1939 baharı. Tatilciler Avusturya’da bir tatil kasabası olan
Badenheim’ı geçici olarak işgal etmek üzeredir. Yerli halk; eczacıyla ruh
hastası karısı, kasabanın iki fahişesi, pastane sahibi kendilerini ziyaretçi
akınına ve bereketli geçecek bir sezona hazırlamaktadırlar, bu arada uçuk
organizatör Dr. Pappenheim Sanat Festivali’ni düzenlemeye çalışmaktadır.
Ama
kısa süre sonra, şaibeli “Sağlık Dairesi” sinsi güçlerini kullanmaya başlar.
Kasaba dış dünyaya kapatılır, yiyecek stokları erir ve tatilciler dahil bütün
Yahudilerden Polonya’ya göç etmek için hazırlanmaları istenir.
Bu uygulamaların
ardındaki gerçeği kabullenmek istemeyen Badenheim sakinleri kendilerini
bekleyen trajik sonu görememektedirler...
Roman hiçbir şekilde gerçekçi değil.
Öyle yoğun stilize edilmiş ki, komik bir kukla operası kisvesi altında bir
kâbus olarak karşımıza çıkıyor. Başka bir deyişle, bu kitap, hayat değil,
sanattır, Kafka’nın ilk hikâyeleri Dava ve Dönüşüm nasılsa öyle.
Badenheim’a yeniden bahar geldi. Kasabanın yamacındaki kır
kilisesinde çanlar çaldı. Ormanın gölgeleri ağaçlara doğru çekildi. Güneş
karanlığın kalıntılarını dağıtıp ana caddeyi, meydan meydan, ışığıyla doldurdu.
Bir geçiş anıydı. Fazla sürmez, kasaba tatilcilerin işgaline uğrardı. İki
müfettiş bir sokaktan borulardaki lağımın akışını inceleyerek geçtiler. Yıllar
boyunca sakinlerini çok kere değiştirmiş olan kasaba mütevazı güzelliğini
korumuştu. Eczacının hasta karısı Trude, pencerenin kıyısına dikildi. Kronik
hasta birinin kayıtsız bakışlarıyla etrafını süzdü. Yüzüne yumuşakça düşen
ışıkla birlikte gülümsedi. Tuhaf, zor bir kış olmuştu. Fırtınalar kasabayı
süpürmüş, evlerin çatılarını söküp almıştı. Söylentiler gırla gitmişti. Trude
hep yatağında, sayı klamalarla dolu bir uykudaydı. Martin başından hiç
ayrılmamıştı. Karısı sürekli evli kızından söz ediyor, Martin de onu
endişelenecek bir şey olmadığına temin ediyordu. Artık kış sona ermişti. Kadın,
pencerenin kenarında sanki ölmüş de yeniden dirilmiş gibi dikiliyordu. Küçük,
bakımlı evler sakin görünüşlerini yeniden takındılar. Bir yeşil denizinde beyaz
renkli adalar. “Posta geldi mi?” “Bugün pazartesi. Posta yalnız öğleden sonra
gelir.”
*
Önce şecereleri çıkarttılar...
Barış içinde yaşayan bir kasabada bu barışçıl ortam, Sağlık
Dairesi memurlarının ortalıkta dolanmalarıyla bozulur. Kayıt işlemleri başlar;
böylece herkesin şeceresi ortaya çıkacaktır
FATİH BALKIŞ
Hollandalı yazar Cees Nooteboom yaz başında bir etkinlikte
konuşmacı olarak Türkiye'ye geldiğinde bir ara sözü çocukluğuna getirmiş,
Hollanda'nın Nazilerce işgal edildiği geceyi anlatmıştı. Saldırının
başlamasıyla, yüzlerce paraşütlü Alman askeri, bombalarla aydınlanan
gökyüzünden aşağı süzülürken, bu karnavalı kaçırmak istemeyen babası balkona
bir sandalye çekip bütün gece olanı biteni izlemiş. Nooteboom için işgal
taşınmak, yer değiştirmek demekti, çünkü ailesini bu yer değiştirmeler
sırasında bombalara kurban vermiş, kendisi de daha sonra tam on yedi kez
taşınmak zorunda kalmıştı. Kurduğu göçebe yaşamın temellerini işgalin
parçalayıcı etkisine bağlıyordu, Nooteboom. Savaş her zaman aynı şiddette ve
aynı biçimde ortaya çıkmıyordu. İşgal, hiçbir direnişle karşılaşmadığı
topraklarda bir çeşit gövde gösterisine ve aşağılamaya dönüşürken, kıyımlar söz
konusu olduğunda, sayılara indirgenemeyecek acıları doğuran bir çeşit vahşiliği
ortaya çıkarıyordu.
İsrailli yazar Aharon Appelfeld de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Nooteboom'la benzer bir yazgıyı paylaşıyor. Annesinin öldürülmesinden sonra, sekiz yaşında gönderildiği toplama kampından kaçıyor ve üç yıl boyunca ormanlarda dolanarak hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ukrayna'ya, derken İtalya'ya ve son olarak 1946'da Filistin topraklarına gittiğinde orduya katılıyor ve yazarlık serüveni 1978'de yazdığı Badenheim 1939'la başlıyor.
Appelfeld, Badenheim 1939'da pek alışık olmadığımız, direnişsiz bir işgal sürecini anlatıyor. Yahudilerin çoğunlukta olduğu, Avusturya'da bulunan Badenheim, baharın gelişiyle birlikte şenlenen bir tatil kasabasıdır. Gündelik telaşın hüküm sürdüğü sokaklarda, insanlar olağan yaşam kaygıları içinde kurdukları düzenin kusursuzluğu için yaşarlar. Bir eczacı, çalışmalar yapan bir bilimadamı ve uyumsuz karısı, pastane sahibi ve kendini konserler düzenlemeye adamış olan Dr. Pappenheim kasabanın önde gelenleridir. Kasabada yaşayan iki fahişeye gösterilen tepkilerin dışında hiçbir aşırılığın bulunmadığı bu barışçıl ortam, Sağlık Dairesi memurlarının ortalıkta dolanmalarıyla bozulur. İnsanların daireye gidip kayıt yaptırmaları gerekir; böylece şecereleri ayrıntısıyla ortaya konabilir. Başlangıçta bütün bu işlemlerin kasabada bulunan önemli misafirlerle övünmek için adına ya da Yahudilerin kendilerinden aşağı gördükleri Ostjude'leri dışlamak için yapıldığını düşünürler. Asla kendilerini tehdit altında görmezler. Bu etkinlik çok geçmeden bir baskı ortamının doğmasına neden olacaktır. Sınırlar ve postane kapatılacak, kasabaya giriş-çıkışlar yasaklanacak, kasabaya davet edilen ünlü bir şef ve orkestrası orada kalacak ve bu mutluluk tablosu giderek silikleşecektir. Kısa zamanda felakete sürüklenen o yokuştan iniş başlayacaktır.
İsrailli yazar Aharon Appelfeld de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Nooteboom'la benzer bir yazgıyı paylaşıyor. Annesinin öldürülmesinden sonra, sekiz yaşında gönderildiği toplama kampından kaçıyor ve üç yıl boyunca ormanlarda dolanarak hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ukrayna'ya, derken İtalya'ya ve son olarak 1946'da Filistin topraklarına gittiğinde orduya katılıyor ve yazarlık serüveni 1978'de yazdığı Badenheim 1939'la başlıyor.
Appelfeld, Badenheim 1939'da pek alışık olmadığımız, direnişsiz bir işgal sürecini anlatıyor. Yahudilerin çoğunlukta olduğu, Avusturya'da bulunan Badenheim, baharın gelişiyle birlikte şenlenen bir tatil kasabasıdır. Gündelik telaşın hüküm sürdüğü sokaklarda, insanlar olağan yaşam kaygıları içinde kurdukları düzenin kusursuzluğu için yaşarlar. Bir eczacı, çalışmalar yapan bir bilimadamı ve uyumsuz karısı, pastane sahibi ve kendini konserler düzenlemeye adamış olan Dr. Pappenheim kasabanın önde gelenleridir. Kasabada yaşayan iki fahişeye gösterilen tepkilerin dışında hiçbir aşırılığın bulunmadığı bu barışçıl ortam, Sağlık Dairesi memurlarının ortalıkta dolanmalarıyla bozulur. İnsanların daireye gidip kayıt yaptırmaları gerekir; böylece şecereleri ayrıntısıyla ortaya konabilir. Başlangıçta bütün bu işlemlerin kasabada bulunan önemli misafirlerle övünmek için adına ya da Yahudilerin kendilerinden aşağı gördükleri Ostjude'leri dışlamak için yapıldığını düşünürler. Asla kendilerini tehdit altında görmezler. Bu etkinlik çok geçmeden bir baskı ortamının doğmasına neden olacaktır. Sınırlar ve postane kapatılacak, kasabaya giriş-çıkışlar yasaklanacak, kasabaya davet edilen ünlü bir şef ve orkestrası orada kalacak ve bu mutluluk tablosu giderek silikleşecektir. Kısa zamanda felakete sürüklenen o yokuştan iniş başlayacaktır.
Polonya'ya yolculuk
Sonuçta Badenheimlar'ın Polonya'ya uzanan bir göç yaşayacakları ortaya çıkınca, bütün kasabalı alışkanlıklarını bir yana bırakır ve kendi kimliklerini sorgulamaya başlarlar. Tam anlamıyla bir aidiyet duygusu içindedirler. Artık tek bir soruları vardır: 'Biz kimiz?' böylece ne kadar Avusturyalı ne kadar Yahudi olduklarını tartışıp dururlar. Göreneklerinin peşinde değillerdir, çünkü onları bir arada tutan şey, bu sayfiye kasabasının olağan işleyişidir. Köklerini merak etmezler çünkü buluştukları bu topraklar her türlü entrikanın uzağında, güvenli bir bölgedir.
Tevrat'taki İsraillilerin Mısır'dan Göçü'nde anlatılan mitin bir anlamda tersine çevrildiği bir yok oluş öyküsünü barındırır roman. Tarihte ilk kez vaat edilmiş topraklar için bir araya gelen Yahudiler, Polonya'da yeniden birleşmenin umuduna inanırlar. Bu yeni topraklarda her şeyin daha iyi olacağı ve birbirlerine derinden bağlı olacakları yeni bir ülkenin özlemini kurarlar. Ama yolculuk zamanı geldiğinde onları bekleyen bakımsız tren ve boş vagonlar, yolculuğun pek kısa süreceğinin kanıtıdır. Peki son ana kadar sürdürülen bu inanç neye dayanır?
Roman temelde bir yandan bu masum halkın yaşayışını ince detaylarla anlatırken, diğer yanda yaklaşmakta olan savaşın toplumun içine nasıl sızdığını gösterme çabasındadır.
Kendi gündelik sorunlarının içinde yüzen bu insanların 'Soylu Yahudiler' olarak, eğlenceye, sanat düşkünlükleri yüzünden hiçbir karşı koyuşa ve direnişe geçemeyecek kadar zayıf benlikleri ve aymazlıkları mı eleştiriliyor, yoksa büsbütün masum olan bu halkın günahsız yaşamlarını karartacak olan Nazilerin korkunçluğuna mı göndermede bulunuluyor?
Bu iki düzlemin de okurun kafasındaki yerleşik pek çok düşünceyi yerle bir ettiğini söylemek gerekiyor. Appelfeld tarafsız bir bakışla, Yahudilerin uğradığı kıyımı değil, belki de onlara duyulan nefretin ilk tohumlarını bulmaya çalışıyor.
Sonuçta Badenheimlar'ın Polonya'ya uzanan bir göç yaşayacakları ortaya çıkınca, bütün kasabalı alışkanlıklarını bir yana bırakır ve kendi kimliklerini sorgulamaya başlarlar. Tam anlamıyla bir aidiyet duygusu içindedirler. Artık tek bir soruları vardır: 'Biz kimiz?' böylece ne kadar Avusturyalı ne kadar Yahudi olduklarını tartışıp dururlar. Göreneklerinin peşinde değillerdir, çünkü onları bir arada tutan şey, bu sayfiye kasabasının olağan işleyişidir. Köklerini merak etmezler çünkü buluştukları bu topraklar her türlü entrikanın uzağında, güvenli bir bölgedir.
Tevrat'taki İsraillilerin Mısır'dan Göçü'nde anlatılan mitin bir anlamda tersine çevrildiği bir yok oluş öyküsünü barındırır roman. Tarihte ilk kez vaat edilmiş topraklar için bir araya gelen Yahudiler, Polonya'da yeniden birleşmenin umuduna inanırlar. Bu yeni topraklarda her şeyin daha iyi olacağı ve birbirlerine derinden bağlı olacakları yeni bir ülkenin özlemini kurarlar. Ama yolculuk zamanı geldiğinde onları bekleyen bakımsız tren ve boş vagonlar, yolculuğun pek kısa süreceğinin kanıtıdır. Peki son ana kadar sürdürülen bu inanç neye dayanır?
Roman temelde bir yandan bu masum halkın yaşayışını ince detaylarla anlatırken, diğer yanda yaklaşmakta olan savaşın toplumun içine nasıl sızdığını gösterme çabasındadır.
Kendi gündelik sorunlarının içinde yüzen bu insanların 'Soylu Yahudiler' olarak, eğlenceye, sanat düşkünlükleri yüzünden hiçbir karşı koyuşa ve direnişe geçemeyecek kadar zayıf benlikleri ve aymazlıkları mı eleştiriliyor, yoksa büsbütün masum olan bu halkın günahsız yaşamlarını karartacak olan Nazilerin korkunçluğuna mı göndermede bulunuluyor?
Bu iki düzlemin de okurun kafasındaki yerleşik pek çok düşünceyi yerle bir ettiğini söylemek gerekiyor. Appelfeld tarafsız bir bakışla, Yahudilerin uğradığı kıyımı değil, belki de onlara duyulan nefretin ilk tohumlarını bulmaya çalışıyor.
BADENHEIM 1939
Aharon Appelfeld, Çeviren: Nazmi Ağıl, Yapı Kredi Yayınları, 2007, 105 sayfa
Aharon Appelfeld, Çeviren: Nazmi Ağıl, Yapı Kredi Yayınları, 2007, 105 sayfa