"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

5 Mart 2012 Pazartesi

ZEVRAK’LA EBRU-HALİT ZİYA UŞAKLIGİL

Bir yazıda, değerli bir kalemden şu sözler çıkıyordu:
Bir yapıtın, yaşamımızın filan ya da falan zamanında okunmuş olması ne kadar önemlidir!
Bence, bu kuralı yaşamımızın tüm olaylarına uygulamak gerekir. İşte bende de öyle anılar var ki, ancak yaşamımın falan zamanınla ilgili oldukları için önem kazanırlar.
Zevrak'la Ebrû'nun o kadar önemle anımda kalmış olmaları, anlaşılan, bu gizli nedenin sonucudur.
Zevrak'la Ebru!... Bu iki ad bende Leyla ile Mecnun adlarına benzer bir üzüntü, belki daha içten, daha derin bir üzüntü uyandırıyor.
Onların yaşamımın en büyük yasından sonra, daha o yasın yarasından akan kanlar tazeyken tanıdım.
Beni iyileştirmesi gereken bir hasta gibi akrabalardan birinin yazlığına göndermişlerdi. Benim için burası, candan ve yumuşak bir kalple sevilmenin avutucu sıcaklığıyla hastalık sonrlası toparlanmaya elverişli bir yer gibiydi. Çevremde gözyaşlanma katılan kalplerin arasında acımı uyuşturan bir güç vardı.
Burası; dağ üstünde, büyük bir bahçe ortasında yükselen bir yazlıktı. Sabahtan akşama değin güneşin bol ışınları içinde çalkalanarak, ya da geceleri duru bir gökyüzünden üzerine dökülen ışık çağlayanı altında yıkanarak, aşağıda mavi sularını dar ufuklara, koyu yeşil dağ eteklerine kadar seren denize karşı uzun bir hülya ile düşünüyor sanılırdı. Ancak yirmi yaşındaydım. Daha aşk ve şiirin insanı durmadan aldatan iki yalancı dost olduğunu denememiştim. Lamartin'in, Musset'nin şiirlerini elden düşürmüyordum ve bunları; Zevrak'la Ebrû'nun bütün öteki arkadaşlarıyla birlikte ama en çok bu iki ışığın yan da okuyordum.
Yazlık sahibinin büyük bir tutkunluğu vardı: Güvercinler... Bu güzel, hoş boyuna aşık, minimini yaratıklar...
Onların yarım saat aşklarına ve mutluluklarına tanık olduktan, bu küçücük yaratıkların küçücük kalpleriyle nasıl sevdiklerini, yaşamanın tadını ne güzel bir şiir dersiyle çevresindekilere gösterdiklerini görüp duyduktan sonra onların dostu olmamak elde değildir.
Sabahleyin erkenden daha yazlık derin derin soluklarla uyurken ben ayağımda terliklerle yavaş yavaş iner, bahçeye çıkar; daha üzerlerinden çiyleri uçmamış otların üstlerinden geçerek, ta yukarıya güneşi bütünüyle alacak biçimde yapılmış kümese kadar giderdim.
Güvercinlerin; incelikle yapılmış pek hoş bir evleri vardı. Bir oda kadar çevresi minimini kutularla dolu bir kümes. Önünde, parmaklıkla çevrilmiş ve tel kafesle örülmüş küçük bir bahçe kadar gezinme yeri ötesinde berisinde çevresi delikli ufak boyda birer havuza benzeyen su çanakları.
Yazlığın uykucularına karşılık kümesin mini mini halkı, ta güneşten önce uyanmış, dışarıya çıkmış, bahçelerinde sabah güneşinin gürlüğüyle birlikte küçük havuzlardan yavaş yavaş dinlene dinlene su içmeye başlamış bulunuyorlardı. Bütün kümes sevinçli, mutlu eğlenceli bir yaşamın ezgileriyle doluydu.
Gu! Gu!
Yalnız bu ezgileri bile, zengin bir aşk şiiri kadar tüm aşk tutkularına ve heyecanlarına aracılık edecek bir açıklık kazanırdı: Gu!. Gu!.
O renk renk ipek göğüslerden, o yüzlerce aşık kalbinden çıkan bu gönül ve sevgi ezgileri, kümesi büsbütün inleyen, her telli bir aşk övgüsüyle şakıyan ulu bir orga dönüştürürdü. Bununla, o mini mini yüreklerden ne içten bağlılık antları çıkar, ne etkili aşk ezgileri dökülürdü.
Ben, bir köşeye çekilir, bu kümes halkından kimi saygısızların saldırısından kurtulmak için parmaklıkta asılı duran sandalyeyi alır otururdum. Onlar, artık bu sabah yoklayışların. lan alışmışlardı; beni sevinç dolu gözlerle karşılarlardı.
Daha içeri girmeden sevinçli bir kanat şakırtısı, bütün kümesi heyecana boğardı. Onlar önce biraz uzakça sonra yavaş yavaş küçük kanat çırpışlarıyla ince bacaklarının üstünde seke seke ve yalvaran gözlerini bana dikerek çevremi alırlardı. Önümde, benden her sabah bekledikleri iyiliğin yinelenmesini dileyen bu temiz gözlerden oluşmuş bir halka çizilirdi. O zaman ben, elimi uzatır; yanı basımdaki yem kutusunun kapağını açar, avuç avuç darı atardım.
Geçici bir zaman için beni unuturlar, basamaktan korkar, çekingen adımlarla, o çakşırlı ayaklarının bir öpücüğe benzeyen dokunuşuyla oradan oraya koşarak tanelerini toplarlar: kursaklarının ilk açlığı biraz yatıştıktan sonra başlıca düşüncelerine dönerlerdi: Gu!. Gu!.
Erkeklerde ufak bir çapkınlık, bağlılığı pek başaramayan hafif bir sarkıntılık vardı. Yanlarında bulunan bir yabancıya boyunlarını titreterek, göğüslerinin en üst bölümünü kırıştırarak, hoş bir sıçrayışla öne geçerek sataşmaktan uzak kalamazlardı. Ama, az süren bir karışıklıktan ve hiçbir zaman belirli bir sınırı aşmayan sırnaşıklıktan sonra çiftler ayrılır, ikişer ikişer, karı koca, hepsi kendi aile mutluluğuna dönerdi.
Bu ailelerin başta gelen mutluluk sahnesi, kümesin içindeki odacıklarıydı. O kadar çok sevişen bu mutlu yaratıkların odacıkları, her zaman doluydu. Kimisinde az önce üzerine yatırılmaya başlanmış yumurtalar; kimisinde daha kanatlarına güvenilmeyecek yuvada doyurulan yavrular vardı. Bu çocuk babalarıyla, anaların, yufka yürekliler gibi, ağlama isteği duyarak, uzun uzun gözden geçirdim.
Yuvalarında analık babalık silinir ve bu iki sıfat, benzer görevde birleşirdi; Yuvaya canlılık verme... Ana; yemek serpil ğini haber alınca, babaya, biraz izin verdikten sonra, yuvasını bırakarak gelir; baba, kalabalığın içinde onu çabucak sezer, açlığını unutarak tez bir uçuşla yuvaya gider, boş kalan yeri doldurur; ara sıra. Canını varını esirgemede ikisinin arasında bir yarışma geçtiğini görürdü. Ana yuvadan ayrılmakta gecikirse baba, gidip onu çıkarmaya zorlar; baba orada gereğinden çok kalmak isterse,ona izin vermeyerek gelir, zorla yumurtaların üstüne yatardı.
Beni her şeyden çok etkileyen, bu baba, ile ananın yavrularını doyuruşlarıydı: Bir dakika yitirmek istemeyerek çabucak yerler, koşarak bir iki yudum su içerler; birbirleriyle yarışarak uçarlar, kendilerini bekleyen mini mini gagalara gagalarını takarak kursaklarını, tüm varlıklarını; yavrularının kursaklarına boşaltırlardı.
Oh! Bu apaçık, etkili candan aile sevgisi! Bu aşk, bağlılık, analık babalık duygusu, görev tabloları! Bunlar insanlara ne öğretici ders olurlar: aile mutluluğunun yüceliğini ne etkili bir dille söylerler!...
Ben burada, bu mutlu köşede yaşamı, kendimi; özellikle insanları unutarak saatlerce seyreder, düşünür; tüm varlığımın taze acısıyla insanlıktan çıkarak, işte böyle mutlu bir güvercin olmak isterdim.
Mutlu?., ama her zaman değil.. Onların da insanlar, mutsuz insanlar gibi yasları, ölüm yasları, aşk yasları vardı. îşte Zevrak'la Ebrû'nun anısı, bende böyle bir aşk yası uyandırır.
Güvercin sahibinin önüne geçilemez, üstün gelinemez bir tutkusu vardı: İkide birde, alışılmamış türlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden ayırır: Sami'nin erkeğini, Kesme'nin dişisine, ötekinin dişisini, berikinin erkeğine eş etmek için onları, yeni aşklarıyla baş başa, gerdek odasına kapardı.
Bir gün bu tutkunluğu, Zevrak'la Ebrû'ya yöneldi. Çırpınarak karşı koydum: Onlar, kümesin en genç, en aşık, en mutlu, üstelik de en güzel çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi.
O, düşüncesinde kesinlikle üstün gelmek için öyle nedenler buldu ki, bana yenilmek düştü. Ebru, gök mavisi bir erkekle; Zevrak, sarı bir dişiyle kapandılar.. O, bu korkunç aşk olayından beklenen sonucun zaferini bildiren bir sesle bana:
"Bakınız, ne güzel yavrular alınacak!" diyordu.
Ben artık kümesi, bütünüyle unutmuştum. Yalnız bu kapatılmış çiftlerle oyalanıyor, şu ayrılık döneminde onların zavallı yaralı kalplerini duymaya çalışıyordum.
Zevrak'la Ebrû'ya verilen yeni eşler, benzersizdiler. Kendilerinin gizlilik katına sunulan yeni eşlerde çabucak aşk uyandırma çabasına düştüler.
Gök mavisi, Ebrû'nun çevresinde kuyruğunu sürterek, göğsünü şişirerek, yaşamın sevmek demek olduğunu, açıklamaya çalışıyor; san ise, ateşli taşkınlıklarla Zevrak'ın boynunu gagalıyordu.
Ya ötekiler?
Ötekiler ağlıyormuş gibiydiler. Kafesin köşesinde büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır kapanarak artık yaşamı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile düşünmeyerek, yasa uğramış mutsuz aşklarına sesiz yaşlar dökülüyordu.
Bir sabah Ebrû'nun kafesinde şaşılacak bir şey gördüm: Ebru, yeni sevgilisinin ağzını öpüyordu! Nasıl?.. Ebru, sen de ah, mini mini kadın; sen de o bağlılık antlarını unutan kadınlara benziyordun değil mi?
O gün güvercin sahibine kızgın bir sesle haber verdim:
Artık Ebrû'yu çıkarabilirsiniz; yeni sevgilisiyle uyuşuyor!"
O, güldü; ötekini sordu:
Zevrak... Zevrak ne yapıyor?
Kuşkulu bir sesle:
Şimdilik düşünmeyi sürdürüyor dedim. Bunu kuşkulu bir sesle söylemekle ne büyük bir yanlış yapmışım.
Zavallı Zevrak! İşte senin anından özür diliyorum ama; o sözünde, aşkında durmayan Ebrû'dan sonra nasıl yargıya varabilirdim ki, yeni sevgilinin tüm avutmaları, tüm okşayışları sonuçsuz kalacak? Ve sen haftalarca o acılı aşk olayının, o kötücüllüğün yaşlarıyla yüreğinin yaralarını zehirleye zehirleye her dakika bir parça daha ölerek, bir parça daha yaşamdan, bu yaşamın yalan, aldatan mutluluklarından kaçarak eriyeceksin, biteceksin?
Evet, Zevrak verem oldu; hiçbir şey değil verem oldu. Üstelik, ne yanındakine, ne kümesin bir yanından görünen gökyüzüne; kafesin karşıt yönünden gelerek umursamaz, önemsemez bir davranışla içeriyi görmeye çalışan Ebrû'nun gölgesinde bile küçük bir tatlı bakışını harcamayarak; hep o köşesinde, ıslanmış bir kuş uysallığıyla can çekişerek Zevrak; bir gün soluğuyla gagasını açtı, bir küçük yakınma sesi, ufak bir "Gu" bile çıkmadan öldü.
Zavallı aşk kurbanı! • O zaman bu acıklı olay; bir güvercin, bir Zevrak olmak için ne büyük bir istek vermişti bana. Ben de öyle mutlu bir aşktan sonra onun ayrılık acısıyla erimek, ölmek isterdim. Bende ilk aşktan sonra mutluluk aramamayı düşünürdüm. Ama anlaşılan, bu sorunda Zevrak'tan çok, Ebrû'nun felsefesi daha yerinde.



Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9