Zaman Terzisi geceyi gündüz yapmak üzere dikiş makinasının
başına geçti.
Bir sirk topu gibi, açık şafak rengi kumaşını, parlak bir
öğlene birleştirdi. Sonra alacakaranlık için buğulu kırmızı bir parçayı
düzgünleştirip, kalın mor bir akşamla bitirdi. Eserine bakıp elini ovuşturdu ve
hafif bir tatmin duygusu hissetti.
Terzi en az gürültü ve sesle çalışıyordu, sadce arada sırada
odalarında çalışan çırakların ( 'bu bitti' veya 'kumaş getirin') gibi
homurdanma, sızlanmalardan şikayetçiydi. Çıraklar, terzinin kendi
çocukları gibi kabul ettiği solgun, kel çocuklardı. Omuzlarına veya bellerine
bağlı kumaşlara bürünmüşken köhne bir sirke benziyorlardı. Yamanacak,
düzeltilecek veya dikilecek şeyler için terzinin emrinde çalışıyorlardı.
Terzi çırakları görmezden geliyordu. Adam dalgın bir halde,
kabuğuna çekilmişti, sesi kullanılmaya kullanılmaya kabuk bağlamıştı. Ağzı bir
cep gibi sarkıktı, gözleri eski bir giysinin omuzları gibi düşüktü ve tüm
vücudu bir askıdaki giysi gibi sarkıktı.
Sadece dikiş makinasının ışığı altına yasladığı, sivri iğne
elinebatmadan yukarı-aşağı çalışan elleri düzgündü, elleri dikiş makinası kadar
hızlıydı.
Önünde durmuş uzanan kumaştan günün kenarlarını bastırdı,
iki ucunu büzdü ve sağındaki çıplak yerkürenin üzerine bir pelerin gibi
geçirdi.
Giyinen küre, tren tekerlekleri gibi rayların üzerinde
dönmeye başladı, başka küreler değdikçe, içindeki suyun ağırlığından
çalkalanmaya başladı.
Su onu düzgün tutma görevi yapıyordu.
İşleri biten dünya ve arkadaşları çatırdayıp, titreyerek,
odayı bir baştan bir başa geçen yolda ilerlediler, çalışkan çırakların, çıplak
taş duvarların ve odanın ağır perdelerinin yanından geçtiler, kalın bir
duvardaki kemerli pencereye doğru gittiler, pencereden geçecekken birbirlerine
çarparak, geri itilip, engellendiler.
Pencereden bir adam geliyordu. Elbiselerini giyinmiş küreler
konvoyuna doğru yürüyordu ve terzinin odasına tırmandı.
Adamı önce çıraklar gördüler. Ani bir panik haliyle, her
zamanki sessizliklerinden daha derin bir sessizliğe gömüldüler. Biri Terziye
koştu ve durdu, şaşkındı, işine konsantre olmuş ustasını nasıl sesleneceğini
bilemedi. Biri adama, yabancıya doğru koştu ve kuzeni kadar temkinli bir
şekilde durdu.
Geceyi gündüze, gündüzü geceye diken Terzi odadaki
değişiklikten habersizdi ta ki, son diktiği gezegen (yoldan çıktığından)gelip
dirseğine çarpana kadar. Ve oturduğu yerden sıçradı.
Parmağını kocaman makineye kaptırmıştı ve Terzi zalim,
keskin deliğe baktı, parmağından kanlar akıp, diktiği kumaşa damlıyordu.
"Ah!"
Yüzyıldan beri çıkarttığı ilk sesti.
"Uh"!
İkincisi.
Ayağını hemen makinanın ayağından çekti ve kanayan parmağını
iğneden kurtardı. Yaptığı bu beklenmedik hatanın tuzunu tatmak için
yaralı parmağını dudağına götürdü.
Kan lekeli kumaşta bir günlük bir savaş çıktı. Görünüşte hiç
yoktan çıkmıştı ve çıktığı gibi çabuk sona erdi. Tarih bunu Birkaç Saatlik
Savaş olarak yazacaktı.
Ama Terzi bununla ilgilenmedi. Kargaşanın sebebini bulmak
için baktı ve davetsiz yabancıyı gördü. Adam penceredeki keşfini bitirmişti ve
şimdi boyları beline gelen çırakların ortasında ayakta duruyordu.
Çıraklar, bir yabancıya, bir parmağındaki kanı emen Terziye
bakıp duruyorlardı.
Yabancı "Zaman Terzisi sen misin?" dedi.
Hala parmağını emmekle meşgul Terzi başını salladı.
" Dünyayı çevreleyen zamanı sen dikiyor, gece ve
gündüzü, renkleri, saatlerin süresine, mevsimleri ve yılları sen mi
yapıyorsun?"
Terzi başını salladı ve omuzunu silkti öyle ki kulakları
acıyla omzuna değdi. Hem pişmanlık hem de iyi niyetle karşıladığını göstermeyi
umuyordu.
" O halde benim adım John Avery ve bir ricam
olacak"
Terzi boğazını temizledi ama ilk çıkan sesler sözcükler
değildi. "Söyle John Avery" demeden önce iki kez daha boğazını
temizlemek zorunda kaldı.
Avery, derin bir nefes aldı. "Terzi, benim nereden
geldiğimi ve pekçok yeri unutmuş olmalısın" dedi.
Öyle görünüyor ki, yeterince unutmamıştı. Terzi kibar bir
şekilde konuşmakla meşgulken, Avery'nin yüzyıllardan beri tek ziyaretçinin
uğramadığı duvarları ihlal etmesi gözünden kaçmamıştı.
Avery'nin Terzinin şaşkınlığından haberi yoktu. Terzinin
yanına bir tabure çekti ve dirseğini öfkeli, sırıtan dikiş makinasının yanına
dayadı.
Avery göründüğünden daha yaşlıydı, böyle duvarlara,
pencerelere, odalara tırmanmak, sıçramak ve elbette yüzmek için -çünkü bu
kalenin etrafı hala su dolu hendekle çevrili olmalıydı- fazla yaşlıydı.
Kulaklarına doğru açık kahverengi seyrek sakalı vardı, saçları gürdü ama azalmış
ve boynuzlu bir görünüm almıştı ve küçük kahverengi gözlerinin üzerinde uzun,
kaşları vardı. Nazik ama kararlı ve temkinli birine benziyordu.
Adam " büyücülere para döküp, soytarılara rüşvet
verdim, yaşlıların, delilerin, falcıların ve bilim adamlarının söylediği
rüyaların, söylentilerin peşinden gittim, üç yılımı aldı" dedi.
Sesi hala kalın ve düzgün çıkmayan Terzi "peki ne
istiyorsun?" dedi.
"Zaman"
"Elbette."
"Bir günlüğüne zamanı yavaşlatmanı istiyorum. Hayır,
bir öğleden sonralığına, en azından birkaç saat. Birazcık, azıcık zaman"
O zaman Terzi, bir gülüşten çok bir öksürüğe benzeyen bir
çığlık koyverdi.
Avery devam etti "Bunu isteyeceğimi beklemiyor
muydun?"
Terzi başını salladı.
"Niye istediğimi bilmek istiyor musun?"
"Doğal olarak" anlamına gelen bir homurdanma
geldi.
Burada, zaman elvermediğinden yapılmamış tüm keşiflerle, tüm
suçlarla ilgili hikayeler aklına geldi. İnsanoğlunun planladığı hataların
telaffi edilmesi, verilecek ya da başkasından alınacak sevgiler, yüzleşilmesi
gereken korkular, yapılması gereken iyilikler. Terzi bir kez dileği kabul etse.
Terzi bu yeni davacının yüzüne bakarken gözlerini
kaçırmamaya çalıştı.
Avery "Bu zamanı boşa harcamak istiyorum" dedi.
"N...?"
Bu ilk kez oluyordu.
Terzi ellerini uzatıp, kulağını eğerek Avery'nin dileğini
tekrar etmesini belirten bir hareket yaptı.
Avery eğilerek, sözcükleri dikkatle telaffuz etti "Boşa
harcamak". "Boşa harcayacak vakit istiyorum"
"Çünkü?......"
"Çünkü gençlik tam olarak bunu yapmak demektir"
Terzi sustu şimdi daha da şaşırmıştı. John Avery belli ki
genç değildi. Ama delirmiş miydi?
"Değerli her saniyeyi harcardım, yaşlı bedenimin
elverdiği ölçüde tüm çocukça oyunları oynardım, yusufçuk böceklerini kovalar,
çamurlara taş atar, çimenlerin üzerinde yuvarlanır ve bisikletime plastik çıngıraklar
takardım ve.."
"Plastik çıngıraklar mı?"
Avery cebine elini uzatırken "Çünkü bu kız bunu
hakediyor" dedi.
"Senin....?"
"Evet benim kızım"
Terzi rahat bir nefes aldı.
Terzi, boğazını ve karnını kaplamakla tehdit eden sıkıntı
hissini bertaraf etmeye ve kanadı kırılmışlık hissi veren gerginliğini
azaltmaya çalışıyordu.
Avery bir kız çocuğu fotoğrafı tutuyordu (kaç yaşında? Belki
7, belki 8 ?)Güneş ışığı temiz yüzünü ortaya çıkarmış ve buklesine yansımıştı.
Bir eli selenin üzerinde, diğeri gidonu kavramış bisikletinin yanındaydı.
Avery "Bu Bela, bazen nefes alabiliyor, bazen bisiklete
bile binebiliyor. Bazen de onu boğan sıvıyı içinden dışarı çıkartmak için
öksürüyor"dedi.
Bu dediğinin iyice anlaşılması için bekledi.
"Ama sana tekrar ücret ödeyemem Terzi, beni anla"
Adil bir anlaşma değildi.
Terzi buna ne diyecekti?
Terzi ellerini kucağına koydu ve yanyan ziyaretçiye baktı.
Sonra kumaşların drapelerine, kalın taş duvarlara ve son olarak teker teker
işlerine dönmüş çocuksu çıraklara baktı.
Odayı terk eden gezegenler zincirine baktı, kumaşın
üzerindeki kan lekesi hala makinada, kucağında ve yerdeydi.(iplikler ve kumaş
parçalarıyla dolu)Bir rüyadan uyanıyormuş gibi yavaşça başını sarstı.
Nasıl .......?
Bunların biri nasıl........?
Nasıl yapabilirdi......?
Terzi, ağır bir sesle "Sorun şu ki, nasıl yapacağımı
bilmiyorum" dedi.
"Sen....?" "A!". Susma sırası
Avery'deydi. "Bilen biri var mı?"
" Kimse yok sadece........" durakladı.
"Evet?"
Belki Mühendis"
"Tamam?"
"Her şeyi o yapar"
"Mühendis mi?"
"Mühendis"
"Onu tanıyor musun?"
"Hayır". Bu fikrin imkansızlığıyla sızlandı.
" şey, bir keresinde galiba onu gördüm ama o...ona seslendim ama belki
kadın beni duymadı, meşguldü"
Terzi, Mühendisin ona tavrına ilişkin başka bir mazeret
bulamadı. Sanki adam bir kumaş örneğiymiş ve onunla ne yapacakmış gibi boşboş
bakmıştı.
"Tamam". Avery pes etmemeye çalışan biri gibi
baktı. "Bu tuhaf yeri de o mu yaptı?"
"Bazıları burada olan her şeyi onun yaptığını
söylüyor"
"Ah, tamam, peki şimdi ne yapıyor?"
Terzi omuzunu silkti "Bakım?"
Avery başını salladı, düşünceli bir şekilde sakalını
sıvazladı."Onu bulmak mümkün mü?"
Terzi emin değildi. Hem bulunsa bile razı gelmesi ihtimali
yoktu. Mühendis soğuk ve bu odadaki taş kadar sert biriydi.
Avery arkasına yaslandı, ellerini sanki dua eder gibi
karnında kavuşturdu, taş tavana bakarak " ihtimal yok...."diye
tekrarladı.
Zaman bütün yaraları sarar derler ama bunun kadar doğru
değildi: Zaman çoğunlukla akıp gider.
Avery, Terzinin büyük, sırıtan dikiş makinasının yanında,
çenesi iki elinin arasında bunu düşünüyordu. Uzun süre orada durdu,
konuştuğunda elleri sesini boğmuştu. "O zaman ne yapsak?"
Terzi hiçbir zaman bir dileği yerine getirmemişti. Getirmeye
teşebbüs etseydi dilek dinleyecek konumda olamazdı.
Fakat o anda, işinden alıkonulmuşken John Avery ve
fotoğraftan çıkıp gelecekmiş gibi duran neşeli, gün ışığı gülüşlü kızı gözönüne
almamazlık edemiyordu.
Terzi "Kızı buraya getirsen?" dedi.
Ama orada ne yusufçuklar, ne çamurlar, ne plastik
çıngıraklar vardı. Hem küçük bir kız Avery'nin yaptığı gibi fısıltılar ve
söylentilerle buraya kadar gelebilir miydi?
Hayır. Bunu yapmanın tek yolu gezegeni yavaşlatmaktı.
Herhangi bir gezegeni de değil. Kullanılan, şu anda zamana karar veren gezegeni
yavaşlatmaları gerekiyordu.
Terzi elini Avery'ye uzattı ama kuşkuyla durakladı ve onun
yerine
Terzi "Sana yardım edeceğim John Avery. Bir
şekilde" dedi.
Günışığı gibi gülümseyen Bela için.
Avery gitmek üzere ayağa kalktı. Plan konusunda anlaştılar,
Bella'nın yardımsız nefes alabildiği güzel bir gün, Terziye mesaj gönderecekti.
Avery, Terzinin ikinci sorusunu keserek, "bileceksin,
ve Terzi.."
Terzi "Bir şey değil. Bir şey değil" dedi.
Adam geldiği yoldan gitti.
Terzi elinden geldiği kadar çabuk bir şekilde dikişlerine
döndü. Dikkati dağılmıştı ve yaralı parmağının zonklamasının farkındaydı ve
iğnenin başka bir yerine daha batması korkusuyla şimdi daha dikkatli
olmuştu.
Neredeyse hemen makine bir engele takıldı ve iyi dikmemeye
başladı, adam cebinden bazı aletler çıkartmak zorunda kaldı ve makinenin
yağını, ayarlarını kontrol etti. Bir vida gevşemişti, onu sıkıp işine döndü.
Ayrıca beklerken her seferinde birkaç çırağı içeri çağırdı,
çırakların kel kafaları makinenin ışığında parlıyordu ve adam onlara ne
yapılacağını ve gezegenleri nasıl giydireceklerini anlattı.
Ne olur ne olmaz bir başka Terziye ihtiyaç duyulabilirdi.
...
Avery'nin mesajı fısıltılarla taşınarak ve fısıltı şeklinde
geldi. Fısıltı odaya ulaştı, pencerenin en yakınında duran ilk çırağa oradan da
Terzinin oturduğu yere geldi.
En yakındaki çırak "Sevgili Terzi, bugün yusufçuklar ve
plastik çıngıraklarla oynamak için iyi bir gün olduğunu sana söylemenin en iyi
yolu bu" diye fısıldadı.
Terzi "vakit geldi" dedi.
Makinasının başından kalktı ve anlattıklarının işe yarayıp
yaramadığına baktı. Çıraklar yerlerini aldılar, iki tanesi kumaş topunu
makineye doğru sürüklerken, diğer ikisi itiyordu.
Duygusal olmayan bir şekilde bunu onlara bıraktı,
çabalayarak omurgasını dikleştirdi, bir an durup dik durmanın tadını çıkarttı.
Gezegenlerin gittiği yolun karşısına geçti ve başta iyi olmasa da artan
bir kendine güvenle tırmandı. Gezegenler arasında kendine bir boşluk açıp, kendini
oraya çekti, burnu giyinmiş gezegenlere çarparken, arkasında kalanlar ayak
parmaklarına yakalanıyordu. Emekliyordu, elleri yola kenetlenmiş, dizleri
acıyla bastırıyordu.
Pencere iki omuzun sıkıştırdı ve yerinden çıkartmakla tehdit
etti, adam geri geri gitmek, pelerinini ve kalın gömleğini çıkartmak zorunda
kaldı. Beline kadar çıplak halde, yorgunluktan titreyerek, elleri kah titreyip,
kah tutularak zorlukla ileriye tırmanmaya başladı.
Öteki odaya girince, yönünü tayin için durdu. Bir koridor
vardı, yol ilki kadar küçük bir pencereye çıkıyordu, öteki taraftan hafif bir
ışık sızıyordu, yaklaştı, sıkışarak oradan da geçti, kollarının üst kısmı
sıyrılıyordu, şaşkınlıkla bileğini altına alıp acıyana kadar bükmüştü.
İkinci pencereden sonrası gün ışığıydı ve karmaşık
labirentli yolun üzerine ışık vuruyordu.
Gördüğü ne kahrolası, ne çılgınca bir tasarımdı. Nasıl bir
hasmane çaba bu yolu ve istinad duvarlarını inşa etmişti ve sonra hepsini
insanın başını döndüren yükseklikteki uçurumlara bağlamıştı.
Fakat işin temel noktasının bu olduğunun farkındaydı.
Makinelerin yapımcısı işine karışılmasını istemiyordu. Mühendis öyle canavarlar
yapmıştı ki, hanesine tecavüz veya üzerinde sahiplik iddia edecek olan iki kez
düşünmek zorundaydı. Kadın onları kasten ve bilerek düşmanca bir şekilde
yapmıştı.
Kadının boşboş bakan gözlerini ve gülümsemeyen ağzını yine
düşündü ve ondan sonra bunların hiçbiri onu şaşırtmadı.
Ürpertiyle bir nefes sonra bir nefes daha aldı. Çenesini
yukarı kaldırdı böylece aşağı bakmak aklını çelmeyecekti.
Buradaki küreler yavaşlamak zorundaydı. İleri gitmek
için üzerlerinden geçmek zorundaydı. Sırayla her birini kucakladı, karnına
çekti sonra baldırlarının arasına alıp iterek, arkadan gelenlerin olduğu yere
sürükledi. Arkadaki su dolu kürelerden çıkan tok su sesleri onu sakinleştirdi.
Yine de bu yeni bulduğu arkadaşa ve bu şeyi icat eden
Mühendisin çılgın aklına bir kez daha lanet okudu. Ama sözünden dönemezdi, eğer
yapamaza hafızası sürekli dırdırlanarak onu rahatsız eder rahat bırakmazdı,
gördüğü gibi başka seçeneği yoktu.
Omuzları çenesine kadar kalkık, sımsıkı tutunup, kendini
nefes almaya zorladı, ona doğru sürüklenen kuvveti görmemek için gözlerini
kıstı. Kollarındaki titremeyi durdurmaya ve bacaklarındaki ağrıyı gidermeye
odaklandı, her ikisini de görmezden gelmek istiyordu.
Ancak o zaman peşinde olduğu ava yani zamanı ayarlayan
gezegene odaklanmak için ileriye bakabildi. Ve işte oradaydı, bir kaide
üzerinde duruyordu, üstten ve alttan ışıklandırılmıştı ve düzgün, mekanik bir
biçimde dönüyordu.
Işıklar sayesinde sanki yüzer gibi görünüyordu, yavaşça
dönüyordu, şimdiden güzel toz pembe bir günden, boğucu, kasvetli bir güne
geçmekteydi. Bunu diktiğini hatırlamıyordu. Kendi makinasından çıkmışa
benzemediği gibi, kumaşı da eline almamıştı. Ama yine de, buradaydı. John
Avery'nin güzel dediği gündeydi.
Yavaş fakat emin bir şekilde, yolun arasından geçerek, ileri
doğru emekledi, bir küreyi geçti, bir taneyi daha, parıldayan avına doğru
yaklaştı.
Son bir küre daha ve nihayet varmıştı. Şimdi yapacağı tek
şey onu durdurmaktı. Bunu yapması için mekanizmasına bir şey sıkıştırmak
zorundaydı. Böylece John Avery'ye gereken zamanı verecekti.
Terzi yolun üzerinde, ayaklarının iki yanı boşluk
olmak üzere ayağa kaktı. Dizi titredi az kalsın düşüyordu ve dengesini bulmak
için kollarını iki yana açtı.
Dengesini sağladı ve bir iç çekiş için çok tutkulu sayılacak
nefes aldı.
Şu anda küre yavaş yavaş geceye giriyordu. Birazdan
bağlarını kopartıp, kullanılmış ve parlak gün ışığından giysisi solmuş diğer
gündüzlerin yanına gitmek üzere yola çıkacaktı. Birazdan, birazdan gün bitecek
ve Terzi sözünü tutamamış olacaktı. Bunca yoldan gelmiş, bunca yükseğe
tırmanmış ve tehlikeli bir biçimde gri ufuklardan başka hiçbir yere çıkmayan
sarp uçurumun ucunda duruyordu.
Ceplerinde makineyi tamir etmek için her çeşit alet, edevat
vardı. Ama cepleri odasında yere bıraktığı cübbesindeydi.
Bir an durup küfretti.
Sonra kürenin üzerine yaslandı ve onu ayıran minik bir
mekanik bir kilit buldu ve binlerce yıldır dikiş dikmekten dolayı ölçüp, biçmeye
çok alışık baş parmağını o kilide bastırdı.
Yanlış noktaya bastırdığını farkettiğinde az kalsın çok geç
kalıyordu. Elinin dışında bir mandal açıldı ve kapanmasını önlemek için hızla
hareket etmek zorunda kaldı. Küre yerinden oynamak üzere bir gıcırtı duyuldu ve
tüm dünya altüst olacakmış gibi sarsıldı.
Ama durdu, Terzinin güçlü parmağıyla mandal tıklayarak
kapandı. Küre durdu ve adamın arkasındaki küreler vazifeşinas şekilde
beklediler, öndeki küreler ise olanlaran habersiz zıplamaya devam ettiler.
Adam küre bir tam dönüş yapana kadar bekledi. Sonra bir tane
daha, bir tane daha. Yüzünü ışıklardan korumak için çevirdi. (ışıklar azalmıştı
ama tam sönmemişti, geceyi haber veriyordu) Güçlü eliyle ışıkları ve kaideyi
birlikte tutan yere sımsıkı tutunmuştu.
Kumaş solmaya başladı.
Önce yavaşça sonra güneşin doğmayı veya batmayı reddettiği
bir gün gibi örtü yavaş yavaş soldu dünyanın üzerini sanki bir sis kapladı. Onu
bırakmalıydı, az sonra bırakması gerekiyordu. Biraz daha, birazcık.
Kahverengi yanık bölgeler ortaya çıktı, kumaş küle
dönüyordu. O sırada parmağı mandalın ağırlığından o kadar hissizleşmişti ki,
hala tuttuğundan bile emin değildi. Ve sonunda bir tıklamayla küre süzülüp
gitti.
Bir anlığına, hiçbir küre kaidenin üzerine oturmadı.
Terzi kendisini kaidenin üzerine çekmek zorunda kaldı,
dizleri ve kollarında derman kalmamıştı, rayın üzerinde miydi, değil miydi
bilmiyordu ve düşeceğinden emindi. Yoldan çekilerek sıradaki kürenin yerini
almasını sağladı.
Sıradaki küre kaidenin üzerine oturdu, mandallar ve kollar
onun düzgün durması için mükemmel bir şekilde işliyordu.
Terzinin nefes alacak bile hali kalmamıştı. Kendini yola
sarkıttı, titreyen elini uzatıp, şaşkın biçimde çömeldi. İçinden John Avery ile
kızı için bu kadarının yeterli olmasını umdu, mutlaka yeterli olmuştu.
Düşüncelerine öyle dalmıştı ki, başta elini yoldan
kaydırdığının farkına varmadı, her gün o çok güvendiği eli, kendi eli, takdiri
ilahiymiş gibi yolu bırakmıştı, yavaşa yakın bir hızla düştü ve düşerken
vücudunu da birlikte götürdü.
Dirseğinin iç tarafı ve çenesi yolu sıyırdı ama bu tutunması
için yeterli değildi.
Ve artık düşüyordu.
Önce başı, sonra bükülmüş vücudu anlaşılmaz bir zerafetle
griliklere doğru düşüyordu.
Düştü
Düştü
Ve düştü.
Hiçbir şey onu tutmadı, yakalamadı. Uçurumun altındaki
boşluğa düştü. Sonra taş ve toprağa dönüşecek olan gri boşluğa doğru düştü.
Düştü ve sert toprağa çarptı.
Öldü.
Çarpmayla paramparça olmuş bedeninin üzerinden Terzinin ruhu
bir çiçek gibi açıp, balon, köpük gibi yukarı yükseldi.
Vaktiyle oturduğu yerin penceresinin önünden geçerken onu
gören sadece tek görgü tanığı vardı. Hayır, çıraklar değil, onlar hala Terzinin
odasında dikiş dikiyorlardı.
Onu gören pencereye yaslanmış, şaşkınlıkla, kısa,bodur
parmaklarıyla Terzinin ruhunun köpüklerine ulaşmaya çalışan Mühendisti. Ruhunun
teninde bıraktığı düzgün yapışkanlığı parmağıyla ovdu. Kaşlarını kaldırıp,
başka hangi gücün terzisini uzaklara götürdüğünü merak etti, hem nereye
götürmüştü? Bir mühendisten başka hangi güç oralara gidebilirdi?
Terzinin ruhu mühendisin erişemeyeceği kadar yükseldi, başta
belirsizce sonra hızla gri gökyüzüne doğru gitti. Kadın, sadece öyle durarak,
kaybettiği adamına kulak verdi.
Mühendis bu tuhaf yerin diğer sakinlerinde daha insancıl
görünüyordu. Eğen boş, hesaplı bakan gözleri ve sürekli sarkık dudağı
olmasaydı, bir çocukla -Kaç yaşında? Yedi veya sekiz yaşındaki bir çocukla
karıştırılabilirdi. Ama binlerce yıldan beri gözlemlemiş bir aklın çelik gibi
hesaplamasıyla hareket etti.
Kadın hesap etti, bir Terzisini daha kaybetmişti. hem de en
iyisini. Bir yokoluş daha, vaktiyle inşa etmek zorunda kaldığına inandığı
dünyada kalan tek esrarengiz şeye bir örnek daha. Bu onu çılgına çevirdi ama
çılgınlık, tüm duygular gibi entellektüel bir sonuç değildi. Başkaları duygulardan
ne fayda sağlıyor hiç karar veremiyordu.
Terziden geriye sadece uzakta gökyüzünde bir parlaklık
kalmıştı. Mühendis pencereyi kapatarak bu görüntüyü kapattı. Sırtını taş duvara
yaslayarak oturdu, bir kumaş ve beyaz bir terzi tebeşiri aldı. Tavanın köşesine
düşünceli düşünceli baktı.
Sonra kumaşı dizlerine koyarak şöyle yazdı:
"Terzi........"
Kargacık burgacık, çocuk yazısıyla
Kalemin ucunu yaladı, dudağını dişledi ve düşündü.
Parmaklarıyla dizlerine vurdu ve devam etti:
".... yusufçukların, çamurların ve bisikletin
için plastik çıngırakların ve daha fazlasının olmasını umuyor"
Ve daha fazlası.
Sonra kumaş ve tebeşir fısıltılar ve söylentilerle seyahat
edemeyeceği için, notu avucunda buruşturdu. John Avery ve tanışmadığı kız
Bella'ya ulaşılacaksa, geleneksel yollarla - sessiz sözcükler ve satır
aralarındaki kelimelerle ulaşılacaktı.
Mühendis, arkasındaki duvarın düzgünlüğünü hissetmek için
duvara yaslandı ve aylak aylak hangi yerleri ziyaret edebilirdim diye düşündü.
Eğer fısıltılar ve söylentilerle seyahat edebilseydi, dilekleri yerine
getirip, lanetleri sağlasaydı, sessizliğin üzerinden geçip, mavi renkli gökleri
aşabilseydi. Daha daha neler var ve neler olabilir diye merak etti.