"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

2 Mayıs 2012 Çarşamba

ÖLÜ ORDUNUN GENERALİ-İSMAİL KADARE

 Bir General… Bir Rahip… ve işçiler… Dağ dağ, bölge bölge dolaşıp araştırmalar yapıyor… Durup dinlenmeden yürütülen bu çalışmanın tek amacı General tarafından kutsal görülen bir görev: 1943 yılında Arnavutlarla savaşırken ölen askerlerinin mücadele verdiği topraklara dönerek, onların hiç olmazsa kemiklerini kendi yurtlarına götürmek.

Bu yolculuk, ölümün zifirî karanlığında yapılan bir yolculuk. Kendisini, ölümün yarattığı bilinmeyen bir elementi arayan jeologlara benzeten General kimlik tespitine çalışırken, bulunan anı defterleri de yol gösterici oluyor.

İsmail Kadere’nin özgün kalemiyle bir Attilâ Tokatlı çevirisi bir araya gelince, savaşçı bir ruhun egemen olduğu defterlerden sulu gözlü bir asker kaçağının notlarına; günlüklerden aktarılan aşk macerasından savaş mücadelesine kadar tüm ayrıntılar, metni son derece ilgi çekici bir romana dönüştürüyor.


Arnavutluğa, son dünya savaşında ülkenin her bir yanında düşüp can veren yurttaşlarının kemiklerini toplayıp yurtlarına geri götürmek için geliyordu. (s.5)

Bu toprakta insanın ayağını basabileceği ufacık bir düzlük bile yoktu sanki. Almaya geldiği askerler, işte bu zaman zaman sisle örtülen, sonra yine ortaya çıkan dik bayırların tepesinde, ya da derin uçurumların dibinde yatıyordu. (s.6)

General, biraz şaşkın sürdürür konuşmasını: “Görünüşe bakılırsa sanki buralardan savaş hiç geçmemiş gibi. Dersiniz ki, şu dingin kara ineklerden başka kimse çiğnememiş bu toprağı.”
Rahip, “Sonradan hep öyle görünür,” dedi. “Yirmi yıldan daha çok zaman geçti aradan.” (s.13)
“Savaş sırasında hiç Arnavutluk’ta bulunmadınız da ondan,” dedi Rahip.
“Gerçekten de o kadar korkunç muydu?”
“Evet, korkunçtu.” (s.13)
General yarım kalmış bir konuşmayı sürdürüyormuş gibi, “Arnavutlar buymuş demek,” dedi. “Basbayağı insanlar, herkes gibi. Savaşta nasıl yabanıl hayvanlar kadar yırtıcı olabildiklerine inanamıyor insan.” (s.21)

Salondaki radyodan yükselen bir ses dikkatini çekti. Arnavutça kaba bir dil gibi geliyordu ona. (s. 23)

General durmadan sigara içiyordu. Uykuda konuşur gibi: “Bu kadar çok askerimizi öldürmüş olmaları korkunç bir şey,” dedi.
“Gerçekten de öyle.”
“Biz de öldürdük onlardan birçoğunu.” (s.25)


*

“Arnavutlar, kaba ve ilkel insanlardır. Daha doğar doğmaz, beşiklerine bir tüfek konulur, birlikte büyüsünler de, bu silah varlıklarının ayrılmaz bir parçası haline gelsin diye.” (s.26) Romanın yazarı İsmail Kadare’nin, roman kahramanı Rahip’e söylettiği bu sözler, aslında basit bir tespit. Ancak bu basit tespiti oluşturan nedenlerin arka planına, insanları öyle davranmaya iten nedenleri araştırmaya ihtiyaç var.
Bütün bu vadi, yayla, akarsu ve kent adları, Generale çok garip ve ölüm kadar soğuk geldi. İçinde bir duygu vardı ki, sanki bütün bu yerler, her biri ayrı ölçüde, bu ölüleri paylaşmışlardı aralarında ve kendisi de ölüleri ellerinden alıp kaçırmaya gelmişti. (s.28) Bir dili bilmemenin ve o dilin konuşulduğu yerde bulunmanın, insanın ruh halinde ortaya çıkardığı gedikler olarak algılamak gerekir bu tümceleri.
“Garip bir halk,”  dedi General. “Besbelli kuvvete başeğecek insanlar değiller. Belki de güzellik karşısında teslim olurlar.” (s.36) Çatışma gibi bir coğrafyanın ve çatışmaların  ortasındaki bir coğrafyada yaşamak zorundaki bir ulusun insanları, çatışkan olmaz da ne olur? Baş eğmez olmaz da ne olur?
“Ya türkülerini duysanız, ne dersiniz. Tüylerini ürpertir insanın. Ülkenin kaderine bağlı bir şey bu. Yüzyıllar boyunca böylesine talihsizliğe uğramış bir halk yoktur dünya yüzünde. O yüzden böylesine sert, böylesine buruk olmuşlardır.” (s.37) Zaten şarkılar, türküler, şiirler daha çok insanoğlunun acılarının karakutusu değil midir? Toplumları toplum kılan bellekleri oluşturan ögeler değil midir?
Uzman, kızgınlıkla başını çevirdi. “Yirmi yıl önce arkadaşlarımızı ipe çekerken göğüslerine faşistçe özdeyişler yazıyordunuz. Şimdi, olsa olsa bir okul öğrencisinin yazdığı şu basit cümleye (Düşmanlıklarınızın sonu budur işte!) bile dayanamıyorsunuz.” (s.44) Bu tümceleri okuyunca Gjirokastra Kalesi’ne çıkan yolun başındaki meydanda işgalciler tarafından asılan iki kadın partizanın heykelini hatırladım. Boyunlarında yağlı urganlarla heykelleştirilmiş partizan kadınlar, Arnavutlar tarafından. Savaşın vahşetini hatırlatan bu sahneler, intikamı da ön plana çıkarıyor elbette. Kim haklı sorusu, saçma kalıyor zamanın çarkları işledikçe.
“Kuşkusuz,” dedi Rahip. “Sonra bu adamlar için böyle zamanlarda şarkı söylemek bir gereksinme oluyor. Savaşmış bir adam için, eski düşmanlarının mezarını deşip yeniden ortaya çıkarmaktan daha büyük keyif düşünebiliyor musunuz? Savaşın bir devamı bu onlar için.” (s. 78-79) İşgalci olarak bir toprakta bulunmuş ve kaçınılmaz son olan yenilgiye uğradıktan yıllar sonra savaşa kılıf arama psikolojisinin yansımasıdır bu tümceler.
“Bir şey istemem,” diye yineledi köylü.
General söze karıştı: “İyi para veririz biz.”
“Paraya ihtiyacım yok, hamdolsun,” dedi köylü.
“İyi ama, bir askeri bu kadar zaman yiyip içirmişsiniz. Oturup bunun hesabını çıkarabiliriz.”
Köylü, çubuğunu silkeledi. “Ben de size borçluyum,” dedi. “Son aylığını ödememiştim ona. Belki de size ödememi istiyorsunuz.” (s.89)
Zaten dikkat ettim ki Arnavutlar, hele erkekleri, pek konuşkan olmuyorlar. (s.97) İsmail Kadare, Ölü Ordunun Generali’nde bir yandan roman kurgusunu savaş merkezinde tutarken, diğer yandan da Arnavutları tanıtma, anlatma düşüncesini de romana yedirmiştir.
Her gece onu görüyorum düşümde. Âşığım ona, kesin bu. Bundan hiç kuşkum yok artık. Umutsuz bir sevgi bu, hiç çıkar yolu olmayan bir sevgi. Çünkü, neyim ki ben? Bozguna uğramış bir ordunun eri, bir uşak, bir yabancı, bir mağlup, hiçim hiç, sizin anlayacağınız. Duce ile faşizm bu hale düşürdüler işte beni. (s. 109) Yukarıda sözü edilen ve değirmencinin kızına âşık olan asker kaçağının sözleridir bunlar. Her ne koşulda olursa olsun insanoğlunun insan yanını işaret ediyor bu sözler. Aşkın koşul tanımaz gücünün ve etkisinin en önemli göstergesi…
“Hatta bu konuda bir de belge var ortada,” diye devam etti General. “Teslim anlaşmasını imzaladığımız gün, partizanların bütün Arnavut halkına yayınladıkları çağrıdan söz ediyorum. Askerlerimizin açlıktan ölmelerini önlemeye çağırıyorlardı halkı; ve o sıralarda bizim on binlerce askerimiz, Arnavutluk yollarında dilenciler gibi savrulmaktaydı. (…) Bizden can düşmanı gibi nefret eden partizanları böyle davranmaya sürükleyen neydi acaba? (s.120)

“Şu anda emrimde ölülerden kurulu koca bir ordu var,” diye düşünüyordu. “Yalnız, üniforma yerine, birer naylon torbası var hepsinin. Kenarları siyah, üzerlerinde iki beyaz şerit bulunan mavi torbalar; Olimpia firmasının özel yapımı… (…) Naylona sarılmış koskoca bir ordu, evet.” (s.124)
“Bayrakları bile bir kan ve keder simgesidir, görmüyor musunuz?” (s.129)

“Sözün kısası, durumumuz, bu ülkede savaşıp da yenilmiş olanların durumundan çok daha beter.” (s.135)
“Kendisi  de hep öyle söyler dururdu ya: ‘Bütün ömürleri boyunca uğraştım faşistlerle,’ derdi. ‘Herifler ölüp gitti, şimdi de ölüleriyle uğraşıyorum.’”
“Doğru da söylediği! Bunca yıl faşistlere karşı savaştı, yendi onları. Ama sonunda onlar da onu tepelediler işte!” (s.168)
“Arnavutların hastalık derecesinde konuksever olduklarını da gene siz söylediniz. Yani kötü karşılanma tehlikesi yok.” (s.180)
İyi tanıyordu General o madalyaları; sık sık görmüştü köylülerin göğsünde ve öyle geliyordu ki ona, her madalyanın tersinde, kendi ordusundan bir ölü askerin soluk suratı vardır. (s. 187)

*
Bereketli olsun!
İtalyan general ve papaz ayakta  birkaç köylü işçinin ölü askerlerin cesetlerini bulmak için tarlada kazı yapışını seyrederken, yoldan at arabasıyla geçen ve  çiftçi olduklarını zanneden bir köylü Arnavut yavaşça elini kaldırıp “bereketli olsun!” diye selamlar onları.
Bir kere, öykü çok güzel. 2.Dünya Savaşı bitmiş, ve yabancı topraklarda mezarsız yatan çocuklarını istemeye başlamışlardır anneler. İtalya ve Almanya devletleri Arnavutluğa birer general başkanlığında küçük takımlar gönderir. İki grup da ülkenin çeşitli yerlerinde çarpışmaların olduğu daha çok kırsal alanlarda kazılar yaparak kendi askerlerinin cesetlerini aramaya başlarlar. Kitapda daha çok İtalyan generali takip ederiz. Yanında bir de papaz vardır.
General ile papaz  akşam kaldıkları otelin lokantasında sık sık tartışır, tüm bunların ne demek olduğuna kafa yorarlar. Papaz generale; tarlada kazı yaparken, hala ben olsaydım şuradan saldırırdım, şurada mevzi alırdım gibi düşünceler geçiriyorsun aklından, diyerek ona iyi bir yanıt verir bir akşam. Sonlara doğru Alman ve İtalyan general bir otelde karşılaşırlar ve bir zaman konuşup öykülerini paylaşırlar.
Öykü içinde öykü tekniği kullanmıştır Kadere. Hem yaşanılan zamanı ve olayları aktarırken geriye dönüşlerle farklı gerilimler yaratıp ölülerin üzerini kaplayan toprağı silkelemiştir adeta.
Savaşa değişik bir açıdan bakan, kurgusu sağlam, öyküsü alışılmışın dışında, çok güzel bir roman Ölü Ordunun Generali. En iyi  savaş romanlarından.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9