"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

20 Mayıs 2012 Pazar

BİR DELİNİN GÜNCESİ-NİKOLAY GOGOL

"Sizin gözlerinizden kaçan küçük ayrıntıları herkesin olanca ciddiliğiyle görebilmesi için, adi insanın adiliğini, hayatın bayağılıklarını güçlü biçimde tasvir edebilme yeteneğiniz henüz hiç bir yazarda yok" demiş Puşkin Gogol'e.
*
Hayatında hiç ispanya kralı görmemiş herkes aptaldır.


86 Şubat-Mart, Geceyle Gündüzün Arası
Bugün personel şefimiz evime geldi: Üç haftadır daireye gitmiyormuşum. Görevimin başına dönmemi söyledi.
Hafta hesabı yapmakla insanlar büyük bir yanlışlığa düşüyorlar. Bu yöntemi Çıfıtlar çıkardılar, çünkü hahamları ancak haftada bir yıkanırlar. Her neyse, laf olsun diye kalktım, daireye gittim. Müdür, önünde eğilip özür dileyeceğimi sandı. Ama hiç de beklediği gibi olmadı. Öfkelendiğimi belli etmeksizin, yüzüne de gülümsemeksizin, büyük bir kayıtsızlık içinde geçip yerime oturdum. Bürodaki memur güruhuna bakıp, "Aralarında kimin bulunduğunu bir bilselerdi!" diye düşündüm. Gerçeği öğrenince, kim bilir ne telaşa kapılırlardı. Müdürümüz, ekselansın önünde yaptığı gibi, ceket düğmelerini ilikleyip iki kat yere eğilirdi karşımda.
Özet çıkarmam için masamın üstüne bir sürü yazı koydular. Hiçbirine elimi sürmedim. Birkaç dakika sonra kalemde bir koşuşturmadır başladı. "Genel müdür geliyor," sözleri dolaştı ortalıkta. Memurlar göze girmek için birbirleriyle yarış edercesine ileri atıldılar. Ben yerimden bile kıpırdamadım. Genel müdür bizim bölümden geçerken herkes önleri ilikli, ayağa fırlamıştı. Bense istifimi bozmadan oturdum. Genel müdür de kim oluyormuş! Neden karşısında toparlanıp ayağa kalkacakmışım? Peh! Genel müdür değil, mantar o! Hani şu şişelerin ağzına tıkadıkları mantarlar var ya, işte ondan! Tam o sırada, imzalamam için önüme bir evrak koyduklarını gördüm. Tuhafıma gitmişti, bıyık altından güldüm. Evrak getiren, herhalde en altta bir yere "masa memuru bilmem kim" diye imza atmamı bekliyordu. Yağma yok, eskidendi o. Kalemi kaptığım gibi en üste, genel müdürün imza attığı yere "VIII. Ferdinand" diye imzamı konduruverdim. Bir anda odayı dolduran o saygı belirtisi sessizlik görülecek şeydi doğrusu. Ama ben yalnızca hafif bir el işaretiyle, "Rica ederim, fazla bağlılık gösterileri istemem!" diyerek dışan çıktım.
Kalemden, doğruca genel müdürün lojmanına gittim. Kendisi o anda evinde olmadığı için uşak beni içeri almak istemedi. Bunun üzerine adama öyle bir şey söyledim ki, herif olduğu yerde donakaldı. Ben de doğruca küçükhanımın odasına yöneldim. İçeri girdiğimde aynanın karşısında oturuyordu. Beni görünce ayağa sıçradı, geri geri çekildi. Ona İspanya kralı olduğumu söylemenin sırası değildi; onun için kendisini hayal bile edemediği bir mutluluğun beklediğini, düşmanlarımın bütün densizliklerine karşın birleşebileceğimizi söylemekle yetindim. Sonra çıkıp gittim. Aah, kadınlar ne sinsi yaratıklardır! Onların ne mal olduğunu, kime gönül verdiklerini ancak şimdi anlayabildim. Bunu ilk anlayan da benim, sanıyorum. Evet, evet, kadın şeytana gönül vermiştir. Sakın şaka yaptığımı sanmayın. Fizikçiler, bilmem kimler kadının ne menem bir varlık olduğunu yazadursunlar; bunların hepsi saçma; o yalnız şeytana âşıktır. Balan, şimdi bile locada oturan şu yosmanın, dürbününü çevirmiş, nereye baktığım sanıyorsunuz? İlerideki göğsü madalyalı şişkoya mı? Yok canım! Ne gezer! Onun böyle dikkatle süzdüğü, adamın arkasında durup pis pis sırıtan iblisten başkası değildir. İblis şimdi herifin frakının içine saklandı, kadına oradan işaret ediyor. Kadın onundur artık, sonunda ona varacaktır.
Belirsiz Bir Tarih, Günü de Belli Değil
Kimliğimi açığa vurmadım. Neva Caddesi'nde bir gezintiye çıktım. Çar hazretleri, arabasının içinde geçti bir ara. Herkes şapkasını çıkanp selam verdi, İspanya kralı olduğumu sezdirmeden ben de selam verdim. Sarayda halka tanıtılmadan önce sokakta uluorta kimliğimi açıkiayamazdım. Bunu hemen yapmayışımın nedeni, henüz İspanyolların ulusal kılığına uygun bir giyecek edinemeyişimdi. Üstüme atacağım bir pelerinim olsaydı bari. "Terzinin birine ısmarlayayım," dedim fakat bunların hepsi eşek; işlerini küçümsediklerinden olacak, terziliği bırakıp kaldırım mühendisliğine başlamışlar. Sonra aklıma geldi, topu topu iki kez giydiğim resmi setrem vardı. "Şunu bozup kendime bir pelerin uydurayım bari," dedim. Terzi bozuntuları bu işi ağızlarına yüzlerine bulaştırmasınlar diye pelerini kendim dikmeye karar verdim. Kimsenin görmesini istemediğim için kapıyı arkadan kilitledim, setremin şurasını burasını makaslamaya başladım. Bütün istediğim, pelerinime çok beğendiğim özel biçimi vermekti.
Ne Ayı Belli Ne Günü. Ayı da Günü de Cehennemin Dibine!
Pelerinim hazırdı. Giydiğim zaman Mavra beni görür görmez çığlığı bastı. Kendimi saraya tanıtmak konusunda ağırdan alıyorum, çünkü İspanya temsilcileri ortada yok daha. Maiyetim olmadan tek başıma gidip değerimi düşüremem doğrusu. Gelirler nasıl olsa, her an gelmelerini bekliyorum.
Ayın İlk Günü
Temsilcilerin bu kadar gecikmesi beni çok şaşırtıyor. Onları yollarından alıkoyan nedir acaba? Bu da mı Fransa'nın marifeti yoksa? Başkalarının işine burnunu sokan tek devlet odur çünkü. İspanyol temsilcilerin gelip gelmediklerini sormak için postaneye gittim. Fakat postane müdürü aptalın biri, daha dünyadan haberi yok. "Burada İspanya temsilcilerinin ne işi var? Eğer mektup göndermek istiyorsanız getirin, işlemini yapalım," dedi. Canın cehenneme, senin de, mektubun da! Saçmalığa bak, mektup gönderecekmişim! Mektubu eczacılar yazar, onlar da ilkin dillerini sirkeye batırırlar. Öyle yapmasalar suratlarını çıban basar...
Madrid, 30 Şubat
İşte bu iş de oldu. İspanya'dayım artık. Her şey öylesine çabuk bitti ki, hâlâ kendimi toparlamış değilim.
Bu sabah İspanya devletinin temsilcileri evime kadar geldiler. Bir de araba getirmişlerdi. Birlikte arabaya bindik. En çok tuhafıma giden şey, işlerin gelişmesindeki olağanüstü çabukluktu. Yarım saatte sınıra ulaştığımıza göre ne kadar hızlı yol aldığımızı varın siz düşünün. Gerçi bu zamanda Avrupa demir ağlarla örülmüş; trenler, vapurlar son derece hızlı işliyor... Şu İspanya garip bir ülke! Sarayda ilk karşılaştığım kişiler başları tıraşlı insanlar oldu. Ama durumu anlamakta gecikmedim. Bunlar İspanya soyluları ile şanlı askerlerdi. Çünkü günümüzde ancak onların saçları kesiliyor. Yalnız başbakanın tutumu epeyce tuhafıma gitti. Beni kolumdan tuttuğu gibi daracık bir odaya soktu. Arkasından da, "Otur şuraya! Kral Ferdinand'ım dersen paparayı yersin sonra!" diye azarlamaya kalktı. Beni sınamaya çalıştıklarını bildiğim için onun istediğini yapmadım. Bunun üzerine başbakanım sırtıma üst üste iki sopa indirdi. Canım yandıysa da gık demedim. Çünkü yüksek paye verilen şövalyelere böyle davranıldığını anımsıyorum. Onun için kendimi tuttum, bağırmadım. İspanya'da bugün bile şövalye gelenekleri geçerlidir.
Tek başıma kalınca devlet işleriyle uğraşmak için vakit bulabildim. İlk çözdüğüm sorun İspanya ile Çin'in aynı ülke olduğuydu. İnsanlar bilgisizlikleri yüzünden bunları ayn iki ülke sanıyorlardı. İsterseniz bir kâğıda İspanya sözcüğünü yazmaya kalkın, kaleminizin ucundan Çin sözcüğü çıkmazsa bana ne derseniz deyin!
Beni en çok kaygılandıran, yarın insanların yüz yüze kalacakları olay. Belki inanmazsınız, ama sabah yedide Dünya Ay'ın üstüne binecek. Ünlü İngiliz kimyacısı Wellington da eserinde belirtmişti bunu. Ne yalan söyleyeyim, Ay'ın narin, dayanıksız yapısını düşündükçe büyük bir tedirginlik duyuyorum. Şu Ay denen nesneyi Hamburg'da yapıyorlar, fakat pek de ahım şahım bir şeye benzemiyor. İngiltere bu konuda ağırlığını niçin koymuyor, anlamıyorum. Ay'ı yapan topal bir fıçıcıymış, aptal herifin işten anlamadığı nasıl da belli! Kullandığı katranlı halatların üstüne yeterince bezir yağı sürmediği için yeryüzünü berbat bir koku kapladı, burunlar tıkansa yeridir. Öte yandan, bu derece nazik, ince yapılı Ay, insanların orada barınmasına elverişli değildir. O yüzden sadece burunlar yerleşebilmiştir oraya. Kendi burnumuzu göremeyişimizin tek nedeni de bu işte. Dünya'nın ağır bir cisim olduğunu, Ay'ın üstüne çökünce burunların pestile döneceklerini düşününce beni bir tasadır aldı. Çorabımı, ayakkabılarımı giydiğim gibi toplantı salonuna koştum. Kolluk kuvvederine, Dünya'nın Ay'ın üstüne binmesini önlemelerini buyuracaktım. Toplantı salonunda gene kafaları tıraşlı bir sürü soylu kişiyle kar-şılaştım. "Baylar!" dedim, "Ay tehlikededir. Dünya'mız, Ay'ın üstüne binecek!" Akıllı adamlarmış İspanyol soyluları. Sözlerimi işitir işitmez, kralın buyruğunu yerine getirmek için birbiriyle yarışırcasına ileri atıldılar. Kimisi Ay'ı bir an önce kurtarmak için duvara tırmanmaya çalıştı. İşte tam bu sırada benim başbakan içeri girdi. Onu görür görmez soyluların nasıl sağa sola kaçıştıklarını görmeliydiniz! Fakat ben kral olduğum için hiç istifimi bozmadım.
Şu başbakan ne tuhaf adam, beni sopayla döve döve odama soktu. İspanya'nın ulusal gelenekleri bu derece sert işte, görüyorsunuz, değerli okurlar!
Aynı Yılın Şubattan Sonra Gelen Ocak Ayı
İspanya'nın nasıl bir ülke olduğuna bir türlü aklım ermedi. Ulusal gelenekler, saray kuralları öylesine anlaşılmaz şeyler ki! Adamlara sözümü geçiremiyorum. Keşiş olmak istemediğimi avazım çıktığı kadar bağırarak söylediğim halde, benim de kafamı kazıdılar. Hele başıma damla damla buzlu su akıtmaya başladıkları zaman neye uğradığımı şaşırdım. Böyle bir cehennem azabı çekmemiştim şimdiye dek. Delirecek gibiydim, beni güçlükle zapt ediyorlardı. Böyle tuhaf geleneklerin ne işe yaradığını bir türlü kavrayamıyordum. Anlamsız, son derece saçma işler bunlar. Bunları ortadan kaldırmayan kralların düşüncesizliğini aklım almıyor. Bütün olasılıkları gözden geçirince, bir engizisyoncunun eline düştüğümü anladım. Başbakan sandığım kişi, başengizisyoncunun ta kendisiydi. Gene de aklımın ermediği bir şey vardı: Bir kral nasıl oluyor da engizisyoncunun eline düşebiliyordu? Bu olsa olsa Fransa'nın işiydi. Hele bir de Polinyak rezilinin parmağı varsa! Ah, ne namussuzdur o Polinyak! Beni yok etmeyi kafasına koymuş bir kere, artık nereye gitsem peşimi bırakmaz.
Ama seni de İngilizlerin parmağında oynattığını bilmiyor değilim, dostum. İngilizler büyük siyasetçidir, burunlarını sokmadıkları iş yoktur.
Boşuna dememişler, "İngiltere enfiye çekince Fransa hapşırır," diye...
Ayın 25'i
Başengizisyoncu bugün gene odama geldi. Ayak seslerini duyar duymaz sandalyenin altına girdim. Odada olmadığımı görünce beni önce soyadımla çağırdı: "Hey, Poprişçin* nerelerdesin?" Bende çıt yok. Bu sefer adım ve baba adımla seslendi: "Aksenti İvanoviç! Kalem efendisi! Soylu kişi!" Bende gene çıt yok. Adam baktı ki ses vermiyorum, "İspanya Kralı VIII. Ferdinand!" diye bağırdı. Kafamı uzatacak gibi oldum, ama hemen aklım başıma geldi. Yağma yok arkadaş, çürük tahtaya basmam! Başıma gene soğuk sular dökeceksin değil mi, diyerek olduğum yerde kaldım. Gelgelelim beni gördü, elindeki koca sopayla sandalyenin altından zorla çıkardı. Lanet olası değnek öyle kötü acıtıyordu ki! Canımın yanmasına karşılık ben yeni bir buluşumla kendimi ödüllendirmiş sayılırım: Bütün horozların birer İspanya'sı var, kuyruklarına yakın bir yerde, tüylerinin altında saklarlar... Neyse ki başengizisyoncu sonunda odamdan defolup gitti, giderken de bir sürü tehdit savurdu. Onun elinden bir şey gelmeyeceğini bildiğim için öfkesine pek aldırmadım. Neden aldıracakmışım? İngilizlerin maşasından başka neydi ki o?
Yıl 349, 34 Şubat
Artık acılara dayanacak durumda değilim. Tanrım, neler yapıyorlar bu adamlar bana! Durmadan kafamdan aşağı soğuk su döküyorlar. Kimsenin bana aldırış ettiği yok! Kimse sözümü dinlemiyor, ne durumda olduğumu görmek istemiyor! Ne yaptım ben bu adamlara? Ne diye eziyet çektiriyorlar bana? Benim gibi bir zavallıdan ne isterler? Elimde avucumda bir şey yok ki, istediklerini vereyim... Bittim artık, dayanamayacağım. İşkencelerinden başıma ateşler bastı, gözlerim kararıyor, her şey çevremde fıldır fıldır dönüyor. Beni kurtaracak yok mu? Alın beni bu adamların elinden! Üç atlı bir araba verin bana, troykama yıldırım gibi atlar koşulsun! Hey, yiğit arabacım, sür troykayı! Arabamın çıngırakları şıngır şıngır ötsün! Yiğit atlarım, şahlanın, götürün beni bu cehenneme dönmüş dünyadan! Uçurun, çok uzaklara uçurun! Hiçbir şey görüp işitemeyeceğim yerlere götürün beni! İşte gök-te bulutlar yığılıp birikmeye başladı, uzakta bir yıldız parladı. Ormanın koyu ağaçları, soluk renkli ay, ayaklarımın altından geçip gidiyor. Ta aşağılarda boz sisleri görüyorum. Çepeçevre puslar içinde bir telin tınlamasını işitiyorum. Bir yanımda deniz, öbür yanımda İtalya... Rus köylerinin karanlık evleri gözükmeye başladı. Oracıkta bir benek gibi gözüken ev, bizim ev mi? Pencerenin önünde oturan kadın, benim anam mı? Anacığım, kurtar zavallı oğlunu acımasız ellerden! Ağrıyan başıma bir damla gözyaşı akıt! Ona ne işkenceler yapıldığını gör, kucakla, bağrına bas yetimini! Onun bu dünyada yeri yok artık, kovdular onu, sürdüler insanlar arasından. Bari sen acı hasta oğluna, anacığım!
Şey, biliyor musunuz? Cezayir beyinin tam burnunun altında kocaman bir ben varmış!

*
Ey uluslar, kulak verin bana! Yaşamın, insanın sırrına eren bir benim. Her şey boş. Sanat bayağı, zevklerimiz zavallı, şeref, kahramanlık da öyle, onlar daha da zavallı. Dünyaya, insanlara hükmeden ölümdür, ölüm! Ölüm her şeyi kemiriyor, her şey ölüm için yaşıyor. Ölüp de dirilme, uzak, pek uzak. Gogol, daha çok ´toplumsal yergi´ denen mizahi öyküleriyle bilinir. Oysa fantastik öğeler içeren öyküleri de en az mizahi öyküleri kadar değerlidir. Rus edebiyatında gerçekçiliğin kurucusu olarak kabul edilse bile... Gogol´ün eserleri başka dillere çevrilince inceliklerinden çok şey kaybettikleri söylenir. Öyle sanıyoruz ki, elinizdeki bu derleme söz konusu nitelemenin dışında tutulabilir.
*
Klasikleşmiş Puşkin, gerçekçi Tolstoy, tutucu Çehov; hepsi beklenmedik odak değiştirmelerin öncüsü olan, sözün yaygınlaştığı ve gizli anlamın ortaya çıktığı sıradışı bir yazınsal anlayışa sahiptiler.
Ama Gogol ile bu odak değişimi sanatsal bir temel kazandı. Öyle ki geleneksel edebiyatın dolaylı anlatımını kullanarak yazmaya her çalıştığında, rasyonel fikirlere mantıkla her yaklaşışında, olanca yeteneğini kaybetti. Bir Delinin Güncesi adlı ölümsüz yapıtında olduğu gibi gerçekten kendini sınırlamaktan vazgeçtiğinde ve cehennemin kenarında mutlu bir biçimde oyalandığında Rusya'nın bugüne kadar yetiştirdiği en büyük sanatçı oldu.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9