Savaşın gongu çalmış, aktörler sahnede yerlerini almıştır.
Roller ana hatlarıyla bellidir ama tam yazılmamıştır; öylesine doğaçlama
gidecektir. Çünkü her aktör, starından mızrak tutucusuna kadar bu oyunda rol
çalmak, son tiradı kendi söylemek ister. Perde, tüm dünyanın gözleri önünde 1
Eylül 1939'da Polonya Radyo ıstasyonu'nda açılır.
Bir Alman top mermisi, Szpilman'ın -hani şu Polanski'nin "Piyanist"i- piyanosundan yükselen Chopin melodilerini susturur. Aynı oyun farklı mekânlarda sahnelenmeye başlar. İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.
Oysa o yıl diğerlerinden çok da farklı değildir. Kapalı kapılar ardında söylenenlerin dışında kalan sıradan insanlar için hayat devam eder... Sıradan olmayanlar, ya savaşı fazla umursamaz ya da çoktan sürgün oldukları bir dünyada yerlerini almıştır...
30 Mart'ta Bertolt Brecht son oyunu Galileo Galilei için Danimarka'da atom fizikçisi Niels Bohr'dan bilgiler alır. Jorge Semprún, daha on beş yaşındadır. 82 yaşındaki Freud, Yahudi olduğu için tehdit edildiğinden ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Thomas Mann, Hitler rejimiyle sürgün olduğu Amerika'dan mücadeleye devam etmektedir...
1939 Yazı'nda Biermann, sizi elinizden tutup savaşa giden yolda bir yürüyüşe çıkarıyor. Kurşun kâh omzunuzu sıyırıyor kâh delip geçiyor... Savaşa suskun kalanlara kızıyor, karşı duranları selamlıyor, acıları paylaşıyor, savaşı içinizde hissediyorsunuz.
Bir Alman top mermisi, Szpilman'ın -hani şu Polanski'nin "Piyanist"i- piyanosundan yükselen Chopin melodilerini susturur. Aynı oyun farklı mekânlarda sahnelenmeye başlar. İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.
Oysa o yıl diğerlerinden çok da farklı değildir. Kapalı kapılar ardında söylenenlerin dışında kalan sıradan insanlar için hayat devam eder... Sıradan olmayanlar, ya savaşı fazla umursamaz ya da çoktan sürgün oldukları bir dünyada yerlerini almıştır...
30 Mart'ta Bertolt Brecht son oyunu Galileo Galilei için Danimarka'da atom fizikçisi Niels Bohr'dan bilgiler alır. Jorge Semprún, daha on beş yaşındadır. 82 yaşındaki Freud, Yahudi olduğu için tehdit edildiğinden ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Thomas Mann, Hitler rejimiyle sürgün olduğu Amerika'dan mücadeleye devam etmektedir...
1939 Yazı'nda Biermann, sizi elinizden tutup savaşa giden yolda bir yürüyüşe çıkarıyor. Kurşun kâh omzunuzu sıyırıyor kâh delip geçiyor... Savaşa suskun kalanlara kızıyor, karşı duranları selamlıyor, acıları paylaşıyor, savaşı içinizde hissediyorsunuz.
1939 Yazı, bize insanlık panoramasından bir bölüm sunuyor.
Kitap bizi bir sayfadaki Hitler’li, Goebbels’li, Stalin’li, Churchill’li,
Dr.Brandt’lı güçlü ama acımasız takim ile hemen karşı sayfadaki Camus, Georg
Elser, Hosenfeld, Gustav Schröder, Max Schemeling, Agust Dickmann gibi
insanlığın kahraman ve onurlu evlatlarının olduğu takım arasında seçim
yapmamıza zorluyor. Çünkü bu maç yeryüzünde başka isimler ile sürer ve asla
bitmez.
1939 yazı... "Şeytan İksiri" ve Max′ın yumruğu, Brandt′ın iğnesi ve Elser′in yüreği
*
Dünya, savaşı gözü kapalı bekledi,
Savaş, geliyorum dedi ve geldi...
Can Yayınları’ndan bu ay çıkan ‘1939 Yazı’ adlı eserin
yazarı Werner Biermann, aslında hem yazar hem de film yapımcısı. Çoğu tarihî
konularla ilgili olmak üzere elliye yakın belgesel filme imza atmış olan
Biermann’ın çalışmaları bugüne dek pek çok ödüle değer görülmüş.
Kitabı Türkçeye kazandıran, ortaöğrenimini İstanbul Alman
Lisesi’nde tamamladıktan sonra, kimya mühendisliği ve işletme eğitimi görmüş,
bugün özel bir ilaç şirketinde yönetici olarak çalışan Ayşe Sarısayın, Behçet
Necatigil’in kızı. Babasına ilişkin anılarının yer aldığı Çok Şey Yarım Hâlâ
adlı kitabı, 2001 yılında (YKY) yayımlandıktan sonra Denizler Dört Duvar (Can
Yayınları, 2003) adlı ilk öykü kitabıyla 2004 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan,
Yorgun Anılar Zamanı (Can Yayınları) ile 2005 Sait Faik Hikâye Armağanı’na
değer görülen Ayşe Sarısayın.
1939 Yazı aslında bir günce. 10 Mart 1939 Cuma günü başlayan
serüven, 11 Kasım 1939’da son buluyor. Okuru kitabın girişinde John Donne’un
dizeleri karşılıyor:
“No man is an island / entire of itself; every man is a
piece of the continent, / a part of the main...”
“Hiç kimse bir ada değildir, kendi başına; herkes bir
parçasıdır anakaranın, asıl olanın bir parçası.”
Beş bölümden oluşuyor ‘1939 Yazı’: “Martın on beşi”, “Şeytan
iksiri”, “Mayıs uzaklarda”, “Sinir savaşı”, “Marş müziği”, “C’est la guerre”...
Eserin kahramanları arasında çok tanıdık, bildik kişiler
var. Her biri 1939 Yazı’nda gündelik yaşantılarında...
Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Emil Hácha, Slovak Başbakanı
Jozef Tiso, 1933’te iktidara gelmiş olan Adolf Hitler, sekreteri Bakan Joseph
Goebbels, SS Yüzbaşı Adolf Eichmann, Reinhard Heydrich, Göring, Ribbentrop,
Keitel, İosif V. Stalin, yeryüzündeki tüm Katoliklerin başkanı XII. Pius,
Joseph P. Kennedy, Juan Negrín, ABD Başkanı Roosevelt, Joe ve Jack Kennedy,
Kraliçe Mary, Prenses Elizabeth, Winston Churchill, Francisco Franco,
Mussolini, Fyodor Daniloviç Toropçenko, Bertolt Brecht, Thomas Mann ve karısı
Katia, Coco Chanel, Sigmund Freud, pasifist fizikçi Albert Einstein, Varşova’da
piyanist Vładisłav Szpilman, Kafka’nın arkadaşı Max Brod, Albert Camus, Joseph
Roth, Stefan Zweig, Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Adolf Ziegler, Otto
Dix, Klaus Mann, Ernst Bloch, Max Horkheimer, Ernst Toller, Lovis Corinth,
Ernst Barlach, Oskar Kokoschka, Paula Modersohn-Becker, Leipzig Sağlık
Müdürlüğü’nde görevli Doktor Horst Schumann, fizikçi Otto Hahn, buğulu sesli
Zarah Leander, Marlen Dietrich, Berlin-Kreuzberg’de işsiz mühendis André
Hoevel, Sachsenhausen Toplama Kampı’ndaki mahkûm Bernhard Wicki ve daha
niceleri...
Kitabın ilk sayfasından son sayfasına gündelik hayatın
sıradanlığı içinde bir crescendo yaşanıyor ve arkasından forte, fortissimo!
Irkçılık, faşizm, Nazizm ve arkasından savaş!
Gündelik hayatın sıradanlığı içerisinde yaklaşıyor savaş,
adım adım... O günlerde dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanlar adım adım
korkunç bir savaşın içine sürükleniyorlar, kimileri hiç bilmeden, kimileri az
bilerek, kimileri de çok bilinçli... Tarihin en korkunç savaşına, İkinci Dünya
Savaşı’na...
‘1939 Yazı’ kötülüğün sıradanlığının altını çizerken çok
tanınmış kişilerin de gündelik yaşamlarından günbegün kesitler vererek
okuyucuda merak uyandırıyor; savaşa giden yolda onlara eşlik ediyor...
Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Çağlıyor’la,
‘1939 Yazı’nın Türkiye’deki yayın serüvenini konuştuk.
Zeynep Hanım, ‘1939 Yazı’nın bugüne dek yazılmış İkinci
Dünya Savaşı konulu eserlerden farkı nedir?
Üzerinde yüzlerce kitap yazılan, film çekilen İkinci Dünya
Savaşı konulu bir eserin tekrarlara gitmeden, farklı bir açı yakaladığını
görünce, ‘1939 Yazı’nı yayın programına aldık. Burada savaşın etki alanının
sanıldığından da geniş olduğunu, ancak savaş yaklaşırken çok tanıdık kişilerin
kimilerinin sürgünde de olsalar, kendilerini savaşın içinde de bulsalar,
mücadeleyi bırakmadıklarını, kimilerinin ise tam tersine sessiz kaldıklarını
görüyoruz.
Savaşın sesi önce kulaktan kulağa yayılmaya başlıyor; sonra
ses yükselmeye başlıyor ama nedense kimse duymuyor ya da duymak istemiyor.
Bu da ürkütücü bir durum. Dünyanın en büyük savaşı adım adım
ilerleyerek geliyor. Bunun fark edilmemesi mümkün değil. Savaş insanoğlunu,
devletleri bu kadar kolay ve çabuk ele geçirebiliyorsa, bu, her zaman tekrar
edilebilir bir durumdur. Büyük bir tehlike! İnsanlık bu savaşa gerektiği gibi
tepki vermemiş. Oysa savaş bağıra bağıra geliyor. Herkes aynı çorbanın içinde
pişiyor. Savaşa karşı gelebilecek, yönünü değiştirebilecek olanların kimi
sessiz kalmış, kiminin sesine kulaklar tıkanmış. Aydınların, Yahudilerin
uyarılarına hiç itibar edilmemiş. Hiç kimse Hitler’in başlattığı saçma bir
girişimin, bu kadar saçma değerlere dayanan bir görüşün gerçeğe
dönüşebileceğine ihtimal vermemiş; sonuçta dünyayı bu felaketten koruyabilecek
olanlar basiretsiz davranmış, mücadele edenler görmezlikten gelinmiş.
Dünya bu gerçeği ne zaman görüyor?
Gittikçe büyüyen çıban patlayıp irinlerini etrafa saçmaya
başlayınca ne yazık ki. O patlama noktasına gelişi çok güzel ifade eden,
yeniden yaratan bir kitap ‘1939 Yazı’.
Çok çarpıcı gerçekler var kitapta. Örneğin Alman sinema
sektöründe binlerce Yahudi ya da savaş karşıtı ülke dışına
kaçmış.
Evet. Yaklaşık dört bin Yahudi oyuncu, rejisör, kameraman…
Sinemanın en iyileri var aralarında. Marlene Dietrich gibi. Bir de Nazi
iktidarına karşı “kendine sakladığı” şüpheleri olsa da Almanya’yı terk
etmeyenler var. Oyuncu yönetmen Eugen Burg’un kızı Hansi’yle birlikte yaşayan
Hans Albers var. O Almanya’yı terk etmiyor, ama Hansi Burg’la birlikte yaşadığı
için ari ırkı ‘kirletmiş’ durumda. Ülkede o dönemde öyle bir ortam var ki,
Yahudiler, Reich Sinema Meslek Kuruluşu’na üye olamıyor; üye olmayanlar da
çalışma izni alamıyor. Çekip gitmek, kariyerinin sonu anlamına geliyor.
Yabancı dil bilmeyen Albers, Carl Zuckmayer’in dediği gibi, sarışın bir Nazi
figüranı olarak Hollywood’da günlüğü on dolara kıt kanaat yaşamak zorunda
kalıyor. Yaşamlara darbe vuruluyor. Albers, 1935 yılı Ekim ayında
Goebbels’e yazdığı özel bir mektupta, hayat arkadaşından resmen ayrıldığını
açıklıyor. Hansi, bir İsveçliyle formalite evliliği yapıyor ama Albers’le
yaşamaya devam ediyor.
İnsanların kişiliğini yok eden bir baskı bu.
İşte kitapta bu baskıyı içinizde hissediyorsunuz. Albers
gibi dayanamayanlar, Nazi propaganda filmlerinin aranılan yıldızı oluyor. Eugen
Burg gibi toplama kamplarında hayatını kaybedenler ya da sürgünde yaşamak
zorunda bırakılanlar var.
Nasyonal sosyalistlerin hedefi her şekilde Yahudilerden
“kurtulmak”.
Sadece kurtulmak değil, onların Almanya dışında, dünyada var
olmalarını da engellemek. Yok etmek. Eichmann, raporunda “Amacımız Yahudi
sermayesini yurtdışına aktarmak değil’’ diyor. “Reich’ın ve Almanların
çıkarları açısından bağımsız bir Yahudi devletinin oluşumunu
engellemek zorunlu”.
Kitapta, Coco Chanel’in hazırladığı son defileyi okurken yok
olan bir Berlin modasını da
öğreniyoruz.
O dönemde Berlin, moda dünyasının kalbi. 1933 yılında
Yahudilere ait 176 kadın giyim firması varken, bir tane bile kalmıyor.
Sahipleri Yahudi olan bu işyerleri ya tasfiye ediliyor ya da devlet tarafından
kamulaştırılarak “arileştiriliyor”.
Kişisel dramlar da anlatılıyor ‘1939 Yazı’nda.
Evet. İnsanın içine işleyen cümleler var. 1933’te kitapları
yakıldığında bile ülkesini terk etmeyen Sigmund Freud, Avusturya’nın Büyük
Alman Reich’ına ilhakından sonra tüm Yahudiler gibi tehdit edilince, ardında üç
yaşlı kız kardeş bırakarak seksen iki yaşında Paris’e kaçmak zorunda kalıyor;
üstelik o da Einstein gibi pasifist. Kitapta Freud’la ilgili bir bölümde,
insanı savaşın dışına çıkaran bir sahne var: “İltihaplanan yarasından öylesine
kötü bir koku yayılıyor ki, dünyaları önüne serse de köpeğini yanına gelmesi
için ikna edemediğini dehşet içinde fark ediyor.”
Çok dramatik. Bu arada kız kardeşlerini yanına getirtmeyi
başaramıyor değil mi?
Hayır, zaten Freud kız kardeşlerinden önce ölüyor. Adolfine,
Theresienstadt Kampı’nda açlıktan ölüyor; diğer üç kardeşi ise 1942’de
Auschwitz’de öldürülüyor.
Bir de Yahudi sanılma korkusu var kitapta…
Evet. Bu nasıl bir baskıdır ki, insanların dengelerini
bozmuş, değer yargılarını yok etmiş. İsveçli şarkıcı-oyuncu Zarah Leander
örneğin... Asıl adı Sara olmasına rağmen, bu ad Almanya’da sadece Yahudi
kadınlara özgü olduğundan, adını her ihtimale karşı Zarah olarak değiştiriyor.
Kitap savaşı anlatırken sizi o dönemde dünyada ne olup
bittiğinden de haberdar ediyor. Bir spor karşılaşması da var, Frank Sinatra’nın
o sıralarda doldurduğu bir plak da…
Tabii tüm bu detayların dışında ciddi bir Yahudi avı var.
Almanya’da Yahudileri dış görünüşünden anlamak pek mümkün değil ama örneğin
Polonya’da şakaklarında bukleleri, gür sakalları ve yere kadar uzanan siyah
giysileri olan dindar Yahudilerle karşılaşıyorlar. Kısa sürede de onları aşağılamanın
en etkili yolun onların sakallarını kesmek olduğunu keşfediyorlar. Bir
Yahudi’nin uzun sakalı yanan bir gazeteyle tutuşturulduğunda büyük bir şamata
kopuyor. Bu sahnelere Yahudi olmayan Polonyalılar da alkış tutuyor.
Nazilere alkış tutanlar, sessiz kalanlar olmasaydı dünya
böyle bir soykırımı hiç yaşamayacaktı. Bu insanlık suçu, tarihin hiç
kapatılamayan sayfalarında yer almayacaktı.
Evet, ne yazık ki savaşların suçu sadece savaşanlarda değil,
buna seyirci kalanlarda da…
‘1939 Yazı’ da bunun altını çiziyor.
Süzet M. SİDİ