"İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan
hoşlanıyorlar, mütevazı ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey
anlatırsanız sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin
hakkınızda bir şeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendikleri şeyler olgular,
–duygular değil; herhangi bir şey hakkında ne düşündüğünüzü, başınıza
gelenlerin ve verdiğiniz kararların sizi nasıl siz yaptığını bilmiyorlar.
Onların yaptıkları şey kendi duyguları, düşünceleri ve tahminleriyle boşlukları
doldurmak, sizinle çok az ilgisi olan yepyeni bir yaşam yaratmak, böylece artık
güvendesiniz."
Trond 67 yaşında kenti arkasında bırakıp Norveç ormanlarında inzivaya çekilir. Taşra hayatı güzeldir ama daha on beş yaşındayken hayatını alt üst eden olaylar tesadüf eseri yeniden zihnine hücum eder. Artık sandıktaki sırların bir bir ortaya dökülme vakti gelmiştir.
At Çalmaya Gidiyoruz, çok güzel ve etkileyici bir roman. Çevrildiği bütün dillerde de çok beğenildi ve iyi eleştiriler aldı. New York Times gazetesinin yıl sonlarında yaptığı, ABD'de yayımlanan yılın en iyi edebiyat yapıtları listesinde, 2007 yılında ilk sıradaydı.
Trond 67 yaşında kenti arkasında bırakıp Norveç ormanlarında inzivaya çekilir. Taşra hayatı güzeldir ama daha on beş yaşındayken hayatını alt üst eden olaylar tesadüf eseri yeniden zihnine hücum eder. Artık sandıktaki sırların bir bir ortaya dökülme vakti gelmiştir.
At Çalmaya Gidiyoruz, çok güzel ve etkileyici bir roman. Çevrildiği bütün dillerde de çok beğenildi ve iyi eleştiriler aldı. New York Times gazetesinin yıl sonlarında yaptığı, ABD'de yayımlanan yılın en iyi edebiyat yapıtları listesinde, 2007 yılında ilk sıradaydı.
*
Babam ve ben iki hafta önce Oslo'dan trene binmiştik, sonra
Elverum'da trenden inip saatlerce otobüs yolculuğu yaparak buraya gelmiştik.
Otobüs benim hiç anlamadığım bir düzene göre mola veriyordu, ama en azından sık
sık durduğunu biliyordum, kimi zamanlar sıcak koltukta, güneşin altında pişerek
uyuyordum, yeniden uyanıp camdan dışarı baktığımda bir milim bile ilerlememişiz
gibi görünüyordu, çünkü manzara ben uyumadan öncekinin aynısıydı: iki yandaki
tarlalar arasından kıvrılarak uzanan çakıllı bir yol; beyaz boyalı ahırları,
kırmızı boyalı samanlıklarıyla irili ufaklı çiftlik evleri; yola kadar inen
dikenli tellerin arkasındaki otların üzerine uzanmış, güneşin altında gözlerini
kısarak geviş getiren, neredeyse hepsi kahverengi, birkaç tanesi de beyaz
üzerine kahverengi ya da siyah benekli inekler; çiftliklerin arkasında orman ve
hiç değişmediğinden emin olduğum bir yamacın üzerindeki maviliğin içinde
bulutlar.
Bu yolculuk hemen hemen bütün gün sürdü, ama en tuhaf yanı hiç canımın sıkılmamasıydı. Gözkapaklarım ısınıp ağırlaşana kadar camdan dışarıyı seyretmek hoşuma gidiyordu, uykuya dalıyor, yeniden uyanıyor, belki bin birinci kez camdan dışarıyı seyrediyordum ya da arkamı dönüp bütün yolculuk boyunca teknikle, ev yapımıyla, makinalarla ya da motorlarla ilgili bir kitaba burnunu gömüp oturan babama bakıyordum, bu tür şeylere müthiş bir düşkünlüğü vardı. Ben baktığımda kafasını kaldırıp bana bakıyor, başını sallayarak gülümsüyordu, ben de ona gülümsüyordum, sonra yeniden kitabına gömülüyordu. Sonra bir kez daha uykuya dalıp sıcak, yumuşak şeylere dair rüyalar görüyordum; son kez uyandığımda babam omzumu sarsıyordu.
"Selam şef," dediğinde gözlerimi açıp çevreme bakındım. Otobüs durmuş, motoru susmuştu, dükkânın önündeki büyük huş ağacının gölgesindeydik. Irmağın üzerindeki köprüye giden yolu, tam orada daralıp köpürerek akan ırmağı ve ağaçların tepesinde parlayan alçalmış güneşi gördüm. Şimdi son kez dışarı çıkacaktık. Burası son duraktı. Daha öteye gitmek olanaksızdı, geri kalanını yürümek zorundaydık, beni Norveç'te gidilebilecek en uzak yere kadar getirmiş olmanın tam babama göre bir davranış olduğunu düşündüm; niçin özellikle buraya geldiğimiz konusunda hiçbir şey sormadım, çünkü sanki beni bir sınava sokmuş gibiydi ve benim de buna hiç itirazım yoktu. Babama güveniyordum.
Otobüsün arkasındaki bagajdan torbalarımızı ve aletlerimizi aldık, köprüye doğru yürümeye başladık. Köprünün tam ortasında durup aşağıda hızla akan yeşilimtrak suları seyrettik, olta kamışlarını sımsıkı tutup yeni yapılmış tahta korkuluğa vurduk, ırmağa tükürdük ve babam seslendi:
"Sen bekle bakalım Jakob!"
Bütün balıklara Jakob derdi; ister evimizde, tuzlu Oslo fiyordunda olsun, ister burada, İsveç sınırını geçip bir yarım daire çizerek bu köyün içinden geçtikten sonra birkaç mil güneyde İsveç'e geri dönen ırmağın başında olsun, korkuluktan yarı beline kadar sarkar, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle yumruğunu derinlere doğru sallayarak, "Sen bekle bakalım Jakob, şimdi gelip seni yakalayacağız," derdi. Bir yıl önce köpürerek akan sulara gözlerini dikip baktığımı, suyun gerçekten İsveçli olduğunu, sınırın bu yanında yalnızca geçici olarak bulunduğunu görmenin, anlamanın ya da tatmanın bir yolu olup olmadığını merak ettiğimi hatırlıyordum. Ama ben o zamanlar çok daha küçüktüm, dünyayı çok az tanıyordum, zaten yalnızca öylesine bir düşünceydi bu. Babam ve ben köprüde durmuş birbirimize bakarak gülümsüyorduk ve en azından ben beklenti hissinin göğsüme yayıldığını duyumsuyordum.
"Nasıl gidiyor?" diye sormuştu.
"İyi," derken elimde olmadan gülmüştüm.
(…)
Bu yolculuk hemen hemen bütün gün sürdü, ama en tuhaf yanı hiç canımın sıkılmamasıydı. Gözkapaklarım ısınıp ağırlaşana kadar camdan dışarıyı seyretmek hoşuma gidiyordu, uykuya dalıyor, yeniden uyanıyor, belki bin birinci kez camdan dışarıyı seyrediyordum ya da arkamı dönüp bütün yolculuk boyunca teknikle, ev yapımıyla, makinalarla ya da motorlarla ilgili bir kitaba burnunu gömüp oturan babama bakıyordum, bu tür şeylere müthiş bir düşkünlüğü vardı. Ben baktığımda kafasını kaldırıp bana bakıyor, başını sallayarak gülümsüyordu, ben de ona gülümsüyordum, sonra yeniden kitabına gömülüyordu. Sonra bir kez daha uykuya dalıp sıcak, yumuşak şeylere dair rüyalar görüyordum; son kez uyandığımda babam omzumu sarsıyordu.
"Selam şef," dediğinde gözlerimi açıp çevreme bakındım. Otobüs durmuş, motoru susmuştu, dükkânın önündeki büyük huş ağacının gölgesindeydik. Irmağın üzerindeki köprüye giden yolu, tam orada daralıp köpürerek akan ırmağı ve ağaçların tepesinde parlayan alçalmış güneşi gördüm. Şimdi son kez dışarı çıkacaktık. Burası son duraktı. Daha öteye gitmek olanaksızdı, geri kalanını yürümek zorundaydık, beni Norveç'te gidilebilecek en uzak yere kadar getirmiş olmanın tam babama göre bir davranış olduğunu düşündüm; niçin özellikle buraya geldiğimiz konusunda hiçbir şey sormadım, çünkü sanki beni bir sınava sokmuş gibiydi ve benim de buna hiç itirazım yoktu. Babama güveniyordum.
Otobüsün arkasındaki bagajdan torbalarımızı ve aletlerimizi aldık, köprüye doğru yürümeye başladık. Köprünün tam ortasında durup aşağıda hızla akan yeşilimtrak suları seyrettik, olta kamışlarını sımsıkı tutup yeni yapılmış tahta korkuluğa vurduk, ırmağa tükürdük ve babam seslendi:
"Sen bekle bakalım Jakob!"
Bütün balıklara Jakob derdi; ister evimizde, tuzlu Oslo fiyordunda olsun, ister burada, İsveç sınırını geçip bir yarım daire çizerek bu köyün içinden geçtikten sonra birkaç mil güneyde İsveç'e geri dönen ırmağın başında olsun, korkuluktan yarı beline kadar sarkar, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle yumruğunu derinlere doğru sallayarak, "Sen bekle bakalım Jakob, şimdi gelip seni yakalayacağız," derdi. Bir yıl önce köpürerek akan sulara gözlerini dikip baktığımı, suyun gerçekten İsveçli olduğunu, sınırın bu yanında yalnızca geçici olarak bulunduğunu görmenin, anlamanın ya da tatmanın bir yolu olup olmadığını merak ettiğimi hatırlıyordum. Ama ben o zamanlar çok daha küçüktüm, dünyayı çok az tanıyordum, zaten yalnızca öylesine bir düşünceydi bu. Babam ve ben köprüde durmuş birbirimize bakarak gülümsüyorduk ve en azından ben beklenti hissinin göğsüme yayıldığını duyumsuyordum.
"Nasıl gidiyor?" diye sormuştu.
"İyi," derken elimde olmadan gülmüştüm.
(…)
*
Aysel Sağır, "Savaş hakkında konuşulmazsa...", Radikal
Kitap Eki, 11 Nisan 2008
Norveçli yazar Per Petterson'ın kendi ülkesinin kültürel, sosyal tarihinden ve İkinci Dünya Savaşı'ndan izler taşıyan At Çalmaya Gidiyoruz, 'yitirilmiş cennete' yakılan bir ağıta benziyor. Çocuk aklıyla çözülemeyen sırların gömüldükleri zihnin derinliklerinden epey zaman sonra sahipleriyle yüzleşmesi temasını da içeren kitap, okuyucunun sezgi gücüne hitap etmiş daha çok. Zira, geçmişte kalmış olayların sisli görünümünü altında yatan gerçekleri çok açık etmeyip, onlarla ilgili ipuçları vermiş yazar.
Artık altmış yedi yaşında olan Trond, geçmişini ardında bırakıp, Norveç ormanlarında bir kulübede köpeği Lyra'yla birlikte yaşamayı tercih etmiştir. Yaşamayı seçtiği ormanda elli yıl önce babasıyla bir süreliğine birlikte olduğu çiftlik yaşamı arasında gidip gelen Trond'un tercih ettiği yaşam şekli, ilk gençlik döneminin en mutlu kesitiyle yeniden buluşmak, o dönemde yaşadıklarını gözden geçirmek için gibidir adeta. Ve öyle de yapar...
Trond'un bırakıp geldiği kentteki yaşamı hakkında hiçbir şey bilmeyiz. Bildiğimiz, yetişkinlik ve olgunluk döneminin kente ait epeyce uzun bir dönemini kapsayan yaşamında iki kez evlendiği, ikinci karısını ise ormana yerleşmeden kısa bir süre önce trafik kazasında yitirdiğidir. Ama Trond'un anlatımlarından yitirme travmasını asıl elli yıl önce yaşadığını anlarız. Babasıyla yaşadığı orman çiftliğinde komşu oldukları ailenin oğlu yaşıtı Jon tarafından bir akşam "hadi at çalmaya gidiyoruz" teklifiyle ayartılıp, maceralı bir oyuna girişen Trond'un, Jon'la yaşadığı deneyimden sonra babası ve çevresiyle ilgili bakışı da değişecektir. Zengin çiftlik sahibi Barkald'ın çifliğine gizlice girip atlarına binen iki kafadar, ormandaki bir ağaca birlikte tırmandıklarında, bir kuş yuvası göreceklerdir. Ancak Jon, kuş yuvasını un ufak edecek ve beraberinde de tavırları değişecektir. Bu olaydan sonra Jon, Trond'la hiç konuşmadan, onu kayıkla ırmağın karşı kıyısındaki kulübesine bırakır.
Ezilen kuş yuvası
Felaketlerse sökün edercesine gelmeye başlar. Jon'un on yaşlarında ikiz erkek kardeşlerinden biri Jon'un açık, ortada bıraktığı tüfekle oynarken diğer ikizini vurur. Bütün yaşananlar Trond'un belleğinde daha sonra çözmek zorunda kalacağı düğümler oluşturacaktır.
Jon'un ezdiği kuş yuvasının ardında Trond'un babasıyla, Jon'un annesinin arasındaki ilişki mi yatmaktadır? Tıpkı Trond gibi biz de olayları birbiriyle bağladığımızda bir kanıya varırız. Ancak, güçlü, çalışkan ve çiftlikte oğluyla yaşamaktan mutlu bir baba portresi görüntüdür sadece. Trond'un babasının arkadaşı Franz sayesinde, babasıyla ilgili gerçeklere biraz yaklaştığına tanık oluruz: "Dönüp baktığımda Franz'ın kolundaki kızıl yıldızı gördüm. Güneşte parlıyor, parmaklarını hareket ettirdiğinde ya da yumruğunu sıktığında bir bayrağın ortasındaki yıldız gibi dalgalanıyordu. Franz sık sık yumruğunu sıkıyordu. Herhalde komünistti. Orman işçilerinin çoğu öyleydi ve babam haklı olduklarını söylemişti. Yalnızca Franz babamın aslında bu yeri ne için kullanacağını biliyordu. İkisi birbirlerini daha önceden tanıyorlardı, ama o gün babam onun merdivenlerini çıkıp kapısını çalarak önceden anlaştıkları o sözleri söyleyene kadar karşılaşmamışlardı. 'Geliyor musun? At çalmaya gidiyoruz.'"
Bir çocuğun olaylara anlam veremeyen zihniyle yetişkin insanın netleşmiş bakışıyla aydınlanan atmosfer oluşur. Sıradan çiftlik yaşamının gerekleri yerine getiriliyor gibi görünmektedir sadece. Zengin çiftlik sahibi Barkald olmak üzere, Jon'un annesini de, Franz da, Almanlara karşı direniş hareketi içerisinde olan kahramanlardır aslında. Ancak, biz bunu yine Trond'un duygularından bağımsız şahit olduğu ve anlam veremediği olayları tekrar ele alışı sayesinde anlarız. "Gözümün önüne getirebiliyorum. Üç kişilik Alman motosikleti karları yeni kürenmiş ana yolda sakin sakin ilerliyor, sonra hiç neden yokken tam da o eve doğru bir dönüş yapıyor, hiç kimse motosikleti sürenin aslında ne istediğini anlayamadı bir türlü...Arkalarındaki tepede motosiklet durmuş, soluk soluğa bir hayvan gibi tıkırdıyordu., makinalı tüfeklerini omuzlarından aldıklarını gören babam seslendi..."
Norveçli yazar Per Petterson'ın kendi ülkesinin kültürel, sosyal tarihinden ve İkinci Dünya Savaşı'ndan izler taşıyan At Çalmaya Gidiyoruz, 'yitirilmiş cennete' yakılan bir ağıta benziyor. Çocuk aklıyla çözülemeyen sırların gömüldükleri zihnin derinliklerinden epey zaman sonra sahipleriyle yüzleşmesi temasını da içeren kitap, okuyucunun sezgi gücüne hitap etmiş daha çok. Zira, geçmişte kalmış olayların sisli görünümünü altında yatan gerçekleri çok açık etmeyip, onlarla ilgili ipuçları vermiş yazar.
Artık altmış yedi yaşında olan Trond, geçmişini ardında bırakıp, Norveç ormanlarında bir kulübede köpeği Lyra'yla birlikte yaşamayı tercih etmiştir. Yaşamayı seçtiği ormanda elli yıl önce babasıyla bir süreliğine birlikte olduğu çiftlik yaşamı arasında gidip gelen Trond'un tercih ettiği yaşam şekli, ilk gençlik döneminin en mutlu kesitiyle yeniden buluşmak, o dönemde yaşadıklarını gözden geçirmek için gibidir adeta. Ve öyle de yapar...
Trond'un bırakıp geldiği kentteki yaşamı hakkında hiçbir şey bilmeyiz. Bildiğimiz, yetişkinlik ve olgunluk döneminin kente ait epeyce uzun bir dönemini kapsayan yaşamında iki kez evlendiği, ikinci karısını ise ormana yerleşmeden kısa bir süre önce trafik kazasında yitirdiğidir. Ama Trond'un anlatımlarından yitirme travmasını asıl elli yıl önce yaşadığını anlarız. Babasıyla yaşadığı orman çiftliğinde komşu oldukları ailenin oğlu yaşıtı Jon tarafından bir akşam "hadi at çalmaya gidiyoruz" teklifiyle ayartılıp, maceralı bir oyuna girişen Trond'un, Jon'la yaşadığı deneyimden sonra babası ve çevresiyle ilgili bakışı da değişecektir. Zengin çiftlik sahibi Barkald'ın çifliğine gizlice girip atlarına binen iki kafadar, ormandaki bir ağaca birlikte tırmandıklarında, bir kuş yuvası göreceklerdir. Ancak Jon, kuş yuvasını un ufak edecek ve beraberinde de tavırları değişecektir. Bu olaydan sonra Jon, Trond'la hiç konuşmadan, onu kayıkla ırmağın karşı kıyısındaki kulübesine bırakır.
Ezilen kuş yuvası
Felaketlerse sökün edercesine gelmeye başlar. Jon'un on yaşlarında ikiz erkek kardeşlerinden biri Jon'un açık, ortada bıraktığı tüfekle oynarken diğer ikizini vurur. Bütün yaşananlar Trond'un belleğinde daha sonra çözmek zorunda kalacağı düğümler oluşturacaktır.
Jon'un ezdiği kuş yuvasının ardında Trond'un babasıyla, Jon'un annesinin arasındaki ilişki mi yatmaktadır? Tıpkı Trond gibi biz de olayları birbiriyle bağladığımızda bir kanıya varırız. Ancak, güçlü, çalışkan ve çiftlikte oğluyla yaşamaktan mutlu bir baba portresi görüntüdür sadece. Trond'un babasının arkadaşı Franz sayesinde, babasıyla ilgili gerçeklere biraz yaklaştığına tanık oluruz: "Dönüp baktığımda Franz'ın kolundaki kızıl yıldızı gördüm. Güneşte parlıyor, parmaklarını hareket ettirdiğinde ya da yumruğunu sıktığında bir bayrağın ortasındaki yıldız gibi dalgalanıyordu. Franz sık sık yumruğunu sıkıyordu. Herhalde komünistti. Orman işçilerinin çoğu öyleydi ve babam haklı olduklarını söylemişti. Yalnızca Franz babamın aslında bu yeri ne için kullanacağını biliyordu. İkisi birbirlerini daha önceden tanıyorlardı, ama o gün babam onun merdivenlerini çıkıp kapısını çalarak önceden anlaştıkları o sözleri söyleyene kadar karşılaşmamışlardı. 'Geliyor musun? At çalmaya gidiyoruz.'"
Bir çocuğun olaylara anlam veremeyen zihniyle yetişkin insanın netleşmiş bakışıyla aydınlanan atmosfer oluşur. Sıradan çiftlik yaşamının gerekleri yerine getiriliyor gibi görünmektedir sadece. Zengin çiftlik sahibi Barkald olmak üzere, Jon'un annesini de, Franz da, Almanlara karşı direniş hareketi içerisinde olan kahramanlardır aslında. Ancak, biz bunu yine Trond'un duygularından bağımsız şahit olduğu ve anlam veremediği olayları tekrar ele alışı sayesinde anlarız. "Gözümün önüne getirebiliyorum. Üç kişilik Alman motosikleti karları yeni kürenmiş ana yolda sakin sakin ilerliyor, sonra hiç neden yokken tam da o eve doğru bir dönüş yapıyor, hiç kimse motosikleti sürenin aslında ne istediğini anlayamadı bir türlü...Arkalarındaki tepede motosiklet durmuş, soluk soluğa bir hayvan gibi tıkırdıyordu., makinalı tüfeklerini omuzlarından aldıklarını gören babam seslendi..."