"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

14 Mayıs 2012 Pazartesi

AĞIT GİBİ-FETHİ NACİ

Niçin hep o üç görüntü? Bir yaşamdan, yirmi bir yıl kadar kısa da olsa bir yaşamdan

Niçin hep o üç görüntü? Yolda bir başıma yürürken, içerken, dostlarla sohbet ederken

O yaşamdan bir çok ayrıntı birden beliriyor gözlerimin önünde de, özellikle geceleyin,

yatakta saatlerce bir sağa bir sola dönerken, hep o üç görüntü çıkıp geliyor.

Bugünmüş gibi anımsıyorum, 20-21 mayıs olaylarından sonra Türkiye İşçi Partisi’ni de
Bu olaylara bulaştırmak istemişler, bir pazar sabahı 20-30 kadar TİP’liyi toplamışlardı. İki sivil polis kapımızı çaldığı zaman saat altı falan olmalıydı. Evi arayacaklarını söylemişlerdi.
12 Mart döneminde olduğu gibi kitap meraklısı değillerdi; mektup vb. arıyorlardı. Onun yattığı odada da bir valiz vardı. Bir yıl önce, 1962’de, Vatan’da günlük fıkralar yazarken
gelen okur mektupları o valizdeydi. Polisler o valizi odasından öylesine gürültüyle aldılar ki uykusunun çok ağır olmasına rağmen uyandı.(Oysa 12 mart ertesinde sekiz dokuz kişi eve girip önce onun odasına dalmışlardı ve o uyanmamıştı!) Gözümün önünde –ve onun hayretle, korkuyla açık gözlerinin önünde- bütün mektupları bir bir elden geçiriyorlardı. ( ogünden sonra hiçbir mektubu saklamadım, yırttım attım. Onun iki yıl boyunca Paris’ten yazdığı mektupları da!) Annesi, onu, mutfağa geçirmiş, bir tabureye oturtmuştu. Bana kahve yaparken üzerine çıktığı tabureye…(Bir gün, annesinin yaptığı kahveyi beğenmemiştim, o da bana katılmıştı, “Kaynak yapmıyor da ondan!” demişti. O günden sonra kahvelerimi hep o yaptı. Sekiz yaşındaydı o zamanlar. Havagazı ocağına boyu yetmediği içinde bu taburenin üzerine çıkardı.) Peynir ekmek vardı önünde. Polisler aramayı bitirdikten sonra kimi mektupları almışlar, “Beraber gideceğiz.” demişlerdi. Ayrılmadan, öpmek için mutfağa gitmiştim.Yaşadıkça unutmam olanaksız: Lokmaları çiğniyor, yutamıyordu; gözlerinden sel sel gibi yaşlar boşanıyor ama hiç sesi çıkmıyordu. Nasıl sarılmıştık birbirimize! 1962’ün haziran başlarıydı; demek dokuz yaşına girmesine daha dört ay vardı. Şimdi Ruhi’nin “Gitme Yemen’e Yemen’e / Yemen sıcak dayanaman / Tan borusu çaldığında / Sen küçüksün uyanaman” diye söylediği türküyü (ağıdı) her dinleyişimde kendimi tutamayıp ağlarken hep o sahneyi yaşıyorum: Ne zaman döneceği belli olmayan babasının ardından ağlayan, tek sözcük söylemeden, gürültü patırtı etmeden ağlayan, bütün acısını, korkusunu bana sarılışıyla anlatan o küçücük çocuk…Lokmaları boğazından gitmeyen, ama annesini ve beni üzmemek için yiyor gibi görünmeye çabalayan o küçücük çocuk…

Sonra, tam on bir yıl sonra, Paris’te…Galip’in(Üstün) Montparnasse’ta keşfettiği ucuz ve güzel bir lokantada öğle yemeği yiyecektik. O da okuduğu okuldan çıknca oraya gelecekti. Çok geciktiği için umudu kesmiş, Galip’le yemeklerimizi yemiş, lokantadan çıkmıştık. Birden uzaktan onu gördüm: Blucinin içinde ipinceydi; kitapları iki eliyle göğsüne bastırmış, dalgın, hülyalı, yavaş yavaş geliyordu. O anda koskoca Paris’te alabildiğine yalnız, alabildiğine mutsuz olduğunu hissettim. “Mutsuzum, yalnızım, küçüğüm” diye içimden kendi kendime konuştuğumu, kahrolduğumu dünmüş gibi anımsıyorum. Sonra o güzel yüzünü avuçlarımın içine aldığımı, öptüğümü, birlikte yemek yiyemediğimiz için nasıl üzüldüğümü anlatmaya çalıştığımı…

Okulunu biritmişti. Lise yıllarından beri kurduğu düşü gerçekleştirmişti: Çalışıyordu, kendi ekmeğini kendi kazanıyordu ve artık kendi evinde oturuyordu. Bir gece bana gelmişti. Baba-kız birlikte içmiştik. Bizde yatmasını istemiştim. Kalmıştı. Benim pijamalarımı giymişti; uzun gelen kollarını ve paçalarını kıvırmıştı. Yatak odamın kapısında duvara dayanmış, “Baba bak!” diyor ve gülüyordu. Neler konuşmuştuk, anımsamıyorum. Ama durmadan gülüyorduk. Ne güzel gülüyordu! Ah, ne güzel gülüyordu!

Sonra, 24 Aralık 1976’da her şey bitti.
Şimdi artık bir ben var bende benden içeri: Deniz. Güzelim benim, yalnızım, üzerinde güller açan kızım…

Acıyı yaşadım ben, ve yalnızlığı ve sevgisizliği. Bir, ölüm kaldı, o da umurumda değil: Ölüm yaşanmıyor ki…


İstanbul, 1977

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9