Herkesin “dün gece çok içtim” dediği şu yaz ortası pazar
günlerinden biriydi. Bu sözü kiliseden çıkan din adamları fısıldarken, vestiyerde
cübbesiyle didişen papazın dudaklarından dökülürken , golf sahası ve tenis
kortlarında, akşamdan kalma olduğu için yakınan vahşi hayatı koruma derneğinin
Auduborn grubu liderinden duyabilirdiniz. Donald Westerhazy “çok fazla içtim”
dedi. Lucinda Merill “Hepimiz çok fazla içtik” dedi. Helen Westerhazy “Şaraptan
olmalı, o kırmızı şaraptan çok içtim” dedi.
Westerhazy'lerin yüzme havuzunun kenarındaydılar. Metal,
yüksek bir fıskıyeden suyun dolduğu yüzme havuzu soluk yeşil renkteydi. Güzel
bir gündü, batıdaki yoğun Kümülüs buluları uzaktan - yaklaşan bir geminin
pruvasından- bakınca bir şehri andırıyordu öyle ki, bir ismi olmalıydı. Lizbon.
Hackensack. Güneş sıcacıktı. Neddy Merill, bir eli suyun içinde, diğerinde bir
bardak cinle yeşil suyun yanına oturdu. İnce uzun bir adamdı, - gençliğin
kendine özgü zayıflığını koruyor gibiydi – ama hiç de genç olmadığı halde, o
sabah trabzandan kaymış, yemek odasından gelen kahve kokusuna doğru giderken,
antredeki masada duran Afrodit heykelinin bronz poposuna bir şaplak indirmişti.
Bir yaz günüyle, özellikle günün son saatleriyle kıyaslanırsa ve elinde bir
tenis raketi ya da bir denizci çantası olmasa da, kesinlikle genç, sportif ve
havalı bir izlenim veriyordu. Yüzüyordu ve şimdi o anın, güneşin sıcağını, aldığı
yoğun zevki, ciğerlerine doldurmak ister gibi derin ve yüksek sesle nefes
alıyordu. Hepsi göğsüne doluyor gibiydi. Kendi evi sekiz mil güneyde, Bullet
Park'taydı, dört güzel kızı yemeklerini yemiş, muhtemelen tenis oynuyorlardı.
Sonra güneybatıya doğru dönerse, evine havuz yoluyla gidebileceği aklına geldi.
Hayatına sınır koymuyordu ve bu gözlemden aldığı keyif kaçma
isteğiyle izah edilemezdi. Bir haritacı gözüyle yüzme havuzlarının
sıralanışını, şehri baştanbaşa geçen sanki gizli nehri görüyordu. Bir keşif
yapmış, modern coğrafyaya bir katkıda bulunmuştu, nehrin ismini karısına
ithafen Lucinda koyacaktı. Ne şakacı ne de aptaldı ama kesinlikle ilginç
biriydi ve kendi hakkında efsanevi biri olmak gibi mütevazi, müphem fikirleri
vardı. Güzel bir gündü ve uzun soluklu bir yüzmenin günü daha da
güzelleştirip, bu güzelliği kutlayabileceğini düşündü.
Omzunda asılı duran süveteri attı ve havuza daldı.
Kendilerini havuza atmayan adamlara karşı nedeni açıklanmayan bir küçümseme
duyuyordu. Her kulaçta veya dört kulaçta bir nefes alıp değişik bir serbest
stilde yüzüyor ve zihninin bir yerinde bir -iki bir – iki diye ayaklarının
vuruşunu sayıyordu. Uzun mesafeler için bu işe yarar bir sayma değildi ama
yüzmenin yaygınlaşması bu spora adetler getirmişti ve onun yaşadığı dünyada
serbest stil modaydı. Açık yeşil suyla sürekli kucaklanmak zevkten ziyade doğal
bir durumun sürüp gitmesi gibiydi, mayosuz yüzmek isterdi ama planını gözönüne
alınca bu imkansızdı. Kendini havuzun kenarına çekti,- merdiveni asla
kullanmadı - ve çimlere doğru yürümeye başladı. Lucinda nereye gittiğini
sorunca yüze yüze eve gideceğim dedi.
Takip etmesi gereken haritaları ve krokiler hayal meyal
hatırlasa da, yeterince netti İlk önce Graham'ların havuzu vardı, sonra
Hammer'ler, Lear'ler, Howland'lar ve Crosscup'lar. Ditmar caddesinden karşıya
Bunkers'lara geçecek ve kısa bir yoldan onra Levys'lere, Welcher'lere ve
Lancaster'deki belediye havuzuna varacaktı. Sonra Halloran'lar vardı,
Sanches'ler, Biswanger'ler, Shirley Adams, Gilmartins ve Clydes. Hava güzeldi
ve böyle bonkör şekilde suyla donatılmış bir dünyada yaşamak bir imtiyaz, bir
lütufdu. Kalbi heyecanla dolu, çimenlerde koşturdu. Evine böyle olağan dışı bir
yolla gitmeye kalktığından kendisi bir hacı, bir kaşif, ünlü bir adam gibi
hissediyordu Güzergahı boyunca arkadaşlarıyla karşılaşacağın biliyordu.
Dostları Lucinda nehri boyunca sıralanmıştı.
Westerhazy'lerin arazisini Graham'lardan ayıran bodur
çalılardan oluşan çite doğru yöneldi, çiçek açmış elma ağaçlarının altından
yürüdü, pompa ve filtrelerinin konulduğu kömürlükleri geçti ve Graham'ların
havuzuna geldi. Bayan Graham “Aa, Neddy! Ne büyük bir sürpriz!” dedi. “
Sabahtan beri sana telefonla ulaşmaya çalışıyordum, gel de bir içki vereyim. O
zaman her kaşif gibi, hedefine ulaşmak istiyorsa, yerli halkın misafirpervane
gelenek ve göreneklerine çok politik cevap vermesi gerektiğini gördü.
Graham'ları şaşırtmak veya kabalaşmak istemiyordu ama orada oyalanacak zamanı
da yoktu. Onların yüzme havuzunu boydan boya geçti ve güneşte oturan dostlarına
katıldı. Birkaç dakika sonra Connecticut'tan gelen iki araba dolusu misafiri
sayesinde de kurtuldu. Onlar bir araya gelmenin şamatasındayken oradan sıvıştı.
Graham'ların evinin önünden aşağı saptı, dikenli çalılıkların üzerinden aştı ve
Hammers'lara giden boş arsadan karşıya geçti. Bayan Hammers, güllerin içinden
ona baktı, yüzdüğünü gördü ama hala kim olduğunu anlamamıştı. Lear ailesi,
oturma odasındaki açık pencereden onun suya atladığını duydular. Howland'lar ve
Crosscups' lar evde yoktular. Howland'ları geride bıraktıktan sonra Ditmar
caddesini geçti ve Bunker'lere yöneldi. Ta uzaktan bile partinin seslerini
duyabiliyordu.
Su, konuşma ve kahkaha seslerini kırıyor ve sanki
bastırıyordu. Bunker'lerin havuzu tepedeydi ve yirmi beş, otuz kadar kadın ve
erkeğin içki içtiği terasın merdivenlerini çıktı. Suyun içinde tek kişi vardı o
da Rusty Towers'dı, kauçuk su yatağında keyif yapıyordu. Oh be, Lucinda
Nehri'nin kıyıları ne kadar lüks ve güzeldi! Zengin adamlar ve kadınlar safir
rengi suyun yanında toplaşmış, beyaz ceketli garsonlar da onlara soğuk içki
ikram ediyordu. Başının üzerinde, sanki salıncakta sallanan neşeli bir çocuk
gibi, kırmızı, küçük bir de Haviland eğitim uçağı dönüp, dönüp, dönüp
duruyordu. Ned, manzara karşısında büyük bir hayranlık hissetti, sanki
dokunabilecek kadar yakın bir güzellik. Uzaktan gökgürültüsünü duydu. Enid
Bunker onu görür görmez bağırmaya başladı: “Oo, bakın kim gelmiş! Ne büyük bir
sürpriz! Lucinda senin gelemeyebileceğini söylediğinde az kalsın ölecektim”
Kalabalığı aşıp onun yanına geldi, öpüştükten sonra kadın onu barın yanına
götürdü, sekiz, on kadar başka kadın ve erkekle öpüşüp, el sıkıştığından bu iş
bayağı uzun sürdü. Yüzlerce partide gördüğü güleryüzlü bir garson ona cin tonik
verdi ve bir saniye barın yanında durdu. Yolculuğunu geciktirecek herhangi bir
sohbete katılmaktan endişe duyuyordu. İnsanlar etrafını kuşatmaya başlayınca
suya atladı ve Rusty'nin su yatağına çarpmamak için kenardan kenardan yüzmeye
başladı. Havuzun ta öteki ucunda Tomlinson'lara ağzı kulaklarında gülümseyip,
bahçe yoluna saptı, çakıllar ayağını kesti tek tatsız şey de bu oldu. Parti
sadece havuzdaydı ve eve doğru giderken, çınçın öten, sulu seslerin azaldığını
duydu, Bunker'lerin mutfağındaki radyonun sesi geliyordu birisi futbol dinliyordu.
Pazar öğleden sonra. Park yapmış arabaların arasından geçip, komşusunun yolunun
çimenli sınırlarından aşağıya Alewives Lane'e çıktı. Caddede mayoyla gözükmek
istemiyordu ama yolda hiç trafik yoktu. Ve kısa yolu geçip ÖZEL ARAZİ levhası
ile New York Times dergisi için konmuş yeşil bir posta kutusunun bulunduğu
Levy'lerin yoluna girdi. Koca evin bütün kapı ve pencereleri açıktı ama hiç
hayat belirtisi yoktu, köpek bile havlamıyordu. Evin yanından dolanıp yüzme
havuzuna gelince Levy'lerin az önce gitmiş olduklarını anladı çünkü arkada
Japon fenerlerinin asılı olduğu çardakdaki masanın üzerinde içki şişeleri,
bardaklar, kuru yemiş tabakları duruyordu. Havuzda yüzdükten sonra bir şişe
alıp kendisine bir içki koydu. Bu dördüncü veya beşinci içkisiydi ve Lucinda
Nehri'nin neredeyse yarısını geçmişti. Yorgun, temiz ve o anda yalnız olmaktan
mutluydu, her şeyden memnundu.
Fırtına çıkacaktı. Kümülüs bulutları – hani şu şehir-
yükselmiş ve kararmıştı ve orada otururken gökgürültüsünün patlamasını yine
duydu. De Havilland uçağı hala başının üstünde dönüp duruyordu ve Ned, pilotun
öğlen öğlen keyifle kahkaha attığını duyuyor gibi oldu. Ama tekrar gök
gürleyince eve doğru yola çıktı. Bir tren düdüğü duyuldu ve saatin kaç olduğunu
merak etti. Dört mü? Beş mi? O saatte taşra tren istasyonunu hayal etti,
smokinini pardesüsünün altına gizleyen bir garson, bir gazeteye sarılı
çiçeklerle bir cüce ve banliyö trenini beklerken ağlayan bir kadın. Birden
ortalık karardı; işte tam o anda küçük kuşlar bir olup, fırtınanın yaklaştığını
haber veren tanıdık şarkılarına başladılar. Sonra sanki biri musluğu açmış gibi
arkasındaki meşe ağacının tepesinden sular fışkırdı, sonra bütün yüksek
ağaçlardan sular boşaldı. Fırtınaları niye seviyordu? Kapılar çarpıp da rüzgar
merdivenleri süpürdüğünde duyduğu heyecan da nesiydi? Eski bir evin
kepenklerini kapatmak gibi basit bir iş neden iyi ve ivedi görünüyordu ?
Fırtınan o ilk ıslak damlaları ona niye iyi haberlerin, müjdelerin, neşenin
tanıdık sesini duyurmuştu? Sonra bir infilak sesi ve barut kokusu geldi, sonra
yağmur Bayan Levy'nin geçen yıl yoksa daha önceki yıl mıydı Kyoto'dan aldığı
Japon fenerlerini dövmeye başladı.
Fırtına dinene kadar Levy'lerin çardağında bekledi. Yağmur
havayı soğutmuştu, titredi. Rüzgarın gücüyle kırmızı, sarı yapraklar çimenlerin
ve suyun üzerini kaplamıştı. Yaz ortası olduğundan ağaçlara böcek dadanmış
olmalıydı yine de sonbaharın bu belirtisinden tuhaf bir üzüntü duydu.
Omuzlarını kaldırdı, bardağını boşalttı ve Welcher'lerin havuzuna doğru
yöneldi. Bu Lindley'lerin at binme sahasını geçmesi anlamına geliyordu ve
çimenlerin fazla uzayıp, maniaların söküldüğünü görerek şaşırdı. Lindley'lerin
atlarını satıp satmadıklarını ya da yaz tatiline gidip atları ahıra
bıraktıklarını düşündü. Lindley'ler ve atlarıyla ilgili bir şeyler duyduğunu
hatırlıyordu ama anımsadıkları berrak değildi. Yalınayak ıslak çimenlerde
yürüyüp gitti ve Welcher'ların havuzunun boş olduğunu gördü.
Havuz zincirindeki bu oyunbozanlık onu saçma bir şekilde
hüsrana uğrattı, kendini sularseller gibi akan bir nehir ararken kurumuş bir
nehir bulan bir kaşif gibi hissetti. Hayal kırıklığına uğramış ve şaşırmıştı.
Yazın bir yerlere gitmek normaldi ama kimse havuzunu boşaltmazdı. Welcher'lar
mutlaka başka yere taşınmıştı. Havuzun kenarındaki sandalyeler, şezlonglar
katlanmış, bir köşeye yığılmış ve üzerlerine branda bezi serilmişti. Soyunma
kabini kilitliydi, evin tüm pencereleri kapalıydı ve evin önündeki yola çıkınca
bir ağaca çivilenmiş SATILIK yazısını gördü. Welcher'lardan en son ne zaman
haber almıştı? Lucinda ile birlikte onların akşam yemeği davetini reddettikleri
için pişman oldukları zaman mı? Sanki daha bir, iki hafta önceydi, hafızası mı
zayıflıyordu yoksa hoş olmayan gerçekleri bastırması için beynini çok iyi
eğitmişti de gerçeklik duygusunu mu yitirmişti? Sonra uzaktan tenis
oynayanların sesleri geldi, bu onu neşelendirdi, tüm korkularını giderdi ve
siyah gökyüzünü ve soğuk havayı boşverdi. Bu, Neddy Merill'in şehri yüzerek
geçtiği gündü. Ne gün ama! Sonra yolunun en zor bölümüne doğru yöneldi.
Eğer o öğleden sonra sokağa çıksaydınız Ned'i 424 no'lu
caddenin güvenlik şeridinde neredeyse çıplak halde karşıya geçmek için uygun
zamanı kollarken görebilirdiniz. Onun bir eşek şakasının kurbanı olup
olmadığını veya arabasının kaza yaptığını ya da sadece kafayı yemiş biri
olduğunu düşünebilirdiniz. Karayolunun yanında – bira şişesi, pet şişesi,
çöplerin ortasında her tür alaya maruz şekilde öyle yalınayak dururken acınacak
haldeydi. Seyahatine başlarken bunların başına geleceğini biliyordu – haritada görmüştü-
fakat yaza özgü uzun araba kuyruğuyla karşı karşıya gelince, hazırlıksız
yakalandığını anladı. Ona güldüler, yuhladılar, bir bira kutusu fırlattılar.
Durumu kurtaracak ne mizah gücü, ne de saygınlığı vardı. Geri dönebilir,
Lucinda'nın hala güneşte oturduğu Westerhazy'lerin evine geri dönebilirdi.
Hiçbir şey imzalamamış, hiçbir yemin etmemiş, hiçbir söz vermemişdi, kendisine
bile. İnanığı üzere insanların tüm inatçılığı neden sağduyudan bu kadar kolay
etkileniyordu? Geri dönmeye gücü yetmez miydi? Hayatını tehlikeye atma pahasına
neden seyahatini tamamlamaya kararlıydı? Bu şaka, bu eşek şakası, hangi noktada
ciddileşmişti? Geri dönemezdi, Westerhazy'lerin yeşil suyunun berraklığını,
günün güzelliklerini içine çekmesini, çok fazla içtik diyen dostlarının sakin
sesini bile hatırlayamıyordu. Bir saatlik süre içinde, neredeyse geri dönmesi
mümkün olmayacak bir mesafe katetmişti.
Karayolunda saatte onbeş mil giden yaşlı bir adam onu yolun
ortasındaki çimen refüje kadar bıraktı, burada kuzeyden gelen arabalar onunla
dalga geçtiler ama beş veya onbeş dakika sonra karşıya geçebildi. Buradan
Lancester şehrinin yanındaki hentbol kortları ve yüzme havuzlarının olduğu spor
merkezine sadece kısa bir yol vardı.
Suyun sesler üzerindeki etkisi, parlaklığın illüzyonu ve
bastırması burada da Bunker'lerde olduğu gibiydi. Ama buradaki sesler daha tiz,
daha yüksek ve sertti. Kalabalığa karışır karışmaz havuz yönetmeliğiyle
karşılaştı. “ HAVUZA GİRMEDEN ÖNCE DUŞ ALINMASI, AYAKLARIN KLOR HAVUZUNDA
YIKAMASI, TANITICI KÜNYELERİNİ TAKMALARI MECBURİDİR” Bir duş aldı, ayaklarını
bulanık ve yakıcı bir suda yıkadı ve havuzun kenarına gitti. Klor kokuyordu ve
ona lavabo gibi geldi. İki kulede duran iki cankurtaran arada sırada düdük
çalıp, yerel adres sistemi sayesinde yüzücüleri rahatsız ediyordu. Neddy
özlemle Bunker'lerin safir suyunu anımsadı, bu bulanık suda yüzerek mikrop
kapabilir, zenginliğine ve prestijine halel getirebilirdi ama kendi kendisine
bir kaşif, bir hacı olduğunu hatırlattı, şimdilik sadece Lucinda Nehri'nin
durgun bir yerindeydi. Suratını ekşiterek klorlu suya daldı. Başkalarıyla
çarpışmamak için başını suyun üzerinde tutarak yüzüyordu ama buna rağmen
çarpıyor, tokuşuyordu. Havuzun öteki ucuna geldiğinde iki cankurtaran da
kendisine bağırıyordu: “Hey sen! Tanıtıcı künyesi olmayan! Sudan çık!” Sudan
çıktı ama adamların onun peşinden filan geleceği yoktu. Güneş yağı ve klor
kokularından çıkıp, tel çiti, hentbol sahasını geçti. Yolu geçince
Halloran'ların malikanesinin koruluğuna vardı. Çimenler temizlenmemişti ve
çimenlere ve havuzu çevreleyen budanmış bodur ağaç çite varana kadar yürümek
tehlikeli ve yanıltıcıydı.
Halloran'lar dostuydu, çok zengin ve Komünist oldukları
şüphesine maruz kalmış yaşlı bir çiftti. Şevkli reformcuydular ama komünist
değillerdi. Yine de tersiyle suçlandıkları zaman sanki bundan heyecanlanmış ve
sevinmişlerdi. Çalılar sarı renkteydi ve Levy'lerin akçağaçları gibi
böceklendiğini düşündü. Halloran'ları gelişinden haberdar etmek ve
mahremiyetlerine girmesini mazur göstermek için merhaba, merhaba diye seslendi.
Halloran'lar hiçbir zaman söylemedikleri sebepten ötürü mayo giymezlerdi,
gerçekten hiçbir izahı yapılmamıştı. Çıplaklıkları katı reformculuklarının
küçük bir ayrıntısıydı, çitin girişine varmadan önce kibarca mayosunu çıkardı.
Beyaz saçlı, güçlü. sakin çehreli bir kadın olan Bayan
Halloran Times dergisini okuyordu. Bay Halloran bir süzgeçle suyun üzerindeki
yaprakları topluyordu. Onu gördüklerine şaşırmadılar da, hoşlanmamış da
değillerdi. Havuzları büyük ihtimalle şehirdeki en eski havuzdu, bir dereden
akan suyla dolan dikdörtgen, yontma kaba taşlardan yapılmıştı, arıtma filtresi
ve pompası yoktu ve suyun rengi derenin opak sarısındandı.
Ned “yüze yüze şehri geçiyorum” dedi.
Bayan Halloran “A, kimsenin bunu yapabileceği aklıma
gelmezdi” dedi.
Ned “Şey, Westerhazy'lerden başladım, dört mil olmalı” dedi.
Mayosunu havuzun öteki ucunda bıraktı, sığ tarafa geldi ve
yüzdü. Kendisini sudan çekerken bayan Halloran'ın “başına gelen bütün o
talihsizliklere çok üzülüyoruz
Neddy” dediğini duydu.
“Talihsizlikler mi? Neden bahsettiğinizi anlamadım”
“Niye? Evini sattığını duyduk ve zavallı
çocuklarının........”
Ned “Evi sattığımı hatırlamıyorum, kızlar da evdeler” dedi.
Bayan Halloran iç geçirdi “ Evet.....”. Sesi havayı mevsim
normali üzerinde bir hüzünle doldurdu. Ve Ned “havuz için teşekkürler” dedi.
Bayan Halloran “Şeyy, iyi yolculuklar” dedi.
Çitin yanında mayosunu giydi ve bağladı. Gevşemişlerdi. Bir
gün içinde kilo verip vermediğini merak etti. Biraz kilo vermiş olabilirdi.
Üşümüştü, yorgundu ve çıplak Halloran'lar ve karanlık suları onu
kederlendirmişti. Bu yüzme onun yaşı için çok fazlaydı ama daha o sabah
trabzandan kayıp, Westerhazy'lerde güneşte otururken bunu nasıl tahmin
edebilirdi ki? Kolları tükenmişti, bacakları pelte olmuştu ve eklemleri
ağrıyordu, en kötüsü de iliklerine kadar üşüyordu, bir daha hiç ısınamayacakmış
gibiydi. Ötesine berisine yapraklar düşüyordu ve havada odun kokusu duyuyordu.
Yılın bu zamanında kim ateş yakardı ki?
Bir içkiye ihtiyacı vardı, viski onu ısıtır, kendine getirir
ve yolculuğunu tamamına erdirir ve şehri yüzerek geçecek kadar orijinal ve
cesur biri olma fikrini tazelerdi. Manş denizini geçenler brandi içiyordu. Bir
takviyeye ihtiyacı vardı. Halloran'ların evinin önündeki çimenliği geçti ve tek
kızları Helen'le eşi Eric Sachs için yaptırdıkları eve çıkan küçük patikaya
saptı. Sachs'ların havuzu küçüktü ve Helen'i ve kocasını orada buldu.
Helen “A, Neddy? Annemlerde öğle yemeği yedin mi?” dedi.
Ned “yemedim aslında” dedi. “Aileni görmek için uğradım”.
Bu kafi bir açıklamaydı. “Böyle içeri daldığım için kusura
bakmayın ama dondum, bir kadeh içki verebilir misiniz? “
Helen “memnuniyetle” dedi. “Fakat Eric'in ameliyatından beri
evde içki bulundurmuyoruz, üç yıl önce oldu”
Hafızasını mı kaybediyordu? Acı veren gerçekleri gizleme
yeteneği evini sattığını, çocuklarının başının dertte olduğunu ve arkadaşının
hastalığını unutturmuş muydu? Gözleri Eric'in yüzünden karnına doğru indi ve
karnında ikisi enaz 30 cm, üç, soluk yara izi gördü. Göbeği yok olmuştu ve
Neddy “göbeği gitmiş” diye düşündü. “sabahın üçünde Allah vergisi şeylerinin
yerinde olup olmadığını araştıran avare bir el doğumla bağı kalmayan, göbeksiz
bir karından, bu soy ihlalinden ne anlam çıkartır?”
Helen “Biswanger'lerde eminim içki bulabilirsin. Büyük bir
parti veriyorlar, sesleri buradan bile duyuluyor, dinle!” dedi.
Kadın başını yukarı doğru kaldırdı ve Ned yolun karşısından,
çimenlerden, bahçeden, tarlalardan su üzerindeki berrak ses gürültülerini
duydu. “Şeyy ıslanacağım” dedi. Hala yolculuğunun şekli konusunda seçme
özgürlüğünün olmadığını düşünüyordu. Saches'lerin soğuk suyuna daldı ve
neredeyse boğulur gibi nefesi kesilerek havuzun bir ucundan diğerine yüzdü.
Omzunun üzerinden “Lucinda ile ben size gelmeyi çok istiyoruz” dedi. Yüzü
Biswanger'lerin evine dönüktü. “ arayı bu kadar soğuttuğumuz için kusura
bakmayın en kısa zamanda telefon edeceğiz” dedi.
Biswanger'lere giden bir,iki tarladan geçti, şenşakrak
sesler geliyordu. Ona bir içki vermekten şeref duyacaklardı, ona bir bardak
içki vermekten memnun olacaklardı. Biswanger'ler onu ve Lucinda'yı yılda dört
kez yemeğe davet eder, altı hafta önceden haber verirlerdi. Her zaman geri
çevrildikleri halde davetiye göndermeye devam ederlerdi. Toplumun katı ve
demokratik olmayan gerçeklerini anlamaya niyetleri yoktu. Bunlar fiyat
konuşmayı kokteyllerde, borsa tavsiyelerini akşam yemeğinde yapar ve akşam
yemeğinden sonra her çeşit insanın doluştuğu partilerde açıksaçık fıkralar
anlatırlardı. Bunlar Neddy'nin grubuna mensup değildi, Lucinda'nın yılbaşı
kartı gönderilecekler listesinde bile yoklardı. Umursamazlık, alicenaplık ve
biraz da huzursuzlukla dolu olarak - çünkü karanlık çöküyordu ve yılın en uzun
günleriydi -havuzlarına doğru gitti. Katıldığı parti gürültülü ve büyüktü.
Grace Biswanger göz doktorunu, veterineri, emlakçıyı ve diş doktorunu çağıran
tipten bir ev sahibesiydi. Kimse yüzmüyordu ve alacakaranlık suyun üzerine
soğuk pırıltılarla yansıyordu.Bir bar vardı ve o tarafa yöneldi. Grace
Biswanger kendisini görünce kadın Ned'e doğru yürüdü. Ama kadın ummakta çok
haklı olduğu gibi nezaketle değil kızgınlıkla geliyordu.
Kadın yüksek sesle “Vay canına, bu partide her şey var, bacadan
giren davetsiz misafirler de!” dedi.
Kadın ona sosyal bakımdan bir darbe vuramazdı – bu sözkonusu
değildi ve Ned de korkup kaçmadı - kibarca “bacadan giren biri olarak bir
içkiye değer miyim?” dedi.
Kadın “ keyfine bak” dedi. “davetiyeleri çok umursayan
birine benzemiyorsun”
Kadın ona sırtını dönerek misafirlerinin yanına gitti. Ned
de bara gidip bir viski istedi. Barmen ona servis yaptı ama kaba bir şekilde.
İçinde bulunduğu dünyada garsonlar sosyal skorlara uymak zorundaydı ve bir
barmen tarafından bozulmak sosyal olarak itibarını kaybetmek demekti. Ya da
belki adam yeniydi ve kim olduğundan haberi yoktu. Sonra Grace'in arkasından
konuştuğunu duydu: “bir gece içinde iflas ettiler, maaş hariç hiçbir şey! Ve
bir pazar sarhoş sarhoş gelip bizden beşbin dolar borç istedi..........”. Kadın
daima paradan söz ederdi. Bu fasulye yemeğini bıçakla yemekten beterdi. Havuza
daldı, boydan boya geçti ve gitti.
Listesindeki havuz sondan ikinciydi ve eski metresi Shirley
Adams'ındı. Biswanger'lerde yaralanan gururunu orada sarabilirlerdi. Aşk – daha
doğrusu seks oyunları - en iyi ağrı kesici, ilaçtı. Hayatın neşesini kalbine
dolduracak, baharı önüne serecek parlak renkli bir haptı. Geçen hafta, geçen
ay, geçen kış hatırlamıyordu ama bir ilişkileri olmuştu. İlişkilerine son veren
Ned olmuştu. Havuzu çevreleyen duvarın kapısından girdi ki, hiçbir şey bu kadar
kendine güven belirtisi olamazdı. Sevgilisi olarak – yasal olmayan sevgilisi
olarak- bir bakıma burası kendi havuzu gibi geldi. Kutsal aileye ters olarak metres
tutmaktan hoşlanıyordu. Bakır rengi saçıyla kadın oradaydı, fakat kadının
ışıklandırılmış, gök mavisi suyun kenarındaki vücudu Ned'de öyle önemli
hatıralar çağrıştırmadı. Önemsiz bir ilişki olmalıydı diye düşündü, yine de
ayrıldıklarında kadın ağlamıştı. Kadın adamı tekrar görmekten şaşkın
görünüyordu ve adam da hala acı çekiyor mu diye merak etti. Allah saklasın ya
yine ağlarsa?
Kadın “Ne istiyorsun?” diye sordu.
“Yüzerek şehri geçiyorum”
“Aman Tanrı'm ne zaman büyüyeceksin?”
“Mesele nedir?”
Kadın “Eğer para için geldiysen sana verecek tek kuruşum
yok” dedi.
“Bir içki verebilirsin”
“Verebilirdim ama vermem yalnız değilim”
“Pekala, ben yoluma gideyim”
Daldı ve havuzu yüzdü. Fakat kendini havuzun kenarına
çekmeye çalışırken kollarındaki ve omuzlarındaki gücün gittiğini anladı.
Merdivenlere doğru yüzdü ve basamakları çıktı. Omzunun üzerinden ışıklı kabine
bakınca genç bir adam gördü. Karanlık bahçeye giderken gecenin içinde krizantem
ya da kadife çiçeklerinin kokusunu duydu, çok keskin, inatçı ve sonbahar kokusu
olarak doğmuş çiçeklerdi. Yukarı bakınca yıldızların çıktığını gördü. Ama neden
Andromeda, Cepheus ve Küçük Ayı takımyıldızları gözüküyordu? Yaz ortasının
yıldızlarına ne olmuştu? Ağlamaya başladı.
Büyük ihtimalle yetişkin olduğundan beri ilk kez ağlıyordu,
hayatında kesinlikle ilk kez kendisini bu kadar sefil, üşümüş, yorgun ve şaşkın
hissediyordu. Katering şirketinin garsonunun kabalığını ya da dizlerinin
üzerinde sürünerek ona gelip, gözyaşlarıyla pantolonunu ıslatan metresinin kabalığını
anlayamıyordu. Çok uzun mesafe yüzmüştü, çok uzun süre suda kalmıştı, burnu ve
boğazı sudan dolayı acıyordu, ihtiyacı olan şey bir içki, birkaç arkadaş ve
birkaç kuru, temiz giysiydi. Ve kestirmeden doğruca karşıya geçip evine
gidebilecekken, Gilmartin'lerin havuzuna gitti. Burada, hayatında ilk kez
havuza dalmadı ama onun yerine merdivenlerden buz gibi suya girdi ve
gençliğinde öğrendiği gibi yan yan yüzdü. Yorgunluktan Clyde'lara kadar
sendeleyerek ve havuzu yan yana yüzerek, bir eli havuzun kenarında dinlenmek
için ikide bir dura dura gitti. Merdiveni tırmandı ve eve gidecek gücünün kalıp
kalmadığını merak etti. Yapmak istediğini yapmış, şehri yüze yüze geçmişti.
Fakat yorgunluktan öyle sersemlemişti ki, bu başarısından emin değildi. Güç
almak için duvarlara tutuna tutuna kendi evine giden yola döndü.
Ev karanlıktı. Saat o kadar geç miydi ki herkes yatmıştı?
Lucinda, Westerhazy'lerde akşam yemeğine mi kalmıştı? Kızlar da onunla mıydı
yoksa başka bir yere mi gitmişlerdi? Genellikle her pazar yaptıkları gibi
davet edildikleri yerlere gitmediklerine pişman olup evde mi kalmışlardı?
Hangi arabalar var bakmak için garajın kapısını açmaya çalıştı ama kapılar
kilitliydi ve kapı kolundan eline pas bulaştı. Eve doğru yaklaşınca fırtınanın
yağmur borularından birini söktüğünü gördü, boru dış kapının üzerinde şemsiye
gibi sallanıyordu fakat sabah yerine takılabilirdi. Kapı kilitliydi, aptal bir
hizmetçi veya uşağın kilitlediğini düşünüyordu ki, bir aşçı veya hizmetçi
tutmayalı uzun zaman geçtiğini hatırladı. Bağırdı. Kapıyı yumrukladı ve
omuzuyla kapıyı zorladı ve sonra pencereden bakınca evin bomboş olduğunu gördü.