“Üst-kurmaca, alt-kurmaca, bu-ne-biçim-bulmaca? Efendim,
metinler-arasılık, çetinler-arasılık, ah-şu-kurgusallık. Pastiş-gülünç
dönüştürüm-parodi. Bak bak bak, Fuat Çınaraltı neler de bilirmiş canım! Zekânı
yesinler senin, büyümüş de post-modern adam olmuş! Ağucuk mugucuk. Modernizmin
tekçi temeline tepkiymiş. Evrensel çoğulculukmuş. Hımmm… Evrensel olduğuna göre
kesinkes uzaylılar da post-modern takılıyorlardır. Hımmm… Post-modern akıma
öyküneceğim derken.. postu deldirmeyelim.. aman dikkat.. belli mi olur..
Marduklular ya da küresel güçler kancayı takar makar. Hımmm… Avrupa
edebiyatının geleneği sonsuz bir şimdiki zamanda ve hiyerarşik bir düzlemde
varlığını sürdürmekteymiş. Bak bak bak. Deme yahu! Yalanım varsa iki gözüm önüme
aksın. Vallahi de billahi de tallahi de. Ülen köftehorlar.. siz zamandan ne
anlarsınız.. sizi gidi binyılcı kökten-iblisçiler. Bak, dünya dillerine yeni
bir sosyolojique ve teolojique bir terim kazandırdım. Türk abecesine Q harfini
ekledim işte. Darısı W ve X harflerinin başına.” –s: 178 – 179.
“İmdi.. eli kalem tutan nevrozlu bir şahıs olarak.. ben Fuat
Çınaraltı.. post-modern eğilimli böyle bir roman yazarım yazmasına da.. sırça
köşklerinden yahut hakkettikleri mevkilerden ahkâm kesen münekkitler.. “zırvalamak
sûretiyle dinî ve millî değerleri ayağa düşürmek” suçlamasıyla.. adımı deftere
geçirirlerse ve çadırımı başıma yıkarlarsa ve yine bana Musul çeşmesinden su
içirmeye yeltenirlerse ve dahi kırk satır mı yoksam kırk katır mı deyu
sorarlarsa, hâlim nic’olur? Behemehal arzedeyim ki.. ironinin gücünden
bilistifade, Türklüğü ve İslâmlığı savunmaya karınca kararınca gayret
etmekteyim. Niyetim hâlis olup, yeni dünya düzeni fırkasının birdenbire şâha
kalkıverdiği bir dönüşüm sürecinde –peygamber buyruğuyla- düşmana düşmanın
silâhıyla kazan kaldırmak emelindeyim. Post-modern yaftalı yazarların piyasada
rağbet görmeleri, millete balta olmaları, sağduyulu kelamşorlerin pabuçlarını
dama atmaları, alicengiz oyunlarıyla ali kırıp baş kesmeleri ve durduk yerde
Bulgurluya gelin gitmeleri nedeniyle.. bendeniz Fuat Çınaraltı naçizâne böyle
bir roman kaleme almak mecburiyetini hissettim. Daha doğrusu böyle bir görevi
–haddim olduğuna vehmederek- deruhte eyledim.” –s: 181 – 182.
“Şüphesiz ki.. bozuk saat bile günde iki defa doğruyu
gösterir düsturunca.. tuzaklarla dolu olan post-modernlikte de.. inkâr
edilemeyecek doğrular misliyle mevcuttur. Burada üstümüze düşen vazife.. “saf
şiir”le birlikte anlatı sanatlarının en kapsamlısı ve en gelişmişi olan “roman”
nimetini beşeriyetin hayrına yöneltecek ve hümanist riyâkarların küresel
tekelinden kurtaracak irâdeye mâlik olabilimektir.” –s: 183.
*
Tuzla Belediyesi Roman yarışmasında “Efendi Dayı’nın
Kozalakları” ile birinci olan yazarın ikinci kitabıdır. TYB Roman Ödülü
sahibidir. Taşrada yaşayan fakat edebiyatımızın taşrasında olmayan yazar
romanında birisi taşralı iki farklı aileyi bir hikâyede buluşturur. Bunu
yaparken romanın hadiselerin etrafında toz bulutları gibi savrulduğu karanlık
çekirdeği olan zemheri kuyusuna iki farklı mekânda hayat verir. Gizemini
koruyan, derinlikleri araştırılması, üzerinde çokça durulması gereken bir
romandır. Okuyanlar tarih felsefesinden arkeolojiye, popüler kültürden
estetiğe, psikolojiden retoriğe uzanan pek çok alandaki ezberlerini gözden geçirmek
ihtiyacı hissedeceklerdir. Zemheri Kuyusu, gürül gürül akan bir bilincin ve
delilik kisvesi altından gülümseyen kolektif şuuraltının bir
ifadesidir.
Yorumlar:
Metin Savaş’ın bu romanı, daha önceki deneme ve
başarılarının ötesinde, edebiyatımız için önemli bir kazanım ve ümit olarak
görünüyor. Kahramanın ağzından ve yer yer serbest bilinç akımı ile yazılan
roman, bu tekniğin kullanıldığı romanlarımız içinde hemen ön sıraya oturmuş
gibidir.
Konu şöyle: 1999 Körfez depreminin sonrasıdır. Depresyon geçirdiğini düşünen gazeteci Fuat, amcasının oğlu Tolga’nın yönlendirmesiyle psikiyatrist Dr. Hayrünnisa hanıma gider. Psikiyatrist onun geçmişini eşelemeye çalışırken beklenmedik olaylar gelişir; ikisinin geçmişiyle ilgili bazı şeyler bilinmeye başlar. Derken, Fuat kendisini Dr. Hayrünnisa’nın dedesi Hisarlı Ahmet bey’in konağında bulur; bir zaman yarılması olmuş, Fuat yüz yıl önceki büyük İstanbul depremi zamanına düşmüştür. Çarpıcı bir roman örgüsü başlar; mistik olaylar hurafelerle karışır. Zemheri kuyusu romana girer; iyilikle kötülüğün ezeli kavgası. Bir meczup dünya üstündeki iyiliğin sorumluluğunu kendi üstünde hisseder. Fuat bütün bu olaylar içinde, yazmayı düşündüğü, ama bir türlü başlayamadığı romanını yaşadığını hisseder. Hayrünnisa hanıma olan ilgisi giderek derinleşmeye başlar. Hayrünnisa’nın kardeşi Aydın’la tanışır , Takunyalı Evliya ve Zemheri Kuyusu’nun sırrını birlikte çözmeye karar verirler. İşaret edilmesi gereken ilk nokta, romanın yüzde yüz yerli olduğudur. Bakış açısından, roman kahramanlarına, olaylardan, işlenen temalara, kullanılan imajlardan, kahramanların tutum ve davranışlarına, her türlü roman malzemesine kadar her şey millî ve o kadar sıcak... Öyle ki, İtalya’daki pansiyon sahibi madam bile, İzmir’i özleyen ve türküler söyleyen bir Anadolu kadını gibi... Fuat’ın şuuraltından iki de bir açığa çıkan Bilge Kağan’ın bin üç yüz yıl önceki “ Türk milleti öldün!....Türk milleti öleceksin!...” haykırışı, ne kadar Türk olunduğunun çarpıcı göstergesi.
Kahramanların , en az işlenenleri bile iz bırakıyor. Aslında Tolga ile nişanlısı, kendi başlarına , kendi sevgi ve ilişkileriyle hiç ele alınmamışlar gibi; Fuat ve Hayrünnisa ilişkisinin fonu olarak görünüyorlar. Fakat, o kadar canlı, sıcak ve etkileyici verilmişler ki, en az öndekiler kadar romanı doldurmuşlar. Olay örgüsü, romanın kuruluşu son derece başarılı ve okuyucunun heyecanını hiç eksiltmiyor. Romancının, Ahmet Hamdi ve Peyami Safa’dan dersini iyi aldığı anlaşılıyor. Bunu yani kendi edebiyat büyüklerimizden kaynaklanan yeni atılımlara girişmeyi de ayrıca övgüye değer buluyorum.
Edebiyatın her türlüsü sonuçta dile dayalı sanat yaratışlarıdır. Bu bakımdan özel bir roman dilinden söz edilmese bile, dil sağlamlığı ve güzelliği roman sanatının da temelidir. Metin Savaş’ın zengin, duru ve oturmuş, romana yaraşır bir dili var. Ayrıca romanın akışı içinde ana dil ve temiz Türkçe bilincini romanın bir parçası olarak sürekli vurgulaması da pek hoş. Akıcı bir üslup içinde, başta işaret ettiğimiz serbest bilinç akımının kullanılması üslubu aksatmamış. Gerek bizdeki gerek batıdaki örneklerinde, yoğun kullanılması halinde bilinç akımı ile yazılanlar okuyucudan özel bir dikkat ister ve yorucu olurlar. Metin Savaş’ın bilinç akımı uygulamasında, çağrışımlara kapılıp giden , sıkmayan, yormayan bir anlatım başarısı var. Zaman zaman Ahmet Mitat Efendi yahut Gogol tarzı, okuyucu ile roman arasına girdiği de olmuş; ama bu tarzı mübalağa etmemiş; zarif bir çeşni katmanın ötesine geçmemiş. Üzerinde çok konuşulacağını sandığım romancıya ve romanına hoş geldiniz diyor, Zemheri Kuyusu’nu okuyucularımıza hararetle tavsiye ediyorum. Nevzat KÖSOĞLU
Konu şöyle: 1999 Körfez depreminin sonrasıdır. Depresyon geçirdiğini düşünen gazeteci Fuat, amcasının oğlu Tolga’nın yönlendirmesiyle psikiyatrist Dr. Hayrünnisa hanıma gider. Psikiyatrist onun geçmişini eşelemeye çalışırken beklenmedik olaylar gelişir; ikisinin geçmişiyle ilgili bazı şeyler bilinmeye başlar. Derken, Fuat kendisini Dr. Hayrünnisa’nın dedesi Hisarlı Ahmet bey’in konağında bulur; bir zaman yarılması olmuş, Fuat yüz yıl önceki büyük İstanbul depremi zamanına düşmüştür. Çarpıcı bir roman örgüsü başlar; mistik olaylar hurafelerle karışır. Zemheri kuyusu romana girer; iyilikle kötülüğün ezeli kavgası. Bir meczup dünya üstündeki iyiliğin sorumluluğunu kendi üstünde hisseder. Fuat bütün bu olaylar içinde, yazmayı düşündüğü, ama bir türlü başlayamadığı romanını yaşadığını hisseder. Hayrünnisa hanıma olan ilgisi giderek derinleşmeye başlar. Hayrünnisa’nın kardeşi Aydın’la tanışır , Takunyalı Evliya ve Zemheri Kuyusu’nun sırrını birlikte çözmeye karar verirler. İşaret edilmesi gereken ilk nokta, romanın yüzde yüz yerli olduğudur. Bakış açısından, roman kahramanlarına, olaylardan, işlenen temalara, kullanılan imajlardan, kahramanların tutum ve davranışlarına, her türlü roman malzemesine kadar her şey millî ve o kadar sıcak... Öyle ki, İtalya’daki pansiyon sahibi madam bile, İzmir’i özleyen ve türküler söyleyen bir Anadolu kadını gibi... Fuat’ın şuuraltından iki de bir açığa çıkan Bilge Kağan’ın bin üç yüz yıl önceki “ Türk milleti öldün!....Türk milleti öleceksin!...” haykırışı, ne kadar Türk olunduğunun çarpıcı göstergesi.
Kahramanların , en az işlenenleri bile iz bırakıyor. Aslında Tolga ile nişanlısı, kendi başlarına , kendi sevgi ve ilişkileriyle hiç ele alınmamışlar gibi; Fuat ve Hayrünnisa ilişkisinin fonu olarak görünüyorlar. Fakat, o kadar canlı, sıcak ve etkileyici verilmişler ki, en az öndekiler kadar romanı doldurmuşlar. Olay örgüsü, romanın kuruluşu son derece başarılı ve okuyucunun heyecanını hiç eksiltmiyor. Romancının, Ahmet Hamdi ve Peyami Safa’dan dersini iyi aldığı anlaşılıyor. Bunu yani kendi edebiyat büyüklerimizden kaynaklanan yeni atılımlara girişmeyi de ayrıca övgüye değer buluyorum.
Edebiyatın her türlüsü sonuçta dile dayalı sanat yaratışlarıdır. Bu bakımdan özel bir roman dilinden söz edilmese bile, dil sağlamlığı ve güzelliği roman sanatının da temelidir. Metin Savaş’ın zengin, duru ve oturmuş, romana yaraşır bir dili var. Ayrıca romanın akışı içinde ana dil ve temiz Türkçe bilincini romanın bir parçası olarak sürekli vurgulaması da pek hoş. Akıcı bir üslup içinde, başta işaret ettiğimiz serbest bilinç akımının kullanılması üslubu aksatmamış. Gerek bizdeki gerek batıdaki örneklerinde, yoğun kullanılması halinde bilinç akımı ile yazılanlar okuyucudan özel bir dikkat ister ve yorucu olurlar. Metin Savaş’ın bilinç akımı uygulamasında, çağrışımlara kapılıp giden , sıkmayan, yormayan bir anlatım başarısı var. Zaman zaman Ahmet Mitat Efendi yahut Gogol tarzı, okuyucu ile roman arasına girdiği de olmuş; ama bu tarzı mübalağa etmemiş; zarif bir çeşni katmanın ötesine geçmemiş. Üzerinde çok konuşulacağını sandığım romancıya ve romanına hoş geldiniz diyor, Zemheri Kuyusu’nu okuyucularımıza hararetle tavsiye ediyorum. Nevzat KÖSOĞLU