvah ne yaptık, diye fısıldadı yengem.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9