"Sizin gözlerinizden kaçan küçük ayrıntıları herkesin
olanca ciddiliğiyle görebilmesi için, adi insanın adiliğini, hayatın
bayağılıklarını güçlü biçimde tasvir edebilme yeteneğiniz henüz hiç bir yazarda
yok" demiş Puşkin Gogol'e.
*
Hayatında hiç ispanya kralı görmemiş herkes aptaldır.
86 Şubat-Mart, Geceyle Gündüzün Arası
Bugün personel şefimiz evime geldi: Üç haftadır daireye
gitmiyormuşum. Görevimin başına dönmemi söyledi.
Hafta hesabı yapmakla insanlar büyük bir yanlışlığa
düşüyorlar. Bu yöntemi Çıfıtlar çıkardılar, çünkü hahamları ancak haftada bir
yıkanırlar. Her neyse, laf olsun diye kalktım, daireye gittim. Müdür, önünde
eğilip özür dileyeceğimi sandı. Ama hiç de beklediği gibi olmadı. Öfkelendiğimi
belli etmeksizin, yüzüne de gülümsemeksizin, büyük bir kayıtsızlık içinde geçip
yerime oturdum. Bürodaki memur güruhuna bakıp, "Aralarında kimin
bulunduğunu bir bilselerdi!" diye düşündüm. Gerçeği öğrenince, kim bilir
ne telaşa kapılırlardı. Müdürümüz, ekselansın önünde yaptığı gibi, ceket
düğmelerini ilikleyip iki kat yere eğilirdi karşımda.
Özet çıkarmam için masamın üstüne bir sürü yazı koydular.
Hiçbirine elimi sürmedim. Birkaç dakika sonra kalemde bir koşuşturmadır
başladı. "Genel müdür geliyor," sözleri dolaştı ortalıkta. Memurlar
göze girmek için birbirleriyle yarış edercesine ileri atıldılar. Ben yerimden
bile kıpırdamadım. Genel müdür bizim bölümden geçerken herkes önleri ilikli,
ayağa fırlamıştı. Bense istifimi bozmadan oturdum. Genel müdür de kim
oluyormuş! Neden karşısında toparlanıp ayağa kalkacakmışım? Peh! Genel müdür
değil, mantar o! Hani şu şişelerin ağzına tıkadıkları mantarlar var ya, işte
ondan! Tam o sırada, imzalamam için önüme bir evrak koyduklarını gördüm.
Tuhafıma gitmişti, bıyık altından güldüm. Evrak getiren, herhalde en altta bir
yere "masa memuru bilmem kim" diye imza atmamı bekliyordu. Yağma yok,
eskidendi o. Kalemi kaptığım gibi en üste, genel müdürün imza attığı yere
"VIII. Ferdinand" diye imzamı konduruverdim. Bir anda odayı dolduran
o saygı belirtisi sessizlik görülecek şeydi doğrusu. Ama ben yalnızca hafif bir
el işaretiyle, "Rica ederim, fazla bağlılık gösterileri istemem!"
diyerek dışan çıktım.
Kalemden, doğruca genel müdürün lojmanına gittim. Kendisi o
anda evinde olmadığı için uşak beni içeri almak istemedi. Bunun üzerine adama
öyle bir şey söyledim ki, herif olduğu yerde donakaldı. Ben de doğruca
küçükhanımın odasına yöneldim. İçeri girdiğimde aynanın karşısında oturuyordu.
Beni görünce ayağa sıçradı, geri geri çekildi. Ona İspanya kralı olduğumu
söylemenin sırası değildi; onun için kendisini hayal bile edemediği bir
mutluluğun beklediğini, düşmanlarımın bütün densizliklerine karşın
birleşebileceğimizi söylemekle yetindim. Sonra çıkıp gittim. Aah, kadınlar ne
sinsi yaratıklardır! Onların ne mal olduğunu, kime gönül verdiklerini ancak
şimdi anlayabildim. Bunu ilk anlayan da benim, sanıyorum. Evet, evet, kadın
şeytana gönül vermiştir. Sakın şaka yaptığımı sanmayın. Fizikçiler, bilmem
kimler kadının ne menem bir varlık olduğunu yazadursunlar; bunların hepsi
saçma; o yalnız şeytana âşıktır. Balan, şimdi bile locada oturan şu yosmanın,
dürbününü çevirmiş, nereye baktığım sanıyorsunuz? İlerideki göğsü madalyalı
şişkoya mı? Yok canım! Ne gezer! Onun böyle dikkatle süzdüğü, adamın arkasında
durup pis pis sırıtan iblisten başkası değildir. İblis şimdi herifin frakının
içine saklandı, kadına oradan işaret ediyor. Kadın onundur artık, sonunda ona
varacaktır.
Belirsiz Bir Tarih, Günü de Belli Değil
Kimliğimi açığa vurmadım. Neva Caddesi'nde bir gezintiye
çıktım. Çar hazretleri, arabasının içinde geçti bir ara. Herkes şapkasını
çıkanp selam verdi, İspanya kralı olduğumu sezdirmeden ben de selam verdim.
Sarayda halka tanıtılmadan önce sokakta uluorta kimliğimi açıkiayamazdım. Bunu
hemen yapmayışımın nedeni, henüz İspanyolların ulusal kılığına uygun bir
giyecek edinemeyişimdi. Üstüme atacağım bir pelerinim olsaydı bari.
"Terzinin birine ısmarlayayım," dedim fakat bunların hepsi eşek;
işlerini küçümsediklerinden olacak, terziliği bırakıp kaldırım mühendisliğine
başlamışlar. Sonra aklıma geldi, topu topu iki kez giydiğim resmi setrem vardı.
"Şunu bozup kendime bir pelerin uydurayım bari," dedim. Terzi
bozuntuları bu işi ağızlarına yüzlerine bulaştırmasınlar diye pelerini kendim
dikmeye karar verdim. Kimsenin görmesini istemediğim için kapıyı arkadan
kilitledim, setremin şurasını burasını makaslamaya başladım. Bütün istediğim,
pelerinime çok beğendiğim özel biçimi vermekti.
Ne Ayı Belli Ne Günü. Ayı da Günü de Cehennemin Dibine!
Pelerinim hazırdı. Giydiğim zaman Mavra beni görür görmez
çığlığı bastı. Kendimi saraya tanıtmak konusunda ağırdan alıyorum, çünkü
İspanya temsilcileri ortada yok daha. Maiyetim olmadan tek başıma gidip
değerimi düşüremem doğrusu. Gelirler nasıl olsa, her an gelmelerini bekliyorum.
Ayın İlk Günü
Temsilcilerin bu kadar gecikmesi beni çok şaşırtıyor. Onları
yollarından alıkoyan nedir acaba? Bu da mı Fransa'nın marifeti yoksa?
Başkalarının işine burnunu sokan tek devlet odur çünkü. İspanyol temsilcilerin
gelip gelmediklerini sormak için postaneye gittim. Fakat postane müdürü aptalın
biri, daha dünyadan haberi yok. "Burada İspanya temsilcilerinin ne işi
var? Eğer mektup göndermek istiyorsanız getirin, işlemini yapalım," dedi.
Canın cehenneme, senin de, mektubun da! Saçmalığa bak, mektup gönderecekmişim!
Mektubu eczacılar yazar, onlar da ilkin dillerini sirkeye batırırlar. Öyle
yapmasalar suratlarını çıban basar...
Madrid, 30 Şubat
İşte bu iş de oldu. İspanya'dayım artık. Her şey öylesine
çabuk bitti ki, hâlâ kendimi toparlamış değilim.
Bu sabah İspanya devletinin temsilcileri evime kadar
geldiler. Bir de araba getirmişlerdi. Birlikte arabaya bindik. En çok tuhafıma
giden şey, işlerin gelişmesindeki olağanüstü çabukluktu. Yarım saatte sınıra
ulaştığımıza göre ne kadar hızlı yol aldığımızı varın siz düşünün. Gerçi bu
zamanda Avrupa demir ağlarla örülmüş; trenler, vapurlar son derece hızlı
işliyor... Şu İspanya garip bir ülke! Sarayda ilk karşılaştığım kişiler başları
tıraşlı insanlar oldu. Ama durumu anlamakta gecikmedim. Bunlar İspanya
soyluları ile şanlı askerlerdi. Çünkü günümüzde ancak onların saçları
kesiliyor. Yalnız başbakanın tutumu epeyce tuhafıma gitti. Beni kolumdan
tuttuğu gibi daracık bir odaya soktu. Arkasından da, "Otur şuraya! Kral
Ferdinand'ım dersen paparayı yersin sonra!" diye azarlamaya kalktı. Beni
sınamaya çalıştıklarını bildiğim için onun istediğini yapmadım. Bunun üzerine
başbakanım sırtıma üst üste iki sopa indirdi. Canım yandıysa da gık demedim.
Çünkü yüksek paye verilen şövalyelere böyle davranıldığını anımsıyorum. Onun için
kendimi tuttum, bağırmadım. İspanya'da bugün bile şövalye gelenekleri
geçerlidir.
Tek başıma kalınca devlet işleriyle uğraşmak için vakit
bulabildim. İlk çözdüğüm sorun İspanya ile Çin'in aynı ülke olduğuydu. İnsanlar
bilgisizlikleri yüzünden bunları ayn iki ülke sanıyorlardı. İsterseniz bir
kâğıda İspanya sözcüğünü yazmaya kalkın, kaleminizin ucundan Çin sözcüğü
çıkmazsa bana ne derseniz deyin!
Beni en çok kaygılandıran, yarın insanların yüz yüze
kalacakları olay. Belki inanmazsınız, ama sabah yedide Dünya Ay'ın üstüne
binecek. Ünlü İngiliz kimyacısı Wellington da eserinde belirtmişti bunu. Ne
yalan söyleyeyim, Ay'ın narin, dayanıksız yapısını düşündükçe büyük bir
tedirginlik duyuyorum. Şu Ay denen nesneyi Hamburg'da yapıyorlar, fakat pek de
ahım şahım bir şeye benzemiyor. İngiltere bu konuda ağırlığını niçin koymuyor,
anlamıyorum. Ay'ı yapan topal bir fıçıcıymış, aptal herifin işten anlamadığı nasıl
da belli! Kullandığı katranlı halatların üstüne yeterince bezir yağı sürmediği
için yeryüzünü berbat bir koku kapladı, burunlar tıkansa yeridir. Öte yandan,
bu derece nazik, ince yapılı Ay, insanların orada barınmasına elverişli
değildir. O yüzden sadece burunlar yerleşebilmiştir oraya. Kendi burnumuzu
göremeyişimizin tek nedeni de bu işte. Dünya'nın ağır bir cisim olduğunu, Ay'ın
üstüne çökünce burunların pestile döneceklerini düşününce beni bir tasadır
aldı. Çorabımı, ayakkabılarımı giydiğim gibi toplantı salonuna koştum. Kolluk
kuvvederine, Dünya'nın Ay'ın üstüne binmesini önlemelerini buyuracaktım.
Toplantı salonunda gene kafaları tıraşlı bir sürü soylu kişiyle kar-şılaştım.
"Baylar!" dedim, "Ay tehlikededir. Dünya'mız, Ay'ın üstüne binecek!"
Akıllı adamlarmış İspanyol soyluları. Sözlerimi işitir işitmez, kralın
buyruğunu yerine getirmek için birbiriyle yarışırcasına ileri atıldılar. Kimisi
Ay'ı bir an önce kurtarmak için duvara tırmanmaya çalıştı. İşte tam bu sırada
benim başbakan içeri girdi. Onu görür görmez soyluların nasıl sağa sola
kaçıştıklarını görmeliydiniz! Fakat ben kral olduğum için hiç istifimi
bozmadım.
Şu başbakan ne tuhaf adam, beni sopayla döve döve odama
soktu. İspanya'nın ulusal gelenekleri bu derece sert işte, görüyorsunuz,
değerli okurlar!
Aynı Yılın Şubattan Sonra Gelen Ocak Ayı
İspanya'nın nasıl bir ülke olduğuna bir türlü aklım ermedi.
Ulusal gelenekler, saray kuralları öylesine anlaşılmaz şeyler ki! Adamlara
sözümü geçiremiyorum. Keşiş olmak istemediğimi avazım çıktığı kadar bağırarak
söylediğim halde, benim de kafamı kazıdılar. Hele başıma damla damla buzlu su
akıtmaya başladıkları zaman neye uğradığımı şaşırdım. Böyle bir cehennem azabı
çekmemiştim şimdiye dek. Delirecek gibiydim, beni güçlükle zapt ediyorlardı.
Böyle tuhaf geleneklerin ne işe yaradığını bir türlü kavrayamıyordum. Anlamsız,
son derece saçma işler bunlar. Bunları ortadan kaldırmayan kralların
düşüncesizliğini aklım almıyor. Bütün olasılıkları gözden geçirince, bir
engizisyoncunun eline düştüğümü anladım. Başbakan sandığım kişi,
başengizisyoncunun ta kendisiydi. Gene de aklımın ermediği bir şey vardı: Bir
kral nasıl oluyor da engizisyoncunun eline düşebiliyordu? Bu olsa olsa
Fransa'nın işiydi. Hele bir de Polinyak rezilinin parmağı varsa! Ah, ne
namussuzdur o Polinyak! Beni yok etmeyi kafasına koymuş bir kere, artık nereye
gitsem peşimi bırakmaz.
Ama seni de İngilizlerin parmağında oynattığını bilmiyor
değilim, dostum. İngilizler büyük siyasetçidir, burunlarını sokmadıkları iş
yoktur.
Boşuna dememişler, "İngiltere enfiye çekince Fransa
hapşırır," diye...
Ayın 25'i
Başengizisyoncu bugün gene odama geldi. Ayak seslerini duyar
duymaz sandalyenin altına girdim. Odada olmadığımı görünce beni önce soyadımla
çağırdı: "Hey, Poprişçin* nerelerdesin?" Bende çıt yok. Bu sefer adım
ve baba adımla seslendi: "Aksenti İvanoviç! Kalem efendisi! Soylu
kişi!" Bende gene çıt yok. Adam baktı ki ses vermiyorum, "İspanya
Kralı VIII. Ferdinand!" diye bağırdı. Kafamı uzatacak gibi oldum, ama
hemen aklım başıma geldi. Yağma yok arkadaş, çürük tahtaya basmam! Başıma gene
soğuk sular dökeceksin değil mi, diyerek olduğum yerde kaldım. Gelgelelim beni
gördü, elindeki koca sopayla sandalyenin altından zorla çıkardı. Lanet olası
değnek öyle kötü acıtıyordu ki! Canımın yanmasına karşılık ben yeni bir
buluşumla kendimi ödüllendirmiş sayılırım: Bütün horozların birer İspanya'sı
var, kuyruklarına yakın bir yerde, tüylerinin altında saklarlar... Neyse ki
başengizisyoncu sonunda odamdan defolup gitti, giderken de bir sürü tehdit
savurdu. Onun elinden bir şey gelmeyeceğini bildiğim için öfkesine pek
aldırmadım. Neden aldıracakmışım? İngilizlerin maşasından başka neydi ki o?
Yıl 349, 34 Şubat
Artık acılara dayanacak durumda değilim. Tanrım, neler
yapıyorlar bu adamlar bana! Durmadan kafamdan aşağı soğuk su döküyorlar.
Kimsenin bana aldırış ettiği yok! Kimse sözümü dinlemiyor, ne durumda olduğumu
görmek istemiyor! Ne yaptım ben bu adamlara? Ne diye eziyet çektiriyorlar bana?
Benim gibi bir zavallıdan ne isterler? Elimde avucumda bir şey yok ki,
istediklerini vereyim... Bittim artık, dayanamayacağım. İşkencelerinden başıma
ateşler bastı, gözlerim kararıyor, her şey çevremde fıldır fıldır dönüyor. Beni
kurtaracak yok mu? Alın beni bu adamların elinden! Üç atlı bir araba verin
bana, troykama yıldırım gibi atlar koşulsun! Hey, yiğit arabacım, sür troykayı!
Arabamın çıngırakları şıngır şıngır ötsün! Yiğit atlarım, şahlanın, götürün
beni bu cehenneme dönmüş dünyadan! Uçurun, çok uzaklara uçurun! Hiçbir şey
görüp işitemeyeceğim yerlere götürün beni! İşte gök-te bulutlar yığılıp
birikmeye başladı, uzakta bir yıldız parladı. Ormanın koyu ağaçları, soluk
renkli ay, ayaklarımın altından geçip gidiyor. Ta aşağılarda boz sisleri
görüyorum. Çepeçevre puslar içinde bir telin tınlamasını işitiyorum. Bir
yanımda deniz, öbür yanımda İtalya... Rus köylerinin karanlık evleri gözükmeye
başladı. Oracıkta bir benek gibi gözüken ev, bizim ev mi? Pencerenin önünde
oturan kadın, benim anam mı? Anacığım, kurtar zavallı oğlunu acımasız ellerden!
Ağrıyan başıma bir damla gözyaşı akıt! Ona ne işkenceler yapıldığını gör,
kucakla, bağrına bas yetimini! Onun bu dünyada yeri yok artık, kovdular onu,
sürdüler insanlar arasından. Bari sen acı hasta oğluna, anacığım!
Şey, biliyor musunuz? Cezayir beyinin tam burnunun altında
kocaman bir ben varmış!
*
Ey uluslar, kulak verin bana! Yaşamın, insanın sırrına eren
bir benim. Her şey boş. Sanat bayağı, zevklerimiz zavallı, şeref, kahramanlık
da öyle, onlar daha da zavallı. Dünyaya, insanlara hükmeden ölümdür, ölüm! Ölüm
her şeyi kemiriyor, her şey ölüm için yaşıyor. Ölüp de dirilme, uzak, pek uzak.
Gogol, daha çok ´toplumsal yergi´ denen mizahi öyküleriyle bilinir. Oysa
fantastik öğeler içeren öyküleri de en az mizahi öyküleri kadar değerlidir. Rus
edebiyatında gerçekçiliğin kurucusu olarak kabul edilse bile... Gogol´ün
eserleri başka dillere çevrilince inceliklerinden çok şey kaybettikleri
söylenir. Öyle sanıyoruz ki, elinizdeki bu derleme söz konusu nitelemenin
dışında tutulabilir.
*
Klasikleşmiş Puşkin, gerçekçi Tolstoy, tutucu Çehov; hepsi
beklenmedik odak değiştirmelerin öncüsü olan, sözün yaygınlaştığı ve gizli
anlamın ortaya çıktığı sıradışı bir yazınsal anlayışa sahiptiler.
Ama Gogol ile bu odak değişimi sanatsal bir temel kazandı.
Öyle ki geleneksel edebiyatın dolaylı anlatımını kullanarak yazmaya her çalıştığında,
rasyonel fikirlere mantıkla her yaklaşışında, olanca yeteneğini kaybetti. Bir
Delinin Güncesi adlı ölümsüz yapıtında olduğu gibi gerçekten kendini
sınırlamaktan vazgeçtiğinde ve cehennemin kenarında mutlu bir biçimde
oyalandığında Rusya'nın bugüne kadar yetiştirdiği en büyük sanatçı oldu.