Bir General… Bir Rahip… ve işçiler… Dağ dağ, bölge bölge dolaşıp araştırmalar
yapıyor… Durup dinlenmeden yürütülen bu çalışmanın tek amacı General tarafından
kutsal görülen bir görev: 1943 yılında Arnavutlarla savaşırken ölen
askerlerinin mücadele verdiği topraklara dönerek, onların hiç olmazsa
kemiklerini kendi yurtlarına götürmek.
Bu yolculuk, ölümün zifirî karanlığında yapılan bir yolculuk. Kendisini, ölümün yarattığı bilinmeyen bir elementi arayan jeologlara benzeten General kimlik tespitine çalışırken, bulunan anı defterleri de yol gösterici oluyor.
İsmail Kadere’nin özgün kalemiyle bir Attilâ Tokatlı çevirisi bir araya gelince, savaşçı bir ruhun egemen olduğu defterlerden sulu gözlü bir asker kaçağının notlarına; günlüklerden aktarılan aşk macerasından savaş mücadelesine kadar tüm ayrıntılar, metni son derece ilgi çekici bir romana dönüştürüyor.
Bu yolculuk, ölümün zifirî karanlığında yapılan bir yolculuk. Kendisini, ölümün yarattığı bilinmeyen bir elementi arayan jeologlara benzeten General kimlik tespitine çalışırken, bulunan anı defterleri de yol gösterici oluyor.
İsmail Kadere’nin özgün kalemiyle bir Attilâ Tokatlı çevirisi bir araya gelince, savaşçı bir ruhun egemen olduğu defterlerden sulu gözlü bir asker kaçağının notlarına; günlüklerden aktarılan aşk macerasından savaş mücadelesine kadar tüm ayrıntılar, metni son derece ilgi çekici bir romana dönüştürüyor.
Arnavutluğa, son dünya savaşında ülkenin her bir yanında
düşüp can veren yurttaşlarının kemiklerini toplayıp yurtlarına geri götürmek
için geliyordu. (s.5)
Bu toprakta insanın ayağını basabileceği ufacık bir düzlük
bile yoktu sanki. Almaya geldiği askerler, işte bu zaman zaman sisle örtülen,
sonra yine ortaya çıkan dik bayırların tepesinde, ya da derin uçurumların
dibinde yatıyordu. (s.6)
General, biraz şaşkın sürdürür konuşmasını: “Görünüşe
bakılırsa sanki buralardan savaş hiç geçmemiş gibi. Dersiniz ki, şu dingin kara
ineklerden başka kimse çiğnememiş bu toprağı.”
Rahip, “Sonradan hep öyle görünür,” dedi. “Yirmi yıldan daha
çok zaman geçti aradan.” (s.13)
“Savaş sırasında hiç Arnavutluk’ta bulunmadınız da ondan,”
dedi Rahip.
“Gerçekten de o kadar korkunç muydu?”
“Evet, korkunçtu.” (s.13)
General yarım kalmış bir konuşmayı sürdürüyormuş gibi,
“Arnavutlar buymuş demek,” dedi. “Basbayağı insanlar, herkes gibi. Savaşta
nasıl yabanıl hayvanlar kadar yırtıcı olabildiklerine inanamıyor insan.” (s.21)
Salondaki radyodan yükselen bir ses dikkatini çekti.
Arnavutça kaba bir dil gibi geliyordu ona. (s. 23)
General durmadan sigara içiyordu. Uykuda konuşur gibi: “Bu
kadar çok askerimizi öldürmüş olmaları korkunç bir şey,” dedi.
“Gerçekten de öyle.”
“Biz de öldürdük onlardan birçoğunu.” (s.25)
*
“Arnavutlar, kaba ve ilkel insanlardır. Daha doğar doğmaz,
beşiklerine bir tüfek konulur, birlikte büyüsünler de, bu silah varlıklarının
ayrılmaz bir parçası haline gelsin diye.” (s.26) Romanın yazarı İsmail
Kadare’nin, roman kahramanı Rahip’e söylettiği bu sözler, aslında basit bir
tespit. Ancak bu basit tespiti oluşturan nedenlerin arka planına, insanları
öyle davranmaya iten nedenleri araştırmaya ihtiyaç var.
Bütün bu vadi, yayla, akarsu ve kent adları, Generale çok
garip ve ölüm kadar soğuk geldi. İçinde bir duygu vardı ki, sanki bütün bu
yerler, her biri ayrı ölçüde, bu ölüleri paylaşmışlardı aralarında ve kendisi
de ölüleri ellerinden alıp kaçırmaya gelmişti. (s.28) Bir dili bilmemenin ve o
dilin konuşulduğu yerde bulunmanın, insanın ruh halinde ortaya çıkardığı
gedikler olarak algılamak gerekir bu tümceleri.
“Garip bir halk,” dedi General. “Besbelli kuvvete
başeğecek insanlar değiller. Belki de güzellik karşısında teslim olurlar.” (s.36)
Çatışma gibi bir coğrafyanın ve çatışmaların ortasındaki bir coğrafyada
yaşamak zorundaki bir ulusun insanları, çatışkan olmaz da ne olur? Baş eğmez
olmaz da ne olur?
“Ya türkülerini duysanız, ne dersiniz. Tüylerini ürpertir
insanın. Ülkenin kaderine bağlı bir şey bu. Yüzyıllar boyunca böylesine
talihsizliğe uğramış bir halk yoktur dünya yüzünde. O yüzden böylesine sert,
böylesine buruk olmuşlardır.” (s.37) Zaten şarkılar, türküler, şiirler daha çok
insanoğlunun acılarının karakutusu değil midir? Toplumları toplum kılan
bellekleri oluşturan ögeler değil midir?
Uzman, kızgınlıkla başını çevirdi. “Yirmi yıl önce
arkadaşlarımızı ipe çekerken göğüslerine faşistçe özdeyişler yazıyordunuz.
Şimdi, olsa olsa bir okul öğrencisinin yazdığı şu basit cümleye (Düşmanlıklarınızın
sonu budur işte!) bile dayanamıyorsunuz.” (s.44) Bu tümceleri okuyunca
Gjirokastra Kalesi’ne çıkan yolun başındaki meydanda işgalciler tarafından
asılan iki kadın partizanın heykelini hatırladım. Boyunlarında yağlı urganlarla
heykelleştirilmiş partizan kadınlar, Arnavutlar tarafından. Savaşın vahşetini
hatırlatan bu sahneler, intikamı da ön plana çıkarıyor elbette. Kim haklı
sorusu, saçma kalıyor zamanın çarkları işledikçe.
“Kuşkusuz,” dedi Rahip. “Sonra bu adamlar için böyle
zamanlarda şarkı söylemek bir gereksinme oluyor. Savaşmış bir adam için, eski
düşmanlarının mezarını deşip yeniden ortaya çıkarmaktan daha büyük keyif
düşünebiliyor musunuz? Savaşın bir devamı bu onlar için.” (s. 78-79) İşgalci
olarak bir toprakta bulunmuş ve kaçınılmaz son olan yenilgiye uğradıktan yıllar
sonra savaşa kılıf arama psikolojisinin yansımasıdır bu tümceler.
“Bir şey istemem,” diye yineledi köylü.
General söze karıştı: “İyi para veririz biz.”
“Paraya ihtiyacım yok, hamdolsun,” dedi köylü.
“İyi ama, bir askeri bu kadar zaman yiyip içirmişsiniz.
Oturup bunun hesabını çıkarabiliriz.”
Köylü, çubuğunu silkeledi. “Ben de size borçluyum,” dedi.
“Son aylığını ödememiştim ona. Belki de size ödememi istiyorsunuz.” (s.89)
Zaten dikkat ettim ki Arnavutlar, hele erkekleri, pek
konuşkan olmuyorlar. (s.97) İsmail Kadare, Ölü Ordunun Generali’nde bir yandan
roman kurgusunu savaş merkezinde tutarken, diğer yandan da Arnavutları tanıtma,
anlatma düşüncesini de romana yedirmiştir.
Her gece onu görüyorum düşümde. Âşığım ona, kesin bu. Bundan
hiç kuşkum yok artık. Umutsuz bir sevgi bu, hiç çıkar yolu olmayan bir sevgi.
Çünkü, neyim ki ben? Bozguna uğramış bir ordunun eri, bir uşak, bir yabancı,
bir mağlup, hiçim hiç, sizin anlayacağınız. Duce ile faşizm bu hale düşürdüler
işte beni. (s. 109) Yukarıda sözü edilen ve değirmencinin kızına âşık olan
asker kaçağının sözleridir bunlar. Her ne koşulda olursa olsun insanoğlunun
insan yanını işaret ediyor bu sözler. Aşkın koşul tanımaz gücünün ve etkisinin
en önemli göstergesi…
“Hatta bu konuda bir de belge var ortada,” diye devam etti
General. “Teslim anlaşmasını imzaladığımız gün, partizanların bütün Arnavut
halkına yayınladıkları çağrıdan söz ediyorum. Askerlerimizin açlıktan
ölmelerini önlemeye çağırıyorlardı halkı; ve o sıralarda bizim on binlerce
askerimiz, Arnavutluk yollarında dilenciler gibi savrulmaktaydı. (…) Bizden can
düşmanı gibi nefret eden partizanları böyle davranmaya sürükleyen neydi acaba?
(s.120)
“Şu anda emrimde ölülerden kurulu koca bir ordu var,” diye
düşünüyordu. “Yalnız, üniforma yerine, birer naylon torbası var hepsinin.
Kenarları siyah, üzerlerinde iki beyaz şerit bulunan mavi torbalar; Olimpia
firmasının özel yapımı… (…) Naylona sarılmış koskoca bir ordu, evet.” (s.124)
“Bayrakları bile bir kan ve keder simgesidir, görmüyor
musunuz?” (s.129)
“Sözün kısası, durumumuz, bu ülkede savaşıp da yenilmiş
olanların durumundan çok daha beter.” (s.135)
“Kendisi de hep öyle söyler dururdu ya: ‘Bütün
ömürleri boyunca uğraştım faşistlerle,’ derdi. ‘Herifler ölüp gitti, şimdi de
ölüleriyle uğraşıyorum.’”
“Doğru da söylediği! Bunca yıl faşistlere karşı savaştı,
yendi onları. Ama sonunda onlar da onu tepelediler işte!” (s.168)
“Arnavutların hastalık derecesinde konuksever olduklarını da
gene siz söylediniz. Yani kötü karşılanma tehlikesi yok.” (s.180)
İyi tanıyordu General o madalyaları; sık sık görmüştü köylülerin
göğsünde ve öyle geliyordu ki ona, her madalyanın tersinde, kendi ordusundan
bir ölü askerin soluk suratı vardır. (s. 187)
*
Bereketli olsun!
İtalyan general ve papaz ayakta birkaç köylü işçinin
ölü askerlerin cesetlerini bulmak için tarlada kazı yapışını seyrederken,
yoldan at arabasıyla geçen ve çiftçi olduklarını zanneden bir köylü
Arnavut yavaşça elini kaldırıp “bereketli olsun!” diye selamlar onları.
Bir kere, öykü çok güzel. 2.Dünya Savaşı bitmiş, ve yabancı
topraklarda mezarsız yatan çocuklarını istemeye başlamışlardır anneler. İtalya
ve Almanya devletleri Arnavutluğa birer general başkanlığında küçük takımlar
gönderir. İki grup da ülkenin çeşitli yerlerinde çarpışmaların olduğu daha çok
kırsal alanlarda kazılar yaparak kendi askerlerinin cesetlerini aramaya
başlarlar. Kitapda daha çok İtalyan generali takip ederiz. Yanında bir de papaz
vardır.
General ile papaz akşam kaldıkları otelin lokantasında
sık sık tartışır, tüm bunların ne demek olduğuna kafa yorarlar. Papaz generale;
tarlada kazı yaparken, hala ben olsaydım şuradan saldırırdım, şurada mevzi alırdım
gibi düşünceler geçiriyorsun aklından, diyerek ona iyi bir yanıt verir bir
akşam. Sonlara doğru Alman ve İtalyan general bir otelde karşılaşırlar ve bir
zaman konuşup öykülerini paylaşırlar.
Öykü içinde öykü tekniği kullanmıştır Kadere. Hem yaşanılan zamanı
ve olayları aktarırken geriye dönüşlerle farklı gerilimler yaratıp ölülerin
üzerini kaplayan toprağı silkelemiştir adeta.
Savaşa değişik bir açıdan bakan, kurgusu sağlam, öyküsü
alışılmışın dışında, çok güzel bir roman Ölü Ordunun Generali. En iyi
savaş romanlarından.