"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

12 Haziran 2012 Salı

DAĞIN SESİ-YASUNARİ KAVABATA

Nobel Ödüllü Yasunari Kavabata'nın en beğenilen romanlarından biri olan Dağın Sesi, bu yarısaydam ilişkiler ağını şiirsel bir dille yansıtan, yaşlılığın güçlüklerine dair hem dingin hem de son derece etkileyici bir roman...

Yaşlı bir işadamı olan Ogata Şingo gündüzleri ufak tefek hafıza kayıpları yaşamaktan mustariptir. Geceleriyse uzaklardan, civardaki dağdan gelen gümbürtüler duyar ve bu sesi ölümle özdeşleştirir. 

İkisinin arasında bir zamanlar Şingo'nun yaşamının temelini oluşturan ilişkiler yer almaktadır: Onu hayal kırıklığına uğratan karısı, zampara oğlu ve kendisinde hem merhamet, hem de rahatsız edici şehvet kıpırtıları uyandıran gelini Kikuko. 

Nobel Ödüllü Yasunari Kavabata'nın en beğenilen romanlarından biri olan Dağın Sesi, bu yarısaydam ilişkiler ağını şiirsel bir dille yansıtan, yaşlılığın güçlüklerine dair hem dingin hem de son derece etkileyici bir roman.

"Sarsılmaz görünen aile içi gruplaşmalar, defalarca tasvir edilen doğa güzellikleri, aşkın ve şehvetin alevlenme veya kıvılcımlanma süreçleri... Kavabata'nın kurgusal dünyası, bütün öğelerinin birleşmesiyle bir No dramının büyüleyici cazibesine erişiyor."
Saturday Review

*

Kedere talip olmak

MEHMET ÖZTUNÇ
Nobelli Japon yazar Kavabata’nın Dağın Sesi adlı romanı yaşamın kıyısına vuracak bezgin, umutsuz bir ruhun, intihara kesmiş, melankolik bir yazarın sesi. Yazar, çoğu kimsenin karşısına alıp yüzleşme cesareti gösteremediği karanlık keder duygusunun peşinde.

DAĞIN SESİ, YASUNARİ KAVABATA, ÇEV.: DOST KÖRPE, DOĞAN KİTAPÇILIK, 240 SAYFA,

Söz konusu olan eğer Japon sineması, müziği ya da edebiyatıysa mutlaka sanatın toplumsal, tarihsel ve yerel sorumlulukları hatırlatılır ve değerlendirmeler bu perspektif çerçevesinde ortaya konur. Elbette ki bu demirbaş yargı, Japonya’nın yaşadığı oldukça sancılı, krizli Batılılaşma macerasıyla da çok yakından ilişkilidir.
    Batı’nın en önemli yazın eleştirmenlerinden Roland Barthes’ın Japon haikuları üzerine yaptığı saptamalar, Japon edebiyatını ve Japonya’yı anlamamız ve anlamlandırmamız açısından çok önemli bir referanstır. Çünkü Barthes, “Göstergeler İmparatorluğu” adlı makalesinde haikuları çözümlerken Batılı eleştiri parametrelerini aşarak Japonya’nın ruhu üzerinden hem içeriksel hem de biçimsel değerlendirmeler yapar.
    Nobel komitesi 1968’de edebiyat ödülünü Yasunari Kavabata’ya verirken gerekçesini şöyle açıklar: “Japon düşünme tarzının özünü büyük duyarlılıkla yansıtan anlatım ustalığı için.” Dünyanın hızla bir Amerikan köyüne benzemesine karşı çıkan Kavabata, 1972’de intihar ederken yozlaşan yaşamın içinden yazınıyla kotarıp aldığı, Japon ruhunun duyduğu o derin ıstırabın bedelini bir de canıyla öder. Kaba bir Batılılaşma karşıtı değildir, böyle anlaşılabilme tehlikesine karşın Nobel konuşmasına şu cümleleri de ekler: “İşte burada elinizde Doğu’nun boşluğu ve hiçliği var. Benim özel çalışmalarım bu boşluğun çalışmaları olarak tanımlanmıştır; ancak bu, Batı’nın hiçliği olarak yorumlanmamalıdır. Ruhani esas oldukça farklıdır.”
KARANLIK BİR KEDER DUYGUSU
Kavabata’nın Dağın Sesi adlı romanı yaşamın kıyısına vuracak bezgin, umutsuz bir ruhun intihara kesmiş, melankolik sesidir. Hangi müntehir yazarın yapıtını okusam sanki onların intihar edeceklerini belirten işaretler, şifreler arar ve yapıtlarını bu heyulanın ardından okurum. Çünkü bazı metinler, yazarı ayırdında olmasa da, fark etmeden yazarlarının dünü, şimdisi olurken bazı yapıtlar ise yazarlarının geleceği olurlar. Dağın Sesi, Kavabata’nın geleceğinden kopan, elbette biyografik değil; ama istense dahi yazarının yaşamından bağımsız okunamayacak bir yapıttır.
    Çoğu kimsenin karşısına alıp yüzleşme cesareti gösteremediği karanlık keder duygusunu Kavabata, orta sınıf bir Japon ailesi üzerinden billurlaştırır ve dolayımında okuru savaş sonrasının Japonya’sı ile karşı karşıya bırakırken de Japonya’nın üzerindeki manevi enkazın çok boyutlu bir resmini çizer. Bu enkaz, sakatlanmış bir yaşamın enkazıdır ve bundandır ki olağan zamanlarda kıyamet gençlerin payına düşerken bu altüst oluş döneminde yaşlılar da en az gençler kadar kıyamete yakındırlar. Çünkü geleceğin dokusu o kadar yabancıdır ki dünün ve bugünün çukurlarındaki boşlukları bir türlü dolduramaz. Romanda intihar eden yaşlılar, kürtaj yapan kadınlar, insanın insan için taşınması giderek zorlaşan bir yüke döndüğünün resmidir.
    Kavabata gerek metne gerekse de okura saygı duyan bir mesafeden kederin farklı yüzlerini kahramanlar arasında üleştirir. Öylesine karanlık ve yabancı bir kederdir ki bu keder, toplumun kimyasını bozmuş, boşanmalar ve dahası intiharlarla o toplumu ilmek ilmek kemirmeye, çözmeye başlamıştır. Mutluluğun açık iştahına karşılık keder oldukça kanaatkârdır.
Derinden BİR ELEŞTİRİ
Kavabata,  romanının psikolojik ve fizyolojik mimarisini kurarken kederin kanaatkârlığının farkındadır. Romandaki gerilim öğelerini başından sonuna kadar kanaatkâr bir biçimde; ama romanını da yoksullaştırmadan o kadar ustaca kullanır ki yapıt bize has yazarlığın aslında bir eksiltme becerisi olduğunu da gösterir. Kavabata, bu bölümlerde dili bir karakterin ruhunu kovalarcasına, o kadar özenli bir biçimde tartarak kullanır ki dil, adeta ipekten bir kumaş gibi incelir, renklenir ve parlar. Kavabata, Freud’yen bir biçimde rüyaları yaşamın karanlık yüzü olarak yansıtır. Hayatın söylemeye çekindiğini rüyalar söyler. Yaşlı Şinto’nun yaşı gereği okur için karanlık kalan bazı duyguları rüyalarda aydınlanır. Freud Sanat ve Sanatçılar Üzerine’de, ‘büyük sanatçılar, fikirleri ustalıkla kahramanlara giydirip okurları romanla baş başa bırakır’ der. Kavabata, Freud’un yazar tanımını doğrular bir nitelikte kendisini ve fikirlerini yapıtından o kadar ustaca uzaklaştırır ki okur,  onlarla boğuşmadan romanla başbaşa kalır.
    Kavabata daha ilk cümlelerinde yerelin yenen hakkını hatırlatır ve düşünceyi kendi uhdesinde gören iktidar odaklarına inceden göndermeler yapar: “Ogata Şingo’nun düşünceli bir edası vardı. Belki de bir yabancıya böyle görünmezdi. Bir şeye üzülmüş gibi görünebilirdi daha çok.” Kavabata, yaşlı Şingo’nun eşi Yasuko ile Amerikan hayat tarzını sık sık üçüncü sayfa haberlerle romanına taşır ve dünyanın Amerika’nın üçünü sayfa bir kopyasına dönmesi sürecine, Japon ruhunun hudutlarını gözeterek sert değil belki; ama derinden bir eleştiri gönderir.

*
JAPONYA’DAKİ DAĞIN SESİ…

Ozan Ezgi Berberoğlu

Savaş öncesi doğan bir bebek hava saldırılarının gölgesinde, tedirgin ve mutsuz havayı teneffüs etmiştir. Belki babası onu son kez öpüp cepheye gitmiştir. Gözlerinde karanlık bir yan vardır muhakkak savaş bebeğinin. Sonra doğanlar ise nispeten dingin ve aydınlık umuduyla yaşayacaktır…

Her şey birbirinden bağımsız şekilde “olmaya” devam eder dünyada. İnsanlar birbirlerinden habersiz güler, üzülür, evlenir ya da ölürler. Dünyayı yukardan izleyebilsek, birbirinden bağımsız ve sürekli olagelen milyarlarca hareketin oluşturduğu kusursuz bir mozaik görürdük şüphesiz. Japonya’nın bir kasabasında Şingo devedikenlerinin arasında dans eden kelebekleri izlerken, mutfak penceresindeki Kukiko, kocasının onu bu gece yalnız bırakmamasını umarak, dağılmakta olan sise karşı dua ediyor olabilir. Binlerce ses ve renkle yoğurulmuş hızla dönen koca bir evrenin insana yüzlerce duyguyu armağan etmiş olması şaşılası değildir. Şingo’nun duvarındaki maskenin kırmızısı arzuyu doğururken, gözlerindeki siyah ölümün korkusunu anımsatabilir ona.

Yazarın detaycı bakışı aynı rengin yüzlerce tonunu ve bunların zihninizdeki duygusal yansımalarını her an tersine çevirebilir ya da bambaşka bir yola sokabilir. Sizin yapmanız gereken tek şey gözlerinizi ve algınızı daima açık tutmaktır. Çünkü Kavabata’nın duygularında her zaman nesnel bir tarif mümkündür. Mutluluğun anlamı kiraz kuşlarının kanatlarında ya da gingkonun sararan yaprağında tanımlı olabilir. Hiçbir duygulanım tanımsız, yalın ismiyle kalmayacaktır zihninizde; soyut kavramları görünür kılmak için binlerce betimleme yoluna sahiptir yazarın kalemi.

Kavabata’yı okumaya başladığınızda bilegeldiğiniz şeylerin anlamlarının, isimlerini aştığını fark edeceksiniz. Onun sayfalarında yaşamaya alıştığınızda ise kelimelerin kafanızdaki tanımlarının çoktan değişmeye başladığını göreceksiniz. Ben buna “kavramların olgunlaşması” diyorum. Kavramlarınız olgunlaştıkça yağmurun sadece “yağmur” olmadığını anlayabilirsiniz. Kavabata romanında, zihninizi bu olgunlaşmaya yönlendirmek için algınızın ötesinde bir romantizm sunuyor size. Bu sayede her kavrama ve nesneye tamamen bireysel bir tanım getirebiliyorsunuz. Örneğin kiraz ağacı alelade bir bitki olmanın çok ötesine geçiyor artık sözlüğünüzde; anılarınızı dallarında taşıyan ve farklı çağrışımların yapraklarında biriktiği bir anlamlar bütünü oluyor. Herkesin kiraz ağacı tanımı da bireyselleşmiş oluyor böylece.

Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Japon yazar olan Yasunari Kavabata, okuru duygularda ve yakın tarihte kısa bir yolculuğa davet ediyor “Dağın Sesi” romanıyla… Kitabı okuduğunuz süre boyunca nostaljik bir Japon ailesinin evindeki görünmez konuk oluveriyorsunuz. Yazarın tasvir gücü ve ayrıntıcılığı Ogata ailesinin yaşadığı tüm dramı capcanlı görmenizi sağlıyor. Böylece dünyayı algılarken hayal gücünüzden yararlanmayı öğreniyorsunuz. Bir Budist özdeyişinin dediği gibi “tanışılması zor olanla tanışıyor; duyulması zor olanı duyuyorsunuz”.

“Dağın Sesi”, Yasunari Kavabata, Çev: Dost Körpe, 240 s., Doğan Kitap, 2010

*
İnsanda huzur bulmak
ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE

Kavabata'nın 1949'da yazmaya başladığı 'Dağın Sesi' savaş sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan halini temel alıyor

Japon edebiyatının saygın yazarlarından Yasunari Kavabata’nın hayat hikâyesi, trajik bir roman denli kurgusal gelir insana. İyi eğitim görmüş doktor babasını iki, çok varlıklı bir ailenin kızı olan annesini ise daha dört yaşına basmadan kaybeder. Kayıpları bununla kalmaz, on beş yaşına geldiğinde, hayatında sadece bir kez görebildiği ablasını, babaannesini ve dedesini de kaybetmiştir. Ağır bir yalnızlık duygusuyla lise yıllarında yazmaya başlar. Öykü ve romanlarındaki ölüm ve yalnızlık temalarının kaynağında büyük olasılıkla ilk elden deneyimlenmiş acı yatar.
Kavabata, Japon edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olmasına rağmen eserleri sık çevrilmez Türkçeye. Daha önce yazarın ‘Bin Beyaz Turna’, ‘İzu’lu Dansçı Kız’ ve ‘Kyoto’ romanlarını okumuş biri olarak, sıklıkla sözü edilen ‘Dağın Sesi’ ile Gabriel Garcia Marquez’in ‘Benim Hüzünlü Orospularım’da gönderme yaptığı ‘Uyuyan Güzeller’i merak ediyordum. ‘Dağın Sesi’ sonunda yeni bir çeviriyle yayımlandı. Sadece yazarın önemli eserlerinden biri olmakla kalmayan, çağdaş Japon edebiyatının da başyapıtları arasında yer alan bir eser ‘Dağın Sesi’.

Hiç güzel sayılmayacak bir kadındır
Roman, yaşlanmaya başlayan Şingo adlı kahramanın aile fertleriyle ilişkileri temelinde gelişir. Şingo mesafeli durduğu otuz yıllık ikinci eşi, boşanıp iki çocuğuyla babasının yanına dönen hırçın kızı, çapkın oğlu ve güzel geliniyle birlikte yaşar. Aile içinde sorunlu olmayan tek ilişkiyi geliniyle kurmuştur Şingo, karısı ve çocuklarını yakın bulmaz kendine. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine benzetir; ilk eşi aynı zamanda şimdiki karısının kızkardeşidir. Çok sevdiğini anladığımız güzel karısının ölümünden sonra destek olmak için gelen, kendisinden bir yaş büyük baldızı sonradan ikinci eşi olur. Kadının bir yaş büyük olduğunu ve çirkinliğini birçok kereler tekrarlar yazar. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Sanki Şingo’nun hayatındaki uyum, karısının ölümü ile bitmiştir. Şimdi çirkin denilecek bir kadınla evlidir, kızı ise “hiç güzel sayılmayacak” bir kadındır, ayrıca kocasını terk edip eve dönerken yanında kendine benzeyen küçük yaramaz kızını ve bebeğini de getirmiştir. Sanki üç nesle yayılan bir çirkinlik olarak algılar onları Şingo. Bu arada yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine gitmekte sakınca görmez. Şingo’nun çevresi kürtajlar, evlilik dışı bebekler, aldatan kocalar, sevgilisini döven erkekler, savaşta kocasını kaybetmiş kadınlarla dolu olduğu için, tüm bunlardan kendini suçlar. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur? Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini suçlu bulur.
Roman, Şingo’nun unutkanlığı ile başlar. Artık eskisi gibi sağlıklı olmadığının farkındadır. Hafızasının da hızla zayıfladığını, anılarını hatırlamakta zorlandığını anladığı yaştadır. Kravatını seçerken uzun süre kararsız kalır, balıkçıda deniz salyangozu alırken kaç tane alması gerektiğine karar veremez, ancak sadece zihni karışık bir yaşlı adam değildir, bazı yetilerini de kaybetmeye başlamıştır, papyonunu nasıl bağladığını bir türlü hatırlamaz. Kendini en iyi gençlerin yanında hisseder. Alışveriş yapan iki genç fahişenin neşeyle balık seçmeleri hoşuna gider. Kendisi gibi sabah çok erken saatlerde kalkan, ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve dağlardan söz eder. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak şimdi bakıyor gibidir.

Rüyaların uyandırıcı etkisi
Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder. Rüyalardan başka Şingo’yu doğa ve gençliğin de uyardığını görürüz.
‘Dağın Sesi’, Kavabata’nın İkinci Dünya Savaşından sonra yazdığı ilk roman. Yazar, yeni estetik arayış içine giriyor ve daha önce denemediği bazı ifade tekniklerini ilk kez bu eserinde kullanıyor. Özellikle parçalanmış hissi veren bölümlerle zamanın akıcılığını hissettiriyor. Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan ayçiçekleri, eylül başında beklene fırtına gibi doğa olayları sayesinde ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz. Ayrıca Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gidiyor. Cenazeler Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnız kaldığını gösteriyor adeta. Yaşlanan her insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hissediyor.

Uzak ve bulanık bir ilişki
Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında olağandışı bir yakınlık başlıyor. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur bulan iki insan olarak görüyoruz onları. Kocasının aldatmalarına dayanamayıp bebeğini aldıran ve evi terk eden gelini, kocası özür dilediğinde değil, Şingo’dan bir telefon geldiğinde eve dönmeye karar veriyor. Kayınpederi aradığında “sizi ne kadar çabuk görürsem, eve dönmem o kadar kolay olur” diyor. Tokyo’nun merkezindeki büyük parkta buluştuklarında eve döneceğini söylüyor gelini: “Ama siz aramasaydınız...’ diye başladığı cümleyi bitirmiyor. Aslında genelde duygularını açıkladığı konularda tutuk davranıyor ve tümcelerini tamamlamıyor. Yazar bu yakınlığı değerlendirmeyi tamamen okuruna bırakıyor. Belki bastırılmış aşk, belki de olağandışı sevgiyle bağlı bir baba-kız ilişkisi. Ne Şingo ne de gelini duygularını sözcüklere dökmediklerinden hep gizemli kalan bir ilişki.
Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve bulanıktır. Çok horladığı için karısının yanında uyuyamaz ve de tiksinir karısından. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış gibiydi.” Tiksintinin ardında ilk karısının ölümünün yattığını düşünmek yanlış olmaz. Çirkin bulduğu kızına bakarken de eğer ilk karısının çocuğu olsaydı belki güzel olurdu diye düşünür. Hatta güzel eşiyle çocukları olsaydı gelini gibi güzel olurdu diye düşünür, gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla. Roman simgelerle dolu bir anlatıma sahip ama Kavabata o denli sade bir dil kullanıyor ki, kurgu da basit ve net görünüyor bu sayede. Duygular ne denli yoğun olurlarsa olsun, içtenlikle anlatıldığı için herkes tarafından anlaşılacak, her okurda belli duyguları uyandıracak bir güce sahip oluyor. Bu sefer Kavabata okurken, ne kadar temel insani duyguları merkeze aldığını görmek şaşırttı beni. 1949’da yazmaya başladığı ‘Dağın Sesi’ savaş sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan halini temel alıyor. Kahramanları dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağda yine benzer duyguları yansıtacak denli güçlüler. Romanın en önemli kusuru çevirinin İngilizceden yapılmış olması. İngilizcede abla-kızkardeş, enişte-dayı-amca için aynı sözcükler kullanıldığı için, bu durum çok rahatsız edici çeviri hatalarına neden olmuş. Ayrıca Türkçe ‘sen’ ya da ‘siz’ hitap şekilleri ilişkiler açısından çok belirleyicidir. Japonca’da nasıldır bilemiyorum ama İngilizce bu ayırımın olmaması yüzünden aşırı saygılı davranan bir sekreter patronuna sen diyebiliyor, çok yakın dostlar siz diye hitap ediyorlar. Zorunlu durumlarda çevirilerin ikinci el dilden yapılmasına karşı değilim ama araya sadece dilsel ve kültürel kayıplar değil önemli kurgusal hatalar çıktığında affedilmez oluyor.

DAĞIN SESİ
Yasunari Kavabata
Çeviren: Dost Körpe
Doğan Kitap
2010
236 sayfa

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9