“İnsan bazen Mozart’ı bile dinlemek istemiyor…” (S.240)
*
"Hayır benim hayatım sönmüş başladı. Doğrusu; ben
yıpranmış bir elbise gibiyim; sebebi de ne iklim, ne de iş yorgunluğu."
*
Rus edebiyatının hiç bir kahramanı, ne Raskolnikov (Suç ve
Ceza), ne Mişkin (Budala), ne de prens Andrey (Savaş ve Barış), eski Rus
insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla en özlü yanıyla temsil
etmez.
Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük eserinde kendi
kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır. Oblomov, çiftliği,
köleleri olan bir derebeyediri. Köylülerin hazırlayacağı ekmeği yemek için
büyütülmüştür.
Bu yüzden, ekmeğini kendi kazanan insanlar arasında ne yapacağını
şaşırır, böyle bir hayata hazır olmayan iradesi söner, ölüme benzeyen
uyuşukluğa gömülür. Ancak Gonçarov, büyük romancılarda görülen 'dram karşısında
gülümseme'sini hiç eksik etmez; okurunu da gülümsetmeyi başarır. Gonçarov'un bu
dev yapıtını okuduktan sonra 'Oblomovluk'un bize hiç de yabancı olmadığını
farkedecek, iş hayatına karışmış olanlar arasında bile, pek çok Oblomov'un
bulunduğunu göreceksiniz.
*
İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov’u otuz iki-otuz
üç yaşlarında, orta boylu, hoş görünümlü, koyu gri gözlü ama
yüz hatlarında herhangi bir fikir, herhangi bir yoğunluk
görünmeyen, odacığında oturan silik bir kahraman olarak yarattığında,
aslında roman tarihinin en ünlü kişilerinden birine can veriyordu.
19. yüzyıl başlarında, çalışkan modern insan idealinden
önce, Rusya’nın köle sahibi kırsal soylu sınıfı tarafından aylaklık
hâlâ makul ve değerli bir amaç olarak görülürken Oblomov vardı. Miskin,
dikkatsiz, meraksız, düş kurma ve oyalanmaya düşkün Oblomov... Yine de ona
hayran olmamak imkânsız. Hayatın hep dışında ve uzağında kalan Oblomov,
okurların gözünden asla kaçmayacak, gitgide insana dair belli bir durumu
tanımlamanın adı haline gelecek, hatta Lenin, Bolşevik devriminden
sonra “hâlâ içimizde yaşayan Oblomovlar”dan yakınacaktı...
Oblomov sadece sosyal satir değil, aynı zamanda 19. yüzyıl
Rus toplumunun keskin bir eleştirisidir. Klasik olmayı fazlasıyla
hak etmiş, dünyanın pek çok diline yeni bir kavram kazandırmış İvan
Gonçarov’un bu başyapıtını Ergin Altay’ın özgün çevirisiyle sunuyoruz.
"Gonçarov’un Oblomov’u “lüzumsuz adam”ın en
dehşetli örneklerinden biridir."
MURAT BELGE
*
- Biliyor musun İlya, sen tıpkı eskiler gibi konuşuyorsun.
Eski kitaplarda da böyle yazarlardı. Ama neyse, buna da şükür. Hiç olmazsa
kafanı işletiyorsun, uyumuyorsun. Söyle, söyle bakalım; daha neler
düşünüyorsun?
- Daha ne söyleyeyim? Bu insanlara bir bak: Aralarında bir tek gürbüz, taze çehre yok.
- İklimden, bak senin yüzün de iyi değil, oysa hiç evden çıktığın da yok; hep yatıyorsun.
- Bir tekinde bile sakin, berrak bakışlı göz yok. Herkes birbirine hastalıkların en korkuncu olan can sıkıntısını aşılıyor, herkes dertler içinde bir şeyler arıyor. Bari bir gerçeğe varsalar da, ya kendilerine ya başkalarına yarasa. Nerede bir arkadaşları başarı kazansa, betleri benizleri soluyor. Kimisinin de tek işi her gün mahkemeye gitmek. Dava beş yıldan beri devam ediyor, karşı taraf kaybedecek, o da beş yıllık bir didinmeden sonra hülyasına kavuşacak. Beş yıl bekleme odalarında oturup içini çekmek: İşte size göre hayatın amacı. Kimisi her gün dairede saat beşe kadar oturuyor diye dert yanar, kimisi de böyle bir mutluluğa kavuşmadığı için ahlar, oflar çeker.
- Sen bir feylesofsun İlya. Herkesin bir derdi var, senin yok.
- O gözlüklü, sarı suratlı adam tutmuş bana filân milletvekilinin nutkunu okuyup okumadığımı soruyor. Gazeteleri okumadım deyince yüzüme alık alık baktı. Louis-Philippe'i kendi babasından bahseder gibi uzun uzun anlattı durdu. Sonra bana Fransız elçisinin Roma'dan acaba niçin ayrıldığını sordu. Aman yarabbi! İnsan kendini her gün dünya haberlerini dinleyip bütün hafta birisi hakkında çene çalmaya nasıl mahkûm eder? Mehmet Ali Paşa Konstantinopol'e bir gemi yollamış. Acaba niçin yollamış? Düşün dur. Başka bir gün Don Carlos bir işte başarıya ulaşamamış, seninki üzüntü içinde. Bilmem nereye kanal açacaklarımış, Doğu'da bir yere kıtalar sevk ediliyormuş; aman yarabbi, yangın varmış gibi adamcağız telâşa düşer. Kıtalar sanki onun peşinden koşuyormuş gibi yaygarayı basar.
Her duydukları şey üzerinde inceden inceye fikir yürütürler, ama aslında hiç bir şeyle de candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bir. Konuştukları şeyler kiralanmış elbiseler gibi, kendi malları değildir. Yapacak işleri olmadığı için güçlerini öteye beriye harcarlar. Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek işlerine gelmez; böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.
- Evet, İlya, senle ben güçlerimizi boş yere harcamadık diyelim, ama hani bizim orta halli yolumuz?
Oblomov birdenbire sustu, sonra sıkıntı içinde:
- Şu planı bir bitirsem, dedi. Ama bana ne, ne yaparlarsa yapsınlar. Ne halleri varsa görsünler. Umurumda bile değiller, onlarda bir şey aradığım da yok; sadece onların yaşadıkları hayatın tabii olmadığını söylüyorum. Hayır bu yaşamak değil, tabiatın önümüze koyduğu yasaya, ideale ihanet etmek.
- Daha ne söyleyeyim? Bu insanlara bir bak: Aralarında bir tek gürbüz, taze çehre yok.
- İklimden, bak senin yüzün de iyi değil, oysa hiç evden çıktığın da yok; hep yatıyorsun.
- Bir tekinde bile sakin, berrak bakışlı göz yok. Herkes birbirine hastalıkların en korkuncu olan can sıkıntısını aşılıyor, herkes dertler içinde bir şeyler arıyor. Bari bir gerçeğe varsalar da, ya kendilerine ya başkalarına yarasa. Nerede bir arkadaşları başarı kazansa, betleri benizleri soluyor. Kimisinin de tek işi her gün mahkemeye gitmek. Dava beş yıldan beri devam ediyor, karşı taraf kaybedecek, o da beş yıllık bir didinmeden sonra hülyasına kavuşacak. Beş yıl bekleme odalarında oturup içini çekmek: İşte size göre hayatın amacı. Kimisi her gün dairede saat beşe kadar oturuyor diye dert yanar, kimisi de böyle bir mutluluğa kavuşmadığı için ahlar, oflar çeker.
- Sen bir feylesofsun İlya. Herkesin bir derdi var, senin yok.
- O gözlüklü, sarı suratlı adam tutmuş bana filân milletvekilinin nutkunu okuyup okumadığımı soruyor. Gazeteleri okumadım deyince yüzüme alık alık baktı. Louis-Philippe'i kendi babasından bahseder gibi uzun uzun anlattı durdu. Sonra bana Fransız elçisinin Roma'dan acaba niçin ayrıldığını sordu. Aman yarabbi! İnsan kendini her gün dünya haberlerini dinleyip bütün hafta birisi hakkında çene çalmaya nasıl mahkûm eder? Mehmet Ali Paşa Konstantinopol'e bir gemi yollamış. Acaba niçin yollamış? Düşün dur. Başka bir gün Don Carlos bir işte başarıya ulaşamamış, seninki üzüntü içinde. Bilmem nereye kanal açacaklarımış, Doğu'da bir yere kıtalar sevk ediliyormuş; aman yarabbi, yangın varmış gibi adamcağız telâşa düşer. Kıtalar sanki onun peşinden koşuyormuş gibi yaygarayı basar.
Her duydukları şey üzerinde inceden inceye fikir yürütürler, ama aslında hiç bir şeyle de candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bir. Konuştukları şeyler kiralanmış elbiseler gibi, kendi malları değildir. Yapacak işleri olmadığı için güçlerini öteye beriye harcarlar. Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek işlerine gelmez; böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.
- Evet, İlya, senle ben güçlerimizi boş yere harcamadık diyelim, ama hani bizim orta halli yolumuz?
Oblomov birdenbire sustu, sonra sıkıntı içinde:
- Şu planı bir bitirsem, dedi. Ama bana ne, ne yaparlarsa yapsınlar. Ne halleri varsa görsünler. Umurumda bile değiller, onlarda bir şey aradığım da yok; sadece onların yaşadıkları hayatın tabii olmadığını söylüyorum. Hayır bu yaşamak değil, tabiatın önümüze koyduğu yasaya, ideale ihanet etmek.