Kültür polislerinden sanat simsarlarına, akademik vaizlerden
politik taşeronlara kadar mahşeri bir entelektüel kalabalığa kafa tutuyor Jean
Dubuffet.Sanatın kurumsal ağırlığının, genel kabullere bağlanmış beğeni
ölçütlerinin, sloganlaşmış bilinç kalıplarının karşısına ham, işlenmemiş, kaydı
tutulmamış, zincirlerinden boşanmış sanatı koyuyor.Yaratma dürtüsünün tanımsız,
sahipsiz, arı gerçekliğiyle çoğalan, soluk alan, deri değiştiren varoluşun
mucizesini yazıyor.68'deki baş kaldırının orta yerinde, toza dumana boğulmuş
bir varlık talebinin yanına, yaratma coşkusunun saf ve dokunaklı vaadini
katıyor. Nümayişler'in ressamından aykırı ve tedirgin bir kopuş manifestosu.
*
Jean Dubuffet, “Boğucu Kültür” adlı deneme kitabında “iyi”liği
üzerinde toplumsal konsensüs sağlanmış ama anlamları muğlak kalmış kültür ve
sanat gibi insanın yaratıcı faaliyetleriyle ilgili kavramları radikal bir
tavırla sorgularken bu faaliyetlerin iyinin, doğrunun, güzelin dolaysız
teminatı sayılamayacağını, kültürün bir kurumlaşma girişimi olduğunu,
içeriğinin bu girişim tarafından belirlendiğini ve kültür kurumunun her zaman
egemen sınıfın hizmetinde olduğunu keskin bir üslupla ilan ediyor.
Reddetme mevsiminde
Marx'ın, Gramsci’nin, Benjamin’in, Adorno’nun, daha
yakınlarda Said ve Bourdieu’nun kültür tahlillerinden önemli bir farkı yok
Dubuffet’in söylediklerinin. Ancak “Boğucu Kültür”ün her satırında 68 baharında
Avrupa’yı kasıp kavuran isyan ateşinin sıcaklığını hissedebilirsiniz.
Dubuffet’in bütün dünyada sadece siyasi iktidarları değil; kültürü, sanatı,
edebiyatı, cinselliği, kısacası hayatın her alanını silkeleyen devrim
rüzgarlarının estiği bir tarihte yaptığı kültür ve sanat reddiyesinin o
yıllarda pek çok aydın tarafından paylaşıldığını da hatırlamak isterim.
Tanımından kurumlaşmasına, bakanından sanatçısına,
üreticisinden tüketicisine kadar kültürel alanın hemen her köşesini elden
geçiren yazara göre “kültürün durumu, adı söylenir söylenmez erdemi-etkisi uçup
giden birçok başka şeyin durumu gibidir”. Gerçekten de kültür dendiğinde
aklımıza önce bütün zenginliğiyle sanat ve edebiyat gelir. Sonra bir toplumun
yüzyıllara yayılan maddi ve manevi birikimini düşünürüz, ki bunlar arasında
felsefi düşünceden folklore kadar bir dizi düşünce ve davranış biçimi yer alır.
Ama eninde sonunda düşülen nokta her ulus devletin kendi ihtiyaçlarına göre
tanzim ettiği, sanattan ve folklorden ayrılmış, reklama göre tasarlanmış,
adab-ı muaşeret kurallarına indirgenmiş bir “modern kültür” kavramıdır.
Habermas'a göre, her iletişimsel eylemin temelinde sözünü
geçirme vardır. Özünde iletişimsel faaliyetler olan sanat ve edebiyat,
"sözü" -kabaca- doğrudan geçirmeye dayanmamakla birlikte,
"sözün" beğendirilmesine yönelen bir eylemler bütünü olarak beğeni
normlarını yaratır ve kendileri ve gerçeklik hakkındaki bazı hakikatleri
onaylarken bazılarını yasaklayarak uygun davranış kuralları sunarlar. İnsanlara
davranış kalıpları benimseterek insani etkinlikleri yönlendirirler.
Kurumsallaşmış kültür, işte bu kalıp ve kuralların gelenekselleştirilmesi,
evrenselleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi için kaçınılmaz bir aracıdır. Ne
var ki, kültür, sadece insanın manevi etkinliği sayılarak üst yapı
tartışmalarına havale edilebilecek bir kavram değildir. Çünkü her kültür bir
ekonomik sistem üzerine oturur, o sistem ve sisteme egemen olan sınıfın
düşünceleriyle şekillenir. “Yani, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı
zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde
bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının denetimine de
sahiptir”. Geçmişin ve bugünün sanatsal ürünlerine ekonomik, etik veya estetik
açıdan “değer”i biçen, değer atfettiği ürünleri koruma altına alan ve bu
ürünleri insanlığın kültür mirası olarak selamlayan aynı sınıftır. Öyleyse, her
alanda, yatay dizilişler ve düzensizce kaynaşan zengin çeşitlilikler yerine,
sıkı hiyerarşiler kurmaya eğilimli bir sınıf tarafından yaratılan “modern” Batı
kültürünün seçici, sınıflayıcı, sabitleyici ve hegemonyacı niteliğinin günümüz
kapitalizminin sermaye birikimi ve tekelleşme eğilimiyle benzerliğine
şaşırmamalıyız. Bu durumda sanat yapıtının değerini üreten de aslında
sanatçının kendisi değil, sanatçının yaratıcı gücüne duyulan inancı üreten ve
bir fetiş olarak sanat yapıtının değerini biçen üretim alanıdır.
Dubuffet’in Sözleriyle
“Boğucu Kültür”de yer alan ve büyük bir kısmını paylaştığım
görüşler üzerinde çok fazla tartışmayacağım. Kitaptan yapacağım alıntılar
Dubuffet ve arkadaşlarının manifestosunun ruhunu sanıyorum yeterince
açıklayacaklar. Ancak alıntılara geçmeden önce iki noktaya dikkat çekmek
istiyorum. Birinci olarak; ekonomik alanın işleme yasalarını diğer tüm alanlara
yaymaktan ve her şeyin maddi çıkarlarla, ekonomik amaçlarla yorumlanması tarzında
bir indirgemecilikten kaçınmak gerekir. Çünkü, kültürel alan, konumlar
arasındaki nesnel bağlantılar alanıdır ve o alanda ne olup bittiği, alandaki
her bir aktör ya da her bir kurum diğerleriyle nesnel bağıntılar çerçevesinde
konumlandırıldığında anlaşılabilir.
İkinci olarak; kültürel alandaki güç ilişkileri, siyasal
alandaki gibi bir takım kurallara -yasalara- dayanmadığından, bu alandaki
iktidarın/otoritenin tarifi biraz betimsel, hatta spekülatif bulunabilir.
Anlatılanların kabulü veya reddi, okuyucunun -yine- deneyimlerine ve
kanaatlerine bağlıdır, mesela hem Dubuffet’in kitabı hem de kitabın yazıldığı
ortamın kendisi de bir iktidar ya da otorite etkisi oluşturmuştur. Kültürel
alan üzerine indirgeyici ve basitleştirici belirlemelerde bulunmuş olma
tehlikesine karşı bir önlem almak üzere, bu tür alanlarda iktidar görünümünde
olanlarla iktidar etkilerine en çok maruz kalanlar arasındaki ilişkilerin
göründüğü kadar basit olmadığını da eklemeliyim. Bir disiplini, bir düzeni ya
da bir tasavvuru dayatmak için kullanılan araçların etkisinin, bu araçların
yöneldiği kişilerin bunlara ayak diremeleri, bunları saptırmaları ve bunlara
karşı türlü oyunlar kurmalarıyla birlikte değerlendirilmesi daha doğru olur.
İktidarların kontrol ve baskı uygulamalarını, otorite ve düzen kurmalarını
sağlayan aygıtlarını araştırırken, sıradan insanın kendisini sahiplenme ve
ehlileştirme girişimlerine karşı savunmasız ve bunlardan korunamayacak kadar
saf olmadığını da unutmamalıyız.
Yeniden “Boğucu Kültür”e dönebiliriz:
“Kültür sözcüğü iki ayrı anlamda kullanılıyor; bununla ya
geçmişin eserlerinin bilgisi kastediliyor (ayrıca, asla unutmayalım ki, bu
“geçmişin eserleri” kavramı da tamamıyla hayal ürünüdür, zira bunların günümüze
dek korunabilmiş olan bölümü, çeşitli çağlarda aydınların kafasında öne çıkan
modalara göre yapılmış gayet dar kapsamlı ve tarafgir bir seçkiden ibarettir),
ya da, daha genel olarak, düşünsel etkinlikler ve sanatsal yaratı olgusu. Bu
çifte anlamlılığından yararlanılarak, insanlar eski eserlerin (en azından
aydınların kalburunun üstünde kalmış olanların) bilgisiyle, düşüncenin yaratıcı
etkinliğinin bir ve aynı şey olduğuna inandırılmaya çalışılıyor.”
“Aydınlar egemen sınıfın ya da o sınıfta yer kapma özlemi
çekenlerin saflarından çıkıyor. Gerçekten de, aydın, entelektüel, sanatçı, [bu
niteliğiyle] kendisine egemen sınıfın üyeleriyle eşitlik getiren bir san
kazanıyor.”
“Burjuva sınıfının, o sözde kültürü (bu adla yaldızladığı
göz boyayıcı ıvır zıvırı) nedeniyle korunmaya hak kazanmış olduğuna kendisini ve
herkesi inandırmaya çalışması gibi, Batı dünyası da kendi emperyalist
açgözlülüğüne gerekçe olarak, zencilere Shakespeare’i ve Moliere’i tanıtmanın
ivediliğini öne sürüyor.”
“Ben bireyciyim, yani birey olarak işlevimin, toplumun
iyiliği gereği getirilecek her çeşit zorlama ve kısıtlamaya karşı çıkmak
olduğunu düşünüyorum. Bireyin çıkarları toplumun yararıyla karşıtlık
halindedir. İkisine birden hizmet etmek istenirse, sonunda olsa olsa
ikiyüzlülüğe ve kafa karmaşasına varılır. Toplumun yararına göz kulak olmak
devletin işidir, benim işimse bireyin yararının üstüne titremektir.”
“Ben devleti bir tek yüzüyle tanırım: polis yüzüyle. Bütün
bakanlıklar, bütün resmi daireler benim gözümde sadece bu yüze sahiptirler, ve
kültür bakanlığını da, emniyet müdürü ve komiserleriyle birlikte, kültür
polisinden başka bir şey olarak düşünemem. Ve bu görüntü benim için son derece
ürkütücü ve cesaret kırıcıdır.”
“Kültürün temel özelliği, bazı ürünleri kuvvetli bir ışıkla
aydınlatmak, geri kalan her şeyi karanlıkta bıraktığına aldırmadan, ışığı
bunlar yararına tekelleştirmektir. Bu yüzden, kaynağını bu ayrıcalıklı
ürünlerden almayan bütün yaratma istek ve hevesleri boğularak ölürler (zira
yaratma dürtüsü biraz ışık alınca çırpınır, ışıktan tümüyle yoksun kalınca da
söner).”
“Halk artık sanatsal yaratıya değil, bazı sanatçıların
çevresinde reklam yaygarasıyla yaratılan yapay saygınlığa saygı göstermeye
çağrılıyor. Eserleri soruşturmak gelmiyor halkın aklına, sadece onları taşıyıp
yayan reklam kanallarını soruşturmak geliyor. Yalnız halkın değil bizzat
sanatçıların tutumları da, kültürel propagandanın gerçekleştirmeye çalıştığı,
asıl değerin reklama verilmesi olayından dolayı değişime uğruyor. Onlar da
reklamın eserlerin içeriğinden önce geldiğini düşünme noktasına geliyorlar. Ve
böylece, reklamı eserin —yaratıldıktan sonraki— niteliğine bağlı sayacak yerde,
eseri —yaratılma sürecindeyken— yapılmasına vesile olacağı reklama bağlı sayma
durumuna düşüyorlar.”
A. Ömer Türkeş
A. Ömer Türkeş