"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

8 Haziran 2012 Cuma

BANA İHTİYACIN OLURSA ARA-RAYMOND CARVER

sevgili g,  ben yaşadığım sürece


Bana İhtiyacın Olursa Ara

O ilkbahar ikimiz de başkaları ile ilişki yaşamış, fakat Haziran ayı gelip okullar kapandığında yaz boyunca evimizi kiraya verip Palo Alto’dan Kaliforniya’nın kuzey sahilinde bir yere taşınmaya karar vermiştik. Oğlumuz Richard, Nancy’nin Washington Pasco’daki büyükannesinin yanına, hem yazı geçirmek hem de sonbaharda gideceği üniversite için çalışıp para biriktirmek için gitmişti. Büyükannesi ailedeki durumu biliyordu ve Richard’ı yanına almak ve  gelmeden önce bir iş ayarlamak için çoktan işe başlamıştı bile. Çiftçi bir arkadaşı ile görüşmüş ve Richard için saman balyalayacağı, çit inşa edeceği bir iş sözü almıştı. İş ağırdı, ama Richard gitmek için can atıyordu. Liseden mezun olduğu günün ertesi sabahı otobüsü ile yola çıktı. Terminala ben götürmüş, arabayı park ettikten sonra içeri girip otobüs kalkana dek onunla oturmuştum. Annesi  sarılmış, ağlamış, hoşça kal diyerek öpmüş ve vardığında büyükannesine vermesi için uzun bir mektup tutuşturmuştu eline. Sonra o evde kalmış, hem son taşınma hazırlıklarını yapıyor hem de evi vereceğimiz aileyi bekliyordu. Richard’ın biletini alıp ona uzattım, banklardan birine oturup beklemeye başladık. Yolda bazı şeylerden biraz konuşmuştuk.

“Annemle boşanıyor musunuz?” diye sordu. Bir cumartesi sabahıydı, pek o kadar çok araba yoktu etrafta.

“Becerebilirsek hayır” dedim, “İstemiyoruz. Bu yüzden buradan uzaklaşıp tüm yaz boyunca da kimseyi görmemeyi istiyoruz. Bu yüzden evimizi tüm yaz kiraya verip Euraka’dan bir ev tuttuk. Sen de bu yüzden gidiyorsun, yani. Tek neden işte. Tabii senin para dolu ceplerle eve döneceğin gerçeğinden bahsetmeye gerek bile duymuyorum. Boşanmak istemiyoruz. Yazı tek başımıza geçirip sorunların üstesinden gelmeye çalışacağız.”

“Annemi hala seviyor musun? O bana seni hala sevdiğini söyledi.”

“Tabiî ki seviyorum,” dedim. “Şimdiye kadar bilmiş olman gerekirdi.Biz de başkaları gibi sıkıntılardan ve ağır sorumluluklarımızdan payımızı aldık ve şimdi de biraz yalnız kalmak ve bazı şeyleri yoluna koymak için zamana ihtiyacımız var. Sen bizi düşünme. Gittiğin yerde yazın keyfini çıkar, sıkı çalış ve paranı biriktir. Çıkabildiğin kadar balığa çık. Oralarda iyi balık olur.”

“Su kayağı da…” dedi. “Su kayağı nasıl yapılır öğrenmek istiyorum.”
“Ben hiç yapmadım.”dedim. “Benim için de yap, olur mu?”

Terminalde oturduk. Ben bir gazete almıştım elime, o da okul yıllığı kitabına göz attı. Sonunda otobüs geldi. Kalktık. Ona sarıldım ve “Üzülme, sakın kafana bir şey takma. Biletin nerde?” dedim. Ceketinin cebini gösterdi, valizini aldı yerden. Otobüse binenler bir sıra oluşturmuştu, oraya kadar yürüdüm onunla. Bir daha sarıldım ve yanaklarından öptüm, hoşça kal dedim. “Hoşça kal, baba” dedi ve ağladığını görmeyeyim diye kafasını çevirdi.

Arabayla eve döndüm, kutular, valizler oturma odasında hazır bir şekilde duruyorlardı. Nancy, mutfakta, yaz için evimizi kiralayan çiftle kahve içiyordu; kiracılarımızı o bulmuştu. Jerry ve Liz adında matematik okuyan bu çiftle birkaç gün önce tanışmıştık ama yine el sıkışıp tekrar tanıştık, ben de Nancy’nin koyduğu bir fincan kahveyi içtim. Masada oturmuş kahvelerimizi içerken Nancy de ayın hangi zamanlarında ne yapmaları veya neye göz kulak olmaları konusunda bir liste hazırlıyordu, ayın ilk ve son günlerinde mesela, ya da nereye ne göndermeleri gibi konularda. Yüzü gergindi. Perdelerin arasında sızan güneş ışığı, saat ilerledikçe masanın ortasına düşmeye başladı.

Sonunda her şey halledilmiş gibi gözüktü, ben de üçünü mutfakta bırakıp arabayı yüklemeye başladım. Gittiğimiz ev dayalı döşeli idi, tabak, tencere her şey vardı, böylece belli başlı birkaç şey dışında evden çok şey götürmemize gerek yoktu.

Üç hafta önce Kaliforniya’nın kuzey sahilindeki Palo Alto’dan yine kuzeye doğru 350 km uzaklıktaki Eureka’ya kadar arabayla gitmiş ve mobilyalı bir ev kiralamıştım. Susan –görüştüğüm kadın- da gelmişti benimle beraber. Gazete ilanlarına bakıp emlakçıları dolaşırken kasabanın hemen dışındaki bir motelde üç gece geçirdik. Üç aylık kira için bir çek yazdığımda, yanımda çeki imzalayışıma tanıklık etti. Daha sonra motelde yatağımızda elini alnına koymuş yatarken “Karına gıpta ediyorum. Nancy’ye gıpta ediyorum. İnsanların hep ‘öteki kadın’ hakkında konuştuğunu duyarsın, hala karın olan kişi tüm güce ve ayrıcalıklara sahiptir. Ben daha önce böyle şeyleri anlamazdım, aldırmazdım da. Ama şimdi anlıyorum. Ona gıpta ediyorum. Bu evde seninle geçireceği yaşama gıpta ediyorum. Keşke onun yerinde ben olsaydım. Keşke ikimiz olsaydık. Nasıl da isterdim ikimiz olmasını! Berbat hissediyorum,” dedi.  Saçını okşadım.

Nancy boylu poslu, bacakları uzun, saçları ve gözleri kahverengi, kalbi temiz olan bir kadındı. Görüştüğü adam benim meslektaşlarımdan biriydi. Dul, saçları gittikçe beyazlaşan, takım elbise giyip ve kravat takan şık heriflerden biri. Çok içerdi ve öğrencilerimden bazılarının anlattığına bakılırsa bazen elleri sınıfta ders verirken titrerdi. Nancy ve o tatil günlerinden birinde, Nancy’nin benim ilişkimi öğrenmesinden çok kısa bir süre sonra, bir partide yakınlaşmış ve ilişkiye sürüklenmişlerdi. Şimdi hepsi sıkıcı ve adi şeyler gibi görünüyor ama –sıkıcı ve adi yine de – o ilkbahar tüm enerji ve konsantrasyonumuzu diğer başka şeylere fırsat vermeden tüketmişti. Nisan sonları gibi evimizi kiraya verip yazı uzaklarda geçirme planı yapmaya başladık, sadece ikimiz olacak ve her şeyi tekrar eski hale getirmeyi deneyecektik, tabii tekrar eski hale getirilebiliniyorlarsa. İkimiz de ilişkide olduğumuz kişilerle yazışmama, aramama konusunda anlaşmıştık. Böylece Richard için gerekli ayarlamaları yaptık, evimize bakacak çifti bulduk ve ben haritaya baka baka san Francisco’nun kuzeyine araba sürüp, Eureka’yı ve yaz için bizim gibi saygıdeğer ortayaşlı bir çifte mobilyalı ev kiralamaya can atan emlakçıyı buldum.Susan arabada sigara içip, turizm broşürlerini okurken, sanırım emlakçıya –Tanrı beni bağışlasın- “ikinci balayı” gibi bir laf da ettim.

Valizleri, çantaları ve kutuları arabanın bagajına ve arka koltuklara yerleştirdim, verandada vedalaşan Nancy’yi beklemeye başladım. İkisiyle de tek tek el sıkıştı ve dönüp arabaya doğru yürüdü. Ben de çifte uzaktan el sallamıştım, onlar da bana el salladı. Nancy arabaya bindi, kapıyı kapatıp, “Gidelim,” dedi. Vitese takıp çevre yoluna doğru hareket ettim. Yoldan hemen önceki ışıklarda çevre yolundan çıkıp bize doğru gelen bir araba gördük, egzos borusu kırılmış, kıvılcımlar çıkıyordu. “Şuna bak,” dedi Nancy. “Araba yanabilir.” Bekleyip arabanın yolun kenarına çekmesini seyrettik.

Sebastopol yakınlarında bir yol üstü kafede durduk. Yemek&Petrol* yazan bir tabelası vardı. Tabelaya bakıp gülmüştük. Arabayı kafenin önüne çektim, içeri girip arkalarda cam kenarında bir masaya oturduk. Kahve ve sandviç sipariş ettik, Nancy işaret parmağı ile tahta masanın üstündeki çizgilerin üzerinden geçmeye başladı. Ben bir sigara yakmış ve dışarıyı seyrediyordum. Hızla geçen bir nesne gördüm, neden sonra bunun pencere kenarında bulunan çalılıktaki sinekkuşu olduğunu fark ettim. Kanatlarını belli belirsiz hareket ettiriyor ve gagasını çalıdaki çiçeğe batırıp çıkarıyordu.

“Nancy, bak,” dedim. “Bir sinekkuşu.”

Ama tam bu sırada kuş uçup gitti, Nancy de bakıp “Hani nerde? Görmüyorum,” diyordu.

“Şimdi buradaydı,” dedim, “Bak, orda. Bu başka…Galiba... Başka bir sinekkuşu.”

Garson kız siparişlerimizi getirene kadar izledik kuşu, sonra kuş binanın etrafında uçup kayboldu.

“Sanırım bu iyiye işaret,” dedim. “Sinekkuşları. Sinekkuşları şans getirirmiş.”

“Ben de duymuştum bunu bir yerlerde,” dedi. “Nerede duydum şimdi hatırlamıyorum ama duymuştum. Şans işimize yarardı, değil mi?” dedi.

“Bunlar iyiye işaret,” dedi. “Burada durduğumuza sevindim.”

Başını salladı. Bir an bekledi, ve sonra sandviçinden ısırdı.

Karanlık çökmeden Eureka’ya vardık. Çevreyolu üstündeki iki hafta önce Susan’la gelip üç gece kaldığım moteli geçtik, çevreyolundan çıkıp kente bakan tepeye çıkan yola girdik. Evin anahtarları cebimdeydi. Tepede bir aşağı yukarı bir mil kadar gittikten sonra benzinliği ve marketi olan küçük bir kavşağa geldik. Önümüzdeki vadide ormanla kaplı dağlar vardı ve her taraf  meralıktı. Benzin istasyonunun arkasındaki bir tarlada birkaç inek otluyordu. “Güzel bir yer,” dedi Nancy, “Evi görmeye sabırsızlanıyorum.”

“Nerdeyse geldik,” dedim. “Bu yolun bitiminde, şu tepedeki,” dedim. Bir dakika içinde “İşte”  demiş ve iki tarafı da çit olan evin park alanına çekmiştim arabayı. “İşte burası. Nasıl buldun?” Aynı soruyu yine burada durduğumuzda Susan’a da sormuştum.

“Güzel bir yer,” dedi Nancy. “İyi görünüyor. Hadi inelim arabadan.”

Avluda birkaç dakika durup etrafa bakındık. Sonra, verandanın basamaklarını çıktık, anahtarla ön kapıyı açtım, ışıkları yaktım. Evi gezdik. İki küçük odası, bir banyosu, eski mobilyaları ve şöminesi olan oturma odası ve vadi manzaralı büyük bir mutfağı vardı.

“Beğendin mi?” diye sordum.

“Bence harika,” diye yanıtladı Nancy. Gülümsedi. “Burayı bulduğun için memnunum. Burada olduğumuz için de.” Buzdolabını açıp eliyle şöyle bir yokladı. “Tanrı’ya şükür, yeteri kadar temiz görünüyor. Benim temizlik yapmam gerekmeyecek.”

“Yataktaki temiz örtülere kadar hem de,” dedim. “Kendim kontrol ettim. Bu şekilde kiralıyorlar. Yastıklar, yastık kılıfları da hatta.”

“Şömine için odun almamız gerek,” dedi. Oturma odasındaydık. “Böyle gecelerde ateş yakmak isteyeceğiz.”

“Yarın gidip bulurum,” dedim.  “Alışverişe de çıkarız zaten, bu arada kasabayı da görmüş  oluruz.”

Bana baktı. “Buraya geldiğimize seviniyorum,” dedi.

“Ben de,” dedim. Kollarımı açtım, bana doğru yürüdü. Sarıldım. Kollarımda titriyordu.  Yüzünü tutup kaldırdım ve iki yanağından öptüm. “Nancy,” dedim sadece.

“Buraya geldiğimiz için mutluyum,” dedi.

Önümüzdeki birkaç günü yerleşmekle, Eureka’ya yaptığımız gezilerde dükkan vitrinlerine bakarak yürümekle ve evin arkasındaki meradan ormana dek doğa yürüyüşleri yapmakla geçirdik. Mutfak alışverişi yaptık, ben bir gazetede odun satan bir işyerinin ilanını bulup, telefon açtım. Bir gün sonra falandı, uzun saçlı iki delikanlı bir kamyonet dolusu kızılağaç odunu getirdiler ve garaja boşalttılar.O gece yemekten sonra ateşin karşısına oturduk, kahve içtik ve bir köpek edinsek mi diye konuştuk.

“Yavru köpek istemem,” dedi Nancy. “Sürekli dikkat etmemiz gereken ya da etrafı birbirine katan bir şey. Buna gerek yok. Ama, evet bir köpeğimiz olsun isterim. Uzun zamandır köpeğimiz olmadı.  Sanırım burada bir köpeğe bakabiliriz,”dedi.

“Peki biz dönünce ne olacak? Yaz bitince?” diye sordum. “Eve götürmeye ne dersin?” diye yeniledim soruyu.

“Göreceğiz,” dedi. “Şimdilik bir köpek bulalım. Tam istediğimiz gibi bir köpek. Gerçi görene kadar ne istediğimi de bilmiyorum. İlanları tarayalım ve gerekirse hayvan barınaklarına gidelim.” Ama daha birkaç gün köpekler hakkında konuşmamıza, arabayla önünden geçtiğimiz evlerin bahçesinde gördüğümüz köpekleri, böyle bir şey isterdik diye birbirimize göstermemize rağmen sonuçta bir şey çıkmadı; hiç köpek edinemedik.

Nancy annesini aradı ve ona adresimizi, telefon numaramızı verdi.  Annesi, Richard’ın çalıştığını ve mutlu göründüğünü söyledi. Kendisi de iyiymiş. Nancy’nin “Biz de iyiyiz. Burası iyi geldi,” dediğini duydum.

Bir gün, temmuzun ortasıydı, okyanusa yakın bir yolda arabayla gidiyorduk, derken, küçük bir tepeciğe geldik; oradan okyanustan ince kumsallarla ayrılmış birkaç lagünü görebiliyorduk.
Kıyıda birkaç kişi balık tutuyordu, iki de tekne vardı açıklarda.

Arabayı kenara çekip durdurdum. “Gel bakalım ne tutuyorlar?” dedim. “Bakarsın fazladan olta falan vardır; biz de tutarız.”

“Balık tutmayalı uzun zaman oldu,” dedi Nancy. “En son balık tutuğumuzda Richard daha küçüktü o zaman ve Shasta Dağı yakınlarında bir kamp yapmıştık. Hatırladın mı?”

“Evet,”dedim, “ Ayrıca, balık tutmayı özlediğimi de hatırladım. Hadi gidip bakalım ne tutuyorlar.”

“Alabalık,” diye yanıtladı sorduğum adam. “Büyük alabalıklar ve renkli olan diğer alabalıklar. Hatta biraz da somon var. Kışın, ince koy açıldığında gelirler, baharda orası kumlarla kapanınca sıkışıp kalırlar burada. Yılın en iyi zamanıdır onları yakalamak için. Gerçi ben hiç yakalayamadım bugün, ama geçen Pazar tam dört tane yakaladım, her biri yarım metreye yakındı. Dünyanın en lezzetli balığı, çok da mücadele ederler seninle. Teknedeki arkadaşlar yakaladılar biraz bugün, ama ben de daha tık yok.”

“Yem olarak ne kullanıyorsun?” diye sordu Nancy.

“Ne olursa,” dedi adam. “Solucan, somon yumurtası, mısır. Çıkarıp oltanın ucuna geçir, biraz da boşluğunu al ve gözünü misinadan ayırma.”

Balık tutan adamı ve pat pat ses çıkararak lagün içinde bir oraya bir buraya ilerleyen tekneleri seyrederek biraz daha oyalandık.

“Teşekkürler,”dedim adama, “Bol şans.”

“Sana da bol şans.”dedi. “İkinize de bol şans.”

Kasabaya dönerken spor malzemeleri satan bir mağazada durduk; ucuzlarından makara, olta, iğne, misina, çengel, kurşun, kova aldık. Ertesi sabah balığa çıkmak için planımız hazırdı.

Ama o akşam, yemeğimizi yiyip bulaşıkları yıkadıktan sonra şömineyi yakmıştım, Nancy başını salladı ve bunun bir işe yaramayacağını söyledi.

“Neden böyle söylüyorsun?” diye sordum. “Ne demek istiyorsun?”

“Demek istediğim; kabul etmeliyiz ki, bunun bir faydası olmayacak.” Başını sallıyordu yine. “Sanırım sabah balığa da gitmek  istemiyorum. Köpek de istemiyorum. Hayır, köpek de istemiyorum. Sanırım gidip annemi ve Richard’ı görmek istiyorum. Tek başıma. Yalnız kalmak istiyorum. Richard’ı özledim,” dedi ve ağlamaya başladı. “Richard benim oğlum, bebeğim o benim,” dedi, “nerdeyse yetişkin artık ve uçup gitti yuvadan. Onu özlüyorum.”

“Peki ya, Del?  Del Shareder’i de özlüyor musun?” dedim. “Erkek arkadaşın. Onu da özlüyor musun?”

“Bu gece herkesi özlüyorum,” dedi. “Seni de özlüyorum.Çok uzun zamandır özlüyorum seni. Seni öyle özledim ki nasıl olduysa kayboldun sen. Bunu açıklayamam. Seni kaybettim. Sen artık benim değilsin.”

“Nancy,” dedim.

“Hayır, hayır,” dedi, başını sallayarak. Ateşin karşısındaki kanapeye oturdu ve hala başını sallıyordu. “Yarın bir uçağa atlayıp annemi ve Richard’ı görmek istiyorum. Ben gittikten sonra kız arkadaşını çağırabilirsin,”dedi.

“Hayır, çağırmayacağım,” dedim.”Böyle bir şey yapmaya niyetim yok.”

“Onu arayacaksın,” dedi.
“Sen de Del’i arayacaksın,”dedim. Bunu söylemekle kendimi adi hissettim.

“Ne istiyorsan onu yapabilirsin,”dedi, elbisesinin yeni ile gözlerini silerek. “Ciddiyim. İsterik biri gibi görünmek istemem. Ama yarın Washington’a gidiyorum. Şimdi uyuyacağım. Yorgunum. Üzgünüm. İkimiz için de üzgünüm, Dan. Başaramayacağız. Bugün gördüğümüz o balıkçı. İkimize de şans diledi.” Başını salladı yine. “Ben de ikimize bol şans diliyorum. İhtiyacımız olacak.”

Banyoya gitti, suyun küvete doluşunu duyabiliyordum. Dışarı çıktım, verandanın merdivenlerinde oturup bir sigara yaktım. Etraf karanlık ve sessizdi. Kasabaya doğru bakıyordum; gökte cılız ışık parıltılarını ve okyanustan vadiye doğru sürüklenen sis parçalarını görebiliyordum. Susan’ı düşünmeye başladım. Kısa bir zaman sonra Nancy’nin banyodan çıktığını ve kapıyı kapattığını duydum. İçeri girdim ve bir odun daha koydum ateşe, alevler gövdeyi sarana kadar bekledim. Sonra diğer odaya geçtim ve pikeyi topaldım,  çarşafın çiçekli desenlerine baktım. Ardından da duşa girdim, pijamalarımı giydikten sonra da tekrar ateşin yanına gidip oturdum. Sis artık pencerenin hemen önündeydi. Ateşin önüne oturup sigara içtim. Tekrar pencereden dışarı bakarken, sisin içinde bir şeyin hareket ettiğini gördüm; bir at ön bahçede otluyordu.

Pencereye yaklaştım. At birkaç saniyeliğine bana baktı ve sonrasında otlamaya devam etti. Bir başka at arabanın yanından geçerek bahçeye girdi ve otlamaya başladı. Verandanın ışığını yaktım ve onları izlemeye başladım. Uzun yeleleri olan, büyük beyaz atlardı. Yakınlardaki çiftliklerden birinin kilitlenmemiş kapısından ya da çitinden çıkıp gelmiş olmalıydılar. Bir şekilde bizim ön bahçeye gelmişlerdi. Eğleniyorlar, kaçışlarının keyfini hayli hayli çıkarıyorlardı. Ama yine de gergin görünüyorlardı; camın arkasında durduğum yerden gözlerinin aklarını görebiliyordum. Otları kopardıkça kulakları inip çıkıyordu atların. Üçüncü at da girdi bahçeye, derken dördüncüsü. Beyaz atlar sürüsü olmuştu bir anda ve ön bahçede otlanıyorlardı.

Yatak odasına geçtim ve Nancy’yi uyandırdım. Gözleri kanlanmış, gözlerinin etrafı şişmişti. Saçları bigudilere sarılıydı ve yerde, yatağın ucunda açık halde bir valiz duruyordu.

“Nancy,” dedim, “Tatlım, gel bak evin önünde ne var? Gel de gör. Gözlerine inanamayacaksın. Acele et.”

“Ne var?” dedi, “Eziyet etme bana. Ne oldu?”

“Tatlım, görmelisin. Eziyet falan etmiyorum. Korkuttuysam özür dilerim. Ama görmelisin bunu.”

Öteki odaya geri döndüm ve pencerenin önünde durdum, bir iki dakika sonra geceliğini giymeye çalışarak geldi Nancy. Dışarıya baktı ve “ Tanrım, çok güzel. Nereden geldi bunlar Dan? Tanrım çok güzeller,” dedi.

“Yakınlardan bir yerden; ipleri çözülmüş olmalı,” dedim. “Şu çiftliklerden birinden. Birazdan şerifi arayacağım, sahibini bulurlar hemen, ama önce sen gör istedim.”

“Isırırlar mı?” dedi. “Şuradakini sevmek istiyorum, bize bakanı. Omzunu okşamak istiyorum. Isırılmak istemem ama. Yanına gidiyorum ben.”

“Isıracaklarını sanmam. Öyle atlara benzemiyorlar. Ama çıkacaksan eğer, üzerine bir şey al. Dışarısı soğuk,” dedim.

Pijamanın üstüne paltomu giydim ve Nancy’yi beklemeye başladım. Sonra ön kapıyı açtım ve dışarıya çıkıp atların yanına yürüdük. Hepsi dönüp bize baktılar. İkisi otları yemeye devam etti hemen. Diğer iki attan biri kişnedi ve bir iki adım geri gitti, sonrasında o da başını eğip yemeye devam etti. Ben elimi birinin alnına koydum ve omzunu okşamaya başladım. Kopardığı otu çiğnemeye devam ediyordu. Nancy de diğer atın yelelerini okşuyordu. “Atcık, nereden geldin sen bakayım?” diyordu. “Sen nerde yaşıyorsun bakayım, hımm, gecenin yarısı neden dışardasın atcık?” Atın yelesini sevmeye devam ediyordu bir yandan da. At ona baktı ve dudaklarının arasında hafifçe üfledi ve başını tekrar eğdi. Nancy omzunu okşadı atın.

“Sanırım, şerifi arasam iyi olur,” dedim.

“Henüz değil,” dedi. “En azından bir süre daha. Böyle bir şeyi bir daha göremeyiz. Bir daha asla, asla bahçemize böyle atlar gelmeyecek. Biraz daha bekle, Dan.” dedi.

Bir süre daha Nancy  atların arasında omuzlarını ve yelelerini severek dolaştı; atlardan biri bahçeden arabanın yanına geçip oradan da yola doğru çıktığında artık şerifi aramam gerektiğini anlamıştım.

Çok geçmeden tepe lambaları yanıp sönen iki polis arabası göründü sisin içinde, sonra da arkasında atları götürmek için römork taşıyan bir kamyoneti süren kepenek tarzı bir şey giymiş bir adam göründü. Atlar artık kişniyor ve kaçmaya çalışıyordu. Römorku getiren adam bir küfür savurup atlardan birinin boynuna ip geçirmeye çalıştı.

“Canını yakma,” diye bağırdı Nancy.

İçeriye girdik ve pencereden memurların ve adamın atları toplayışını izledik.

“Kahve hazırlayacağım, sen de ister misin Nancy?” dedim.

“Ne istediğimi söyleyeyim,” dedi, “Esrar içmiş gibi kafam güzel, Dan. Yükümü almış gibiyim. Neden böyle hissediyorum bilmiyorum ama bu duyguyu sevdim. Sen kahveyi yap, ben de güzel müzik çalan bir kanal bulayım radyoda, sonrasında sen tekrar şömineyi yakabilirsin. Uyuyamayacak kadar heyecanlıyım.”

Böylece bütün gece ateşin karşısında oturup kahve içtik; Eureka’dan yayın yapan bir radyoyu dinledik ve atlar hakkında sonra da Richard ve Nancy’nin annesi hakkında konuştuk. Dans ettik.
İçinde bulunduğumuz durumdan hiç söz açmadık. Dışarıda sis hala duruyordu ve biz konuşmaya devam ediyorduk, birbirimize karşı çok naziktik. Sabah karşı radyoyu kapattım, yatağa gittik ve seviştik.

Ertesi gün öğleden sonra, gerekli ayarlamaları yapmış ve valizini hazırlamıştı; havaalanına götürdüm arabayla, Portland’a uçacak ve oradan onu geceleyin Pasco’ya ulaştıracak başka bir uçağa binecekti.

“Annene selamlarımı ilet, Richard’a da. Benim için sarıl Richard′a, onu özlediğimi söyle,” dedi. “Onu sevdiğimi söyle.”

“O da seni seviyor,” dedi. “Bunu sen de biliyorsun. Zaten, sonbaharda eminim göreceksin Richard’ı.”

Başımla evet dedim.

“Hoşça kal,” dedi kollarını uzattı. Sarıldık. “Dün gece olanlar mutlu etti beni. Atlar. Konuştuklarımız. Her şey. Hiç unutmayacağız dün geceyi,” dedi ve ağlamaya başladı.

“Bana yaz, olur mu?” dedim. “Böyle bir şeyin bizim başımıza geleceği aklıma gelmezdi,” dedim. “Onca yıl. Bir an bile aklımın ucundan geçmedi. Bir an bile.”

“Yazacağım,” dedi. “Koca koca mektuplar, sana lise yıllarında gönderdiğimden de uzun mektuplar yazacağım.”

“Bekliyor olacağım,” dedim.

Sonra yine bana baktı, eliyle yüzüme dokundu. Arkasını dönüp, uçağa binmek için yürümeye başladı.

Git, en sevdiğim benim, Tanrı seninle olsun!

Uçağa bindi;  uçak, motorları çalışıp pistte havalanmak için hareket edene kadar dolanıp durdum orada. Kısa bir zaman sonra uçak Humboldt Koyu üzerine havalandı ve ufukta bir noktaya dönüştü.

Eve döndüm, arabayı yerine park ettim, geceden kalma atların toynak izlerine baktım. Otların üzerinde derin izler ve yarıklar ve at dışkıları vardı. Sonra içeri girdim ve paltomu bile çıkarmadan telefona uzanıp Susan’ın numarasını çevirdim.


Çeviren: Behlül Dündar

Yemek&Petrol*: İngilizce metinde Eat&Gas diye geçiyor. (Ye ve Yellen) anlamına da geldiği için gülüşüyorlar.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9