Rosemary Fell tam olarak güzel değildi, hayır, ona güzel
diyemezdiniz.Hoş? Şeyy, belki parçalara ayırırsanız...Ama niye bir insanı
parçalara ayıracak kadar zalim olasınız? Kadın genç, pırıl pırıl, son derece
modern, çok şık giyinen, en son çıkan kitapları gayet güzel okuyarak insanı
şaşırtan biriydi verdiği partiler gerçekten önemli kişilerin katıldığı hoş partilerdi
ve ressamların---kendi keşfettiği tuhaf yaratıkların, bazıları
kelimelerle anlatılamayacak kadar korkunç ama bazıları oldukça prezentabl ve
hoştu.
Rosemary evleneli iki yıl olmuştu, sevimli bir oğlu vardı.
Hayır, Peter değil - Michael. Ve kocası karısına kesinlikle hayrandı.
Zengindiler öyleböyle, nefret uyandıracak, bunaltacak ve babadan kalmaymış gibi
değil, gerçekten zengindiler. Rosemary alışveriş yapmak isteyince sizin, benim
gibi Bond caddesine değil, Paris'e giderdi. Çiçek almak isterse arabası Regent
caddesinin önündeki o şahane dükkanın önünde durur ve Rosemary oldukça egzotik,
büyülenmiş bakışlarla bakar ve “şunlardan, şunlardan ve şunlardan istiyorum,
şunlardan dört demet verin ve şu gül dolu vazoyu da, evet tüm vazoyu alıyorum,
hayır leylak istemem, leylaklardan nefret ederim, biçimsizler ” derdi.
Tezgahtar çocuk başını sallayıp, sanki leylakların biçmisiz olduğu çok
doğruymuş gibi leylak dolu saksıyı gözönünden kaldırırdı. “Şu minik lalelerden
de verin, kırmızı ve beyazlardan.” Ve peşinde sanki kucağında uzun giysiler
giymiş bir bebek taşır gibi kollarında kocaman beyaz kağıda sarılı paketleri
sürükleyen zayıf bir tezgahtar kızla arabasına dönerdi.
Bir kış günü öğleden sonra, Curzon caddesindeki antikacı
dükkanında bir şeyler bakıyordu, bu dükkanı severdi, bir kere insan kendisine
aitmiş gibi hissediyordu, ikincisi dükkan sahibi komik şekilde kadına hizmet
etmekten çok hoşlanıyordu. Ne zaman kadın gelse yüzü aydınlanıyor, ellerini
çırpıyordu, öyle seviniyordu ki konuşamıyordu, tabii çok iltifatkardı, hep
aynı, bir şeyler vardı....
Saygı dolu alçak bir ses tonuyla “gördüğünüz gibi madam
antikalarımı severim, onları sizin gibikıymet bilen nadir insanlar yerine
değerini bilmeyen birine satmaktansa satmamayı tercih ederim ve derin bir nefes
alarak küçük, mavi kadife kutuyu soluk parmak uçlarıyla cam tezgahın üzerine
koydu.
Bugünkü parça minyatür bir kutuydu, onu kadın için
saklamıştı. Henüz başka kimseye göstermemişti. Cilalanmış mine bir kutuydu öyle
güzeldi ki insan kremada pişirilmiş sanırdı. Kapağın üzerinde çiçekli bir ağaç
altında duran minyatür bir adam vardı. Minyatür bir kadın kollarını onun
boynuna dolamıştı. Kadının şapkası ağaçtan sarkan bir çiçek yaprağından büyük
değildi, yeşil kurdelaları vardı, ve ikisinin başı üzerinde koruyucu melekleri
gibi pembe bir bulut duruyordu. Rosemary eldivenlerini çıkardı, bu tür şeyleri
incelerken daima eldivenlerini çıkartırdı. Evet, bunu çok beğenmişti. Çok
sevdi, harika bir parçaydı, bunu almalıydı. Ve krem rengi kutuyu döndürüp,
kapatıp açarken ellerinin mavi kadife üzerinde ne kadar çekici durduğunu
görmezden gelmedi. Kafasının gizli bir köşesinde dükkan sahibi de bunu görmeye
cesaret etmiş olabilirdi. Bir kalem aldı, tezgahın üzerine yaslandı ve soluk,
kansız parmakları gül pembesi, parlak parmaklara doğru çekinerek uzanırken
nazikçe mırıldandı “ madam müsaade ederseniz minik leydinin korsajındaki
çiçekleri gösterebilir miyim?”
Rosemary çiçeklere bakarak “harika!” dedi. Ama fiyatı
kaçaydı? Bir an dükkan sahibinin duymadığını sandı sonra adam mırıldandı
“yirmisekiz Gine madam”
Rosemary hiç tepki vermedi. “Yirmi sekiz Gine”Küçük kutuyu
koydu, eldivenlerini tekrar taktı, insan zengin olsa bile...dalgın gibiydi,
dükkancının başı üzerinde duran tombul bir tavuğa benzeyen tombul çaydanlığa
gözlerini dikip baktı ve cevap verirken sesi rüyadaymış gibi çıktı “şeyy bunu
benim için ayırır mısınız? Geleceğim...”
Fakat dükkancı bu herkesin sorabileceği bir soruymuş gibi
çoktan başını sallamıştı bile, kutuyu onun için ömrünün sonuna kadar
saklayabilirdi.
Karanlık kapı bir tıkırtıyla kapandı. Kadın dışarıda
basamakta, kış öğleden sonrasına bakıyordu. Yağmur yağıyordu ve yağmurla
birlikte duman çökmüş, hava da kararmıştı. Havada acı bir soğuk vardı ve henüz
yanan sokak lambaları hüzünlü görünüyordu. Karşıdaki evlerin ışıkları da
kederliydi. Sanki bir şeylere pişman gibi yarım aydınlıktılar. Ve insanlar
hızla kahrolası şemsiyelerinin altına gizleniyordu. Rosemary tuhaf bir ızdırap
hissetti. Kürk manşonunu göğsüne bastırdı, keşke minik kutuyu da göğsüme bastırsaydım
diye düşündü. Tabii ki araba oradaydı. Sadece kaldırımdan karşıya geçecekti.
Ama yine de bekledi. Hayatta bazı anlar, korkunç anlar vardır, sığındığı bir
yerden çıkıp dışarı bakarsın korkunçtur, kimse buna bakmamalı, insan eve gidip
güzel bir çay içmeli fakat tam bunu düşünürken zayıf, kara bir gençkız -nereden
çıktıysa- Rosemary'nin dirseğinin dibinde bitiverdi. Sesi adeta inler, ağlar
gibiydi.
Bir saniye size bir şey söyleyebilir miyim madam?
Bana mı bir şey söyleyeceksin? Rosemary döndü, kocaman
gözlü, bitkin küçük şeyi gördü. Oldukça genç, yaşı kendisinden büyük değildi,
kıpkırmızı elleriyle yakasını boğazına kapatmış, sanki az önce suya düşmüş gibi
tirtirtitriyordu.
Bir fincan çay parası verebilir misiniz madam? Sesi
kekeliyordu.
Sesinde bir sadelik, içtenlik vardı. Bir dilenci sesine hiç
benzemiyordu.
Bir fincan çay mı? Demek hiç paran yok?
Yok madam.
Rosemary karanlıkta kıza baktı “Ne kadar inanılmaz!”Kız da
ona bakıyordu. İnanılmazın da ötesinde! Ve birdenbire bu Rosemary'ye bir serüven
gibi geldi. Alacakaranlıktaki bu karşılaşma ona Dostoyevski'nin romanlarını
hatırlatmıştı. Kızı evine götürdüğünü farzetti. Ancak tiyatroda gördüğü veya
kitaplarda okuduğu şeyleri yapsa ne olurdu? Heyecan vericiydi. Ve daha sonra
şaşkınlık içindeki arkadaşlarına “kızı alıp dosdoğru bizim eve götürdüm”
dediğini görür gibiydi. İleri doğru bir adım atarken, yanındaki solgun şeye
“gel bizde bir çay içelim” dedi.
Kız sıçrayarak geri çekildi. Bir anlığına titremesi bile
geçti. Rosemary bir elini uzatıp kızın omzuna koydu. Gülümseyerek “ben
söylüyorum” dedi. Ne kadar sade ve nazik gülümsediğini düşünüyordu. “Niye
gelmiyorsun? Gelsene, arabama binip eve gidelim ve çay içelim”
Kız “bunu istemiyorsunuz Madam” derken sesinde ızdırap
vardı.
“ Hayır istiyorum, gelmeni istiyorum, ricamı kırma, gel
hadi”
Kız ellerini dudaklarına götürdü ve gözleriyle Rosemary'yi
okumak istiyordu.
Beni karakola götürmeyeceksiniz değil mi? Diye kekeledi.
Karakol mu! Rosemary güldü. Hayır o kadar zalim miyim?
Sadece ısınmanı ve bana anlatacaklarını- her ne anlatmak istersen- dinlemek
istiyorum.
Aç insanlar çabuk ikna olurlar. Uşak arabanın kapısını açtı
ve birkaç saniye sonra uçarcasına gidiyorlardı.
Rosemary elini kapının kadife koluna koyarken kafeslediği
küçük esirine zafer kazanmış gibi “işte oldu, artık benimsin”derken şaka
yapıyordu. Şakanın ötesinde bu kıza hayatta harika şeylerin olacağını, iyilik
perilerinin var olduğunu, zenginlerin kalpsiz olmadığını ve kadınların kardeş
olduğunu ispat etmek istiyordu. Kıza dönerek düşüncesizce “korkma, hem niye
benimle gelmeyeceksin ki, ikimiz de kadınız, eğer ben senden daha talihliysem
sen de ...”
Fakat Allah'tan tam o anda araba durdu yoksa cümleyi nasıl
bitireceğini kendi de bilmiyordu. Zil çalındı, kapı açıldı ve Rosemary nazikçe,
koruyarak neredeyse kucaklayarak ötekini arabadan indirip salona sürükledi.
Sıcaklık, yumuşaklık, hoş bir koku, tüm bunlar o kadar tanıdıktı ki, bunları daha
önce hiç düşünmemişti, ötekinin bunları nasıl karşıladığını gözlemledi,
harikaydı, anaokulundaki tüm dolapları, tüm kutuları açmayı bekleyen küçük
zengin bir kız gibiydi.
Bonkör olmayı özleyen Rosemary “gel üstkata , benim odama
çıkalım” dedi. Hem de küçük şeyi uşakların bakışlarından korumak istiyordu.
Merdivenleri çıkarlarken Jeanne'yi bile çağırmamaya karar verdi, her şeyi kendi
yapacaktı, harika şeyler yapacaksa doğal olmalıydı!
Perdeler çekilmiş, mükemmel lake mobilyaların üzerinde
şömine alevlerinin oynadığı, altın rengi yastıklarla, gülkurusu ve mavi halılı
büyük, güzel yatak odasına girdiklerinde Rosemary yine “işte bu kadar!” diye
bağırdı.
Kız kapının yanında ayakta durdu, şaşırmış görünüyordu ama
Rosemary umursamadı.
Kocaman sandalyeyi şöminenin yanına çekerken “gel, otur”
diye seslendi. “çok rahattır, gel ısın felaket üşümüş gibisin”
Kız “yapamam Madam” diyerek kız geriye kaçtı.
Rosemary kıza doğru koştu “ama lütfen, korkmamalısın,
gerçekten, ben şapkamı filan çıkartırken sen otur, sonra bitişik odaya gidip
çayımızı içip ısınacağız. Niçin korkuyorsun? Ve küçük şeyi neredeyse iterek
kocaman beşiğine oturttu.
Ama bir cevap yoktu. Kız kadının onu oturttuğu şekilde,
elleri iki yanında, ağzı aralık öylece oturuyordu. Dürüst olmak gerekirse biraz
salak görünüyordu. Ama Rosemary bunu farketmedi kıza doğru eğilerek.
“Şapkanı çıkartmak istemez misin? Güzel saçların
sırılsıklam. Hem insan şapkasını çıkarırsa daha rahat hisseder değil mi?” dedi.
“Peki madam” diyen bir fısıltı duyuldu ve lime lime olmuş
şapka çıkartıldı.
Rosemary “gel mantonu da çıkartalım” dedi.
Kız ayağa kalktı ama bir eliyle sandalyeye tutundu ve
Rosemary mantosunu çekmeye başladı ancak bu bayağı zordu, öteki kıza zarzor
yardımcı oluyordu sanki bir çocuğu sürükler gibiydi ve Rosemary'nin aklından
insan yardım görmek istiyorsa bir parça, birazcık gayret göstermeli yoksa
gerçekten zor oluyor diye geçiriyordu. Peki mantoyu ne yapacaktı? Mantoyu da
şapkayı da yere bıraktı. Şöminenin üzerindeki raftan sigara pakedini alacaktı
ki, kız çabucak, hafif ve tuhaf bir şekilde “kusura bakmayın madam ama bir
şeyler vermezseniz bayılacağım” dedi.
Rosemary koşarak zili çaldı “Aman Tanrı'm ne düşüncesizim!”
“ Çay, çabuk çay getirin ve biraz da Brandi!”
Hizmetçi gitti fakat kız neredeyse haykırarak “Hayır Brandi
istemem, hiç brandi içmem sadece bir fincan çay istiyorum Madam” dedi ve
gözyaşlarına boğuldu.
Bu korkunç ve insanın aklını baştan alan bir andı, Rosemary
kızın yanına diz çöktü.
“Ağlama küçüğüm ağlama” Ve dantel mendilini ötekine verdi.
Kız sözle anlatılamayacak kadar duygulanmıştı. Kolunu kızın kuş gibi zayıf
omzuna koydu.
Artık sonunda öteki de utanmayı bırakmıştı, her ikisinin de
kadın olduğundan başka her şeyi unutmuştu. “Bu şekilde devam edemem,
dayanamıyorum, başımın çaresine bakmalıyım, daha fazla katlanamam”
“Katlanmak zorunda değilsin ben sana bakarım artık ağlama
bana rastlaman ne iyi oldu görmüyor musun? Çayımızı içeceğiz ve bana her şeyi
anlatacaksın, ve söz veriyorum bir şeyler ayarlayacağım lütfen ağlama kendini
bitiriyorsun!”
Çay gelmeden az önce Rosemary tam ayağa kalkmıştı ki, öteki
ağlamayı kesti. Kız ikisinin ortasına sehpayı koydu. Küçük şeyin önüne bir sürü
şey yığdı, bir dolu sandviç, tereyağ, ekmek ve fincanı her boşaldığında çay,
süt ve şeker koydu, insanlar şekerin çok besleyici olduğunu söylüyordu
kendisine gelince hiçbir şey yemedi sadece sigarasını içti ve ötekini
utandırmamak için çok nazik davranıyordu.
Ve bu hafif yemeğin etkisi şaşırtıcıydı, çay sehpası
götürüldükten sonra koca koltukta saçları birbirine dolaşmış, koyu renk
dudaklı, derin parlak bakışlı, aydınlık yüzlü kırılgan yepyeni biri vardı ve
tatlı mahmur bakışlarla ateşe bakıyordu. Rosemary yeni bir sigara yaktı
başlamanın zamanıydı.
Yumuşak bir şekilde “en son ne zaman yemek yedin?”diye
sordu.
Fakat tam o anda kapının kulpu çevrildi.
Bu Philip'di “Girebilir miyim Rosemary?”
“Tabii ki.”
Adam “A, affedersiniz” dedi. Durdu ve baktı.
Rosemary gülümseyerek “ önemli değil, bu benim arkadaşım
bayan......”
Hala tuhaf şekilde sessiz ama artık korkmayan mahmur figür
“Smith madam” dedi.
Rosemary “Smith, biraz konuşalım seninle”
Philip “Ah evet birazcık” diyerek yerdeki manto ve şapkaya
göz attı. Şöminenin yanına geldi ve sırtını ateşe çevirdi. “Berbat bir gündü”
diyerek bir sessiz kıza, ellerine, çizmelerine ve bir Rosemary'ye bakıyordu.
Rosemary “evet öyle değil mi? Berbat” dedi.
Philip en güzel gülüşüyle “doğruyu söylemek gerekirse bayan
Smith izin verirse seninle kütüphanede bir şey konuşmak istiyorum” dedi.
Kocaman gözler adama doğru döndü ama onun yerine Rosemary
cevap verdi. “tabii ki verir”. Ve birlikte odadan çıktılar.
Başbaşa kalınca Philip “baksana kim bu kız? Tüm bunlar ne
demek oluyor açıklasana” dedi.
Rosemary gülerek kapıya yaslandı, “onu Curzon caddesinde
buldum, benden bir fincan çay parası istedi ben de eve getirdim”
Philip “Allah aşkına onu ne yapacaksın?” diye bağırdı.
Rosemary çabucak “ona iyi davran” dedi. “ona çok iyi davran,
iyi bak, henüz konuşmadık nasıl olacak bilmiyorum ama kendisini iyi hissetmesini
sağla”
Philip “hayatım sen delirmişsin, biliyorsun değil mi bu
olamaz”dedi.
Rosemary “Böyle söyleyeceğini biliyordum.”dedi. “ama niye
olmasın? Ben yapmak istiyorum, bu yeterli değil mi? Hem ayrıca insanlar bu tür
şeyleri kitaplarda hep okurlar ben de bir karar verdim,...”
Philip purosunun ucunu kırarken alçak sesle “ fakat
inanılmaz derecede güzel” dedi.
Rosemary o kadar şaşırmıştı ki, kızardı “Güzel mi? Öyle mi
diyorsun? Hiç düşünmemiştim”
Philip bir kibrit yaktı “Aman Tanrı'm! Kesinlikle güzel,
tekrar baksana çocuğum, az önce odaya girdiğimde ağzım açık kaldı, yine
de...büyük bir hata yaptığını düşünüyorum, kabaysam kusura bakma canım ama ben
The Milliner's Gazetesine bakana kadar bayan Smith akşam yemeğine zamanında
oturacak mı bilmek istiyorum.”
Rosemary “Seni acayip yaratık seni!” diyerek kütüphaneden
çıktı ama yatakodasına değil çalışma odasına gidip masasına oturdu. “Güzel!”
“kesinlikle sevimli!” ağzım açık kaldı!” Kalbi gümgüm atıyordu. Güzel! Sevimli!
Çek defterine uzandı. Fakat hayır çeklerin faydası olmazdı. Çekmeceyi açtı ve
beş banknot çıkarttı. Baktı, ikisini koydu, üçünü avucuna sıkıştırarak yatak
odasına gitti.
Yarım saat sonra Rosemary içeri girdiğinde Philip hala
kütüphanedeydi.
Yine kapıya yaslandı ve büyülenmiş gibi bakışlarla, egzotik
gözlerini Philip'e dikerek “Bayan Smith'in akşam yemeğine kalmayacağını
söylemeye geldim.” dedi.
Philip gazeteyi bıraktı. “A, ne oldu? Başka bir yere sözü mü
varmış?”
Rosemary gelip adamın dizlerine oturdu. “Gitmekte ısrar
etti, ben de zavallı küçük şeye biraz para verdim, isteğinin dışında onu zorla
tutamazdım öyle değil mi?” diye de ekledi.
Rosemary saçını yeni yapmıştı, gözlerini biraz gölgeleyip,
incilerini taktı, ellerini uzatıp Philip'in yanağına dokundu.
“Beni seviyor musun?” Kadının tatlı, kısık sesi adamın
canını sıktı.
“Seni deli gibi seviyorum” diyerek kadına daha sıkı sarıldı.
“Öp beni”
Bir sessizlik oldu.
Sonra Rosemary rüyada gibi “bugün muhteşem bir minyatür kutu
gördüm, fiyatı yirmi sekiz gineymiş, alabilir miyim?”
Phipip sıçrayarak kalktı. “alabilirsin seni küçük müsrif
seni!” dedi.
Ama Rosemary'nin asıl söylemek istediği şey bu değildi.
Philip diye fısıldayarak başını adamın göğsüne yasladı. “Ben
güzel miyim?”