Nobel Ödüllü Yasunari Kavabata'nın en beğenilen
romanlarından biri olan Dağın Sesi, bu yarısaydam ilişkiler ağını şiirsel bir
dille yansıtan, yaşlılığın güçlüklerine dair hem dingin hem de son derece
etkileyici bir roman...
Yaşlı bir işadamı olan Ogata Şingo gündüzleri ufak tefek hafıza kayıpları yaşamaktan mustariptir. Geceleriyse uzaklardan, civardaki dağdan gelen gümbürtüler duyar ve bu sesi ölümle özdeşleştirir.
Yaşlı bir işadamı olan Ogata Şingo gündüzleri ufak tefek hafıza kayıpları yaşamaktan mustariptir. Geceleriyse uzaklardan, civardaki dağdan gelen gümbürtüler duyar ve bu sesi ölümle özdeşleştirir.
İkisinin arasında bir
zamanlar Şingo'nun yaşamının temelini oluşturan ilişkiler yer almaktadır: Onu
hayal kırıklığına uğratan karısı, zampara oğlu ve kendisinde hem merhamet, hem
de rahatsız edici şehvet kıpırtıları uyandıran gelini Kikuko.
Nobel Ödüllü
Yasunari Kavabata'nın en beğenilen romanlarından biri olan Dağın Sesi, bu
yarısaydam ilişkiler ağını şiirsel bir dille yansıtan, yaşlılığın güçlüklerine
dair hem dingin hem de son derece etkileyici bir roman.
"Sarsılmaz görünen aile içi gruplaşmalar, defalarca
tasvir edilen doğa güzellikleri, aşkın ve şehvetin alevlenme veya kıvılcımlanma
süreçleri... Kavabata'nın kurgusal dünyası, bütün öğelerinin birleşmesiyle bir
No dramının büyüleyici cazibesine erişiyor."
Saturday Review
Saturday Review
*
Kedere talip olmak
MEHMET ÖZTUNÇ
Nobelli Japon yazar Kavabata’nın Dağın Sesi adlı romanı
yaşamın kıyısına vuracak bezgin, umutsuz bir ruhun, intihara kesmiş, melankolik
bir yazarın sesi. Yazar, çoğu kimsenin karşısına alıp yüzleşme cesareti
gösteremediği karanlık keder duygusunun peşinde.
DAĞIN SESİ, YASUNARİ KAVABATA, ÇEV.: DOST KÖRPE, DOĞAN
KİTAPÇILIK, 240 SAYFA,
Söz konusu olan eğer Japon sineması, müziği ya da
edebiyatıysa mutlaka sanatın toplumsal, tarihsel ve yerel sorumlulukları
hatırlatılır ve değerlendirmeler bu perspektif çerçevesinde ortaya konur.
Elbette ki bu demirbaş yargı, Japonya’nın yaşadığı oldukça sancılı, krizli
Batılılaşma macerasıyla da çok yakından ilişkilidir.
Batı’nın en önemli yazın
eleştirmenlerinden Roland Barthes’ın Japon haikuları üzerine yaptığı
saptamalar, Japon edebiyatını ve Japonya’yı anlamamız ve anlamlandırmamız
açısından çok önemli bir referanstır. Çünkü Barthes, “Göstergeler
İmparatorluğu” adlı makalesinde haikuları çözümlerken Batılı eleştiri
parametrelerini aşarak Japonya’nın ruhu üzerinden hem içeriksel hem de biçimsel
değerlendirmeler yapar.
Nobel komitesi 1968’de edebiyat ödülünü
Yasunari Kavabata’ya verirken gerekçesini şöyle açıklar: “Japon düşünme
tarzının özünü büyük duyarlılıkla yansıtan anlatım ustalığı için.” Dünyanın
hızla bir Amerikan köyüne benzemesine karşı çıkan Kavabata, 1972’de intihar
ederken yozlaşan yaşamın içinden yazınıyla kotarıp aldığı, Japon ruhunun
duyduğu o derin ıstırabın bedelini bir de canıyla öder. Kaba bir Batılılaşma
karşıtı değildir, böyle anlaşılabilme tehlikesine karşın Nobel konuşmasına şu
cümleleri de ekler: “İşte burada elinizde Doğu’nun boşluğu ve hiçliği var.
Benim özel çalışmalarım bu boşluğun çalışmaları olarak tanımlanmıştır; ancak
bu, Batı’nın hiçliği olarak yorumlanmamalıdır. Ruhani esas oldukça farklıdır.”
KARANLIK BİR KEDER DUYGUSU
Kavabata’nın Dağın Sesi adlı romanı yaşamın kıyısına vuracak
bezgin, umutsuz bir ruhun intihara kesmiş, melankolik sesidir. Hangi müntehir
yazarın yapıtını okusam sanki onların intihar edeceklerini belirten işaretler,
şifreler arar ve yapıtlarını bu heyulanın ardından okurum. Çünkü bazı metinler,
yazarı ayırdında olmasa da, fark etmeden yazarlarının dünü, şimdisi olurken
bazı yapıtlar ise yazarlarının geleceği olurlar. Dağın Sesi, Kavabata’nın
geleceğinden kopan, elbette biyografik değil; ama istense dahi yazarının yaşamından
bağımsız okunamayacak bir yapıttır.
Çoğu kimsenin karşısına alıp yüzleşme
cesareti gösteremediği karanlık keder duygusunu Kavabata, orta sınıf bir Japon
ailesi üzerinden billurlaştırır ve dolayımında okuru savaş sonrasının
Japonya’sı ile karşı karşıya bırakırken de Japonya’nın üzerindeki manevi
enkazın çok boyutlu bir resmini çizer. Bu enkaz, sakatlanmış bir yaşamın
enkazıdır ve bundandır ki olağan zamanlarda kıyamet gençlerin payına düşerken
bu altüst oluş döneminde yaşlılar da en az gençler kadar kıyamete yakındırlar.
Çünkü geleceğin dokusu o kadar yabancıdır ki dünün ve bugünün çukurlarındaki
boşlukları bir türlü dolduramaz. Romanda intihar eden yaşlılar, kürtaj yapan
kadınlar, insanın insan için taşınması giderek zorlaşan bir yüke döndüğünün resmidir.
Kavabata gerek metne gerekse de okura
saygı duyan bir mesafeden kederin farklı yüzlerini kahramanlar arasında
üleştirir. Öylesine karanlık ve yabancı bir kederdir ki bu keder, toplumun
kimyasını bozmuş, boşanmalar ve dahası intiharlarla o toplumu ilmek ilmek
kemirmeye, çözmeye başlamıştır. Mutluluğun açık iştahına karşılık keder oldukça
kanaatkârdır.
Derinden BİR ELEŞTİRİ
Kavabata, romanının psikolojik ve fizyolojik
mimarisini kurarken kederin kanaatkârlığının farkındadır. Romandaki gerilim öğelerini
başından sonuna kadar kanaatkâr bir biçimde; ama romanını da yoksullaştırmadan
o kadar ustaca kullanır ki yapıt bize has yazarlığın aslında bir eksiltme
becerisi olduğunu da gösterir. Kavabata, bu bölümlerde dili bir karakterin
ruhunu kovalarcasına, o kadar özenli bir biçimde tartarak kullanır ki dil,
adeta ipekten bir kumaş gibi incelir, renklenir ve parlar. Kavabata, Freud’yen
bir biçimde rüyaları yaşamın karanlık yüzü olarak yansıtır. Hayatın söylemeye
çekindiğini rüyalar söyler. Yaşlı Şinto’nun yaşı gereği okur için karanlık
kalan bazı duyguları rüyalarda aydınlanır. Freud Sanat ve Sanatçılar
Üzerine’de, ‘büyük sanatçılar, fikirleri ustalıkla kahramanlara giydirip
okurları romanla baş başa bırakır’ der. Kavabata, Freud’un yazar tanımını
doğrular bir nitelikte kendisini ve fikirlerini yapıtından o kadar ustaca
uzaklaştırır ki okur, onlarla boğuşmadan romanla başbaşa kalır.
Kavabata daha ilk cümlelerinde yerelin
yenen hakkını hatırlatır ve düşünceyi kendi uhdesinde gören iktidar odaklarına
inceden göndermeler yapar: “Ogata Şingo’nun düşünceli bir edası vardı. Belki de
bir yabancıya böyle görünmezdi. Bir şeye üzülmüş gibi görünebilirdi daha çok.”
Kavabata, yaşlı Şingo’nun eşi Yasuko ile Amerikan hayat tarzını sık sık üçüncü
sayfa haberlerle romanına taşır ve dünyanın Amerika’nın üçünü sayfa bir
kopyasına dönmesi sürecine, Japon ruhunun hudutlarını gözeterek sert değil
belki; ama derinden bir eleştiri gönderir.
*
JAPONYA’DAKİ DAĞIN SESİ…
Ozan Ezgi Berberoğlu
Ozan Ezgi Berberoğlu
Savaş öncesi doğan bir bebek hava saldırılarının gölgesinde,
tedirgin ve mutsuz havayı teneffüs etmiştir. Belki babası onu son kez öpüp
cepheye gitmiştir. Gözlerinde karanlık bir yan vardır muhakkak savaş bebeğinin.
Sonra doğanlar ise nispeten dingin ve aydınlık umuduyla yaşayacaktır…
Her şey birbirinden bağımsız şekilde “olmaya” devam eder
dünyada. İnsanlar birbirlerinden habersiz güler, üzülür, evlenir ya da ölürler.
Dünyayı yukardan izleyebilsek, birbirinden bağımsız ve sürekli olagelen
milyarlarca hareketin oluşturduğu kusursuz bir mozaik görürdük şüphesiz.
Japonya’nın bir kasabasında Şingo devedikenlerinin arasında dans eden
kelebekleri izlerken, mutfak penceresindeki Kukiko, kocasının onu bu gece
yalnız bırakmamasını umarak, dağılmakta olan sise karşı dua ediyor olabilir.
Binlerce ses ve renkle yoğurulmuş hızla dönen koca bir evrenin insana yüzlerce
duyguyu armağan etmiş olması şaşılası değildir. Şingo’nun duvarındaki maskenin
kırmızısı arzuyu doğururken, gözlerindeki siyah ölümün korkusunu anımsatabilir
ona.
Yazarın detaycı bakışı aynı rengin yüzlerce tonunu ve
bunların zihninizdeki duygusal yansımalarını her an tersine çevirebilir ya da
bambaşka bir yola sokabilir. Sizin yapmanız gereken tek şey gözlerinizi ve
algınızı daima açık tutmaktır. Çünkü Kavabata’nın duygularında her zaman nesnel
bir tarif mümkündür. Mutluluğun anlamı kiraz kuşlarının kanatlarında ya da
gingkonun sararan yaprağında tanımlı olabilir. Hiçbir duygulanım tanımsız,
yalın ismiyle kalmayacaktır zihninizde; soyut kavramları görünür kılmak için
binlerce betimleme yoluna sahiptir yazarın kalemi.
Kavabata’yı okumaya başladığınızda bilegeldiğiniz şeylerin
anlamlarının, isimlerini aştığını fark edeceksiniz. Onun sayfalarında yaşamaya
alıştığınızda ise kelimelerin kafanızdaki tanımlarının çoktan değişmeye
başladığını göreceksiniz. Ben buna “kavramların olgunlaşması” diyorum.
Kavramlarınız olgunlaştıkça yağmurun sadece “yağmur” olmadığını
anlayabilirsiniz. Kavabata romanında, zihninizi bu olgunlaşmaya yönlendirmek
için algınızın ötesinde bir romantizm sunuyor size. Bu sayede her kavrama ve
nesneye tamamen bireysel bir tanım getirebiliyorsunuz. Örneğin kiraz ağacı
alelade bir bitki olmanın çok ötesine geçiyor artık sözlüğünüzde; anılarınızı
dallarında taşıyan ve farklı çağrışımların yapraklarında biriktiği bir anlamlar
bütünü oluyor. Herkesin kiraz ağacı tanımı da bireyselleşmiş oluyor böylece.
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Japon yazar olan
Yasunari Kavabata, okuru duygularda ve yakın tarihte kısa bir yolculuğa davet
ediyor “Dağın Sesi” romanıyla… Kitabı okuduğunuz süre boyunca nostaljik bir
Japon ailesinin evindeki görünmez konuk oluveriyorsunuz. Yazarın tasvir gücü ve
ayrıntıcılığı Ogata ailesinin yaşadığı tüm dramı capcanlı görmenizi sağlıyor.
Böylece dünyayı algılarken hayal gücünüzden yararlanmayı öğreniyorsunuz. Bir
Budist özdeyişinin dediği gibi “tanışılması zor olanla tanışıyor; duyulması zor
olanı duyuyorsunuz”.
“Dağın Sesi”, Yasunari Kavabata, Çev: Dost Körpe, 240 s.,
Doğan Kitap, 2010
*
İnsanda huzur bulmak
ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE
Kavabata'nın 1949'da yazmaya başladığı 'Dağın Sesi' savaş
sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan
halini temel alıyor
Japon edebiyatının saygın yazarlarından Yasunari
Kavabata’nın hayat hikâyesi, trajik bir roman denli kurgusal gelir insana. İyi
eğitim görmüş doktor babasını iki, çok varlıklı bir ailenin kızı olan annesini
ise daha dört yaşına basmadan kaybeder. Kayıpları bununla kalmaz, on beş yaşına
geldiğinde, hayatında sadece bir kez görebildiği ablasını, babaannesini ve
dedesini de kaybetmiştir. Ağır bir yalnızlık duygusuyla lise yıllarında yazmaya
başlar. Öykü ve romanlarındaki ölüm ve yalnızlık temalarının kaynağında büyük
olasılıkla ilk elden deneyimlenmiş acı yatar.
Kavabata, Japon edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olmasına rağmen eserleri sık çevrilmez Türkçeye. Daha önce yazarın ‘Bin Beyaz Turna’, ‘İzu’lu Dansçı Kız’ ve ‘Kyoto’ romanlarını okumuş biri olarak, sıklıkla sözü edilen ‘Dağın Sesi’ ile Gabriel Garcia Marquez’in ‘Benim Hüzünlü Orospularım’da gönderme yaptığı ‘Uyuyan Güzeller’i merak ediyordum. ‘Dağın Sesi’ sonunda yeni bir çeviriyle yayımlandı. Sadece yazarın önemli eserlerinden biri olmakla kalmayan, çağdaş Japon edebiyatının da başyapıtları arasında yer alan bir eser ‘Dağın Sesi’.
Hiç güzel sayılmayacak bir kadındır
Roman, yaşlanmaya başlayan Şingo adlı kahramanın aile fertleriyle ilişkileri temelinde gelişir. Şingo mesafeli durduğu otuz yıllık ikinci eşi, boşanıp iki çocuğuyla babasının yanına dönen hırçın kızı, çapkın oğlu ve güzel geliniyle birlikte yaşar. Aile içinde sorunlu olmayan tek ilişkiyi geliniyle kurmuştur Şingo, karısı ve çocuklarını yakın bulmaz kendine. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine benzetir; ilk eşi aynı zamanda şimdiki karısının kızkardeşidir. Çok sevdiğini anladığımız güzel karısının ölümünden sonra destek olmak için gelen, kendisinden bir yaş büyük baldızı sonradan ikinci eşi olur. Kadının bir yaş büyük olduğunu ve çirkinliğini birçok kereler tekrarlar yazar. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Sanki Şingo’nun hayatındaki uyum, karısının ölümü ile bitmiştir. Şimdi çirkin denilecek bir kadınla evlidir, kızı ise “hiç güzel sayılmayacak” bir kadındır, ayrıca kocasını terk edip eve dönerken yanında kendine benzeyen küçük yaramaz kızını ve bebeğini de getirmiştir. Sanki üç nesle yayılan bir çirkinlik olarak algılar onları Şingo. Bu arada yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine gitmekte sakınca görmez. Şingo’nun çevresi kürtajlar, evlilik dışı bebekler, aldatan kocalar, sevgilisini döven erkekler, savaşta kocasını kaybetmiş kadınlarla dolu olduğu için, tüm bunlardan kendini suçlar. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur? Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini suçlu bulur.
Roman, Şingo’nun unutkanlığı ile başlar. Artık eskisi gibi sağlıklı olmadığının farkındadır. Hafızasının da hızla zayıfladığını, anılarını hatırlamakta zorlandığını anladığı yaştadır. Kravatını seçerken uzun süre kararsız kalır, balıkçıda deniz salyangozu alırken kaç tane alması gerektiğine karar veremez, ancak sadece zihni karışık bir yaşlı adam değildir, bazı yetilerini de kaybetmeye başlamıştır, papyonunu nasıl bağladığını bir türlü hatırlamaz. Kendini en iyi gençlerin yanında hisseder. Alışveriş yapan iki genç fahişenin neşeyle balık seçmeleri hoşuna gider. Kendisi gibi sabah çok erken saatlerde kalkan, ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve dağlardan söz eder. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak şimdi bakıyor gibidir.
Rüyaların uyandırıcı etkisi
Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder. Rüyalardan başka Şingo’yu doğa ve gençliğin de uyardığını görürüz.
‘Dağın Sesi’, Kavabata’nın İkinci Dünya Savaşından sonra yazdığı ilk roman. Yazar, yeni estetik arayış içine giriyor ve daha önce denemediği bazı ifade tekniklerini ilk kez bu eserinde kullanıyor. Özellikle parçalanmış hissi veren bölümlerle zamanın akıcılığını hissettiriyor. Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan ayçiçekleri, eylül başında beklene fırtına gibi doğa olayları sayesinde ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz. Ayrıca Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gidiyor. Cenazeler Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnız kaldığını gösteriyor adeta. Yaşlanan her insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hissediyor.
Uzak ve bulanık bir ilişki
Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında olağandışı bir yakınlık başlıyor. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur bulan iki insan olarak görüyoruz onları. Kocasının aldatmalarına dayanamayıp bebeğini aldıran ve evi terk eden gelini, kocası özür dilediğinde değil, Şingo’dan bir telefon geldiğinde eve dönmeye karar veriyor. Kayınpederi aradığında “sizi ne kadar çabuk görürsem, eve dönmem o kadar kolay olur” diyor. Tokyo’nun merkezindeki büyük parkta buluştuklarında eve döneceğini söylüyor gelini: “Ama siz aramasaydınız...’ diye başladığı cümleyi bitirmiyor. Aslında genelde duygularını açıkladığı konularda tutuk davranıyor ve tümcelerini tamamlamıyor. Yazar bu yakınlığı değerlendirmeyi tamamen okuruna bırakıyor. Belki bastırılmış aşk, belki de olağandışı sevgiyle bağlı bir baba-kız ilişkisi. Ne Şingo ne de gelini duygularını sözcüklere dökmediklerinden hep gizemli kalan bir ilişki.
Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve bulanıktır. Çok horladığı için karısının yanında uyuyamaz ve de tiksinir karısından. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış gibiydi.” Tiksintinin ardında ilk karısının ölümünün yattığını düşünmek yanlış olmaz. Çirkin bulduğu kızına bakarken de eğer ilk karısının çocuğu olsaydı belki güzel olurdu diye düşünür. Hatta güzel eşiyle çocukları olsaydı gelini gibi güzel olurdu diye düşünür, gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla. Roman simgelerle dolu bir anlatıma sahip ama Kavabata o denli sade bir dil kullanıyor ki, kurgu da basit ve net görünüyor bu sayede. Duygular ne denli yoğun olurlarsa olsun, içtenlikle anlatıldığı için herkes tarafından anlaşılacak, her okurda belli duyguları uyandıracak bir güce sahip oluyor. Bu sefer Kavabata okurken, ne kadar temel insani duyguları merkeze aldığını görmek şaşırttı beni. 1949’da yazmaya başladığı ‘Dağın Sesi’ savaş sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan halini temel alıyor. Kahramanları dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağda yine benzer duyguları yansıtacak denli güçlüler. Romanın en önemli kusuru çevirinin İngilizceden yapılmış olması. İngilizcede abla-kızkardeş, enişte-dayı-amca için aynı sözcükler kullanıldığı için, bu durum çok rahatsız edici çeviri hatalarına neden olmuş. Ayrıca Türkçe ‘sen’ ya da ‘siz’ hitap şekilleri ilişkiler açısından çok belirleyicidir. Japonca’da nasıldır bilemiyorum ama İngilizce bu ayırımın olmaması yüzünden aşırı saygılı davranan bir sekreter patronuna sen diyebiliyor, çok yakın dostlar siz diye hitap ediyorlar. Zorunlu durumlarda çevirilerin ikinci el dilden yapılmasına karşı değilim ama araya sadece dilsel ve kültürel kayıplar değil önemli kurgusal hatalar çıktığında affedilmez oluyor.
DAĞIN SESİ
Yasunari Kavabata
Çeviren: Dost Körpe
Doğan Kitap
2010
236 sayfa
Kavabata, Japon edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olmasına rağmen eserleri sık çevrilmez Türkçeye. Daha önce yazarın ‘Bin Beyaz Turna’, ‘İzu’lu Dansçı Kız’ ve ‘Kyoto’ romanlarını okumuş biri olarak, sıklıkla sözü edilen ‘Dağın Sesi’ ile Gabriel Garcia Marquez’in ‘Benim Hüzünlü Orospularım’da gönderme yaptığı ‘Uyuyan Güzeller’i merak ediyordum. ‘Dağın Sesi’ sonunda yeni bir çeviriyle yayımlandı. Sadece yazarın önemli eserlerinden biri olmakla kalmayan, çağdaş Japon edebiyatının da başyapıtları arasında yer alan bir eser ‘Dağın Sesi’.
Hiç güzel sayılmayacak bir kadındır
Roman, yaşlanmaya başlayan Şingo adlı kahramanın aile fertleriyle ilişkileri temelinde gelişir. Şingo mesafeli durduğu otuz yıllık ikinci eşi, boşanıp iki çocuğuyla babasının yanına dönen hırçın kızı, çapkın oğlu ve güzel geliniyle birlikte yaşar. Aile içinde sorunlu olmayan tek ilişkiyi geliniyle kurmuştur Şingo, karısı ve çocuklarını yakın bulmaz kendine. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine benzetir; ilk eşi aynı zamanda şimdiki karısının kızkardeşidir. Çok sevdiğini anladığımız güzel karısının ölümünden sonra destek olmak için gelen, kendisinden bir yaş büyük baldızı sonradan ikinci eşi olur. Kadının bir yaş büyük olduğunu ve çirkinliğini birçok kereler tekrarlar yazar. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Sanki Şingo’nun hayatındaki uyum, karısının ölümü ile bitmiştir. Şimdi çirkin denilecek bir kadınla evlidir, kızı ise “hiç güzel sayılmayacak” bir kadındır, ayrıca kocasını terk edip eve dönerken yanında kendine benzeyen küçük yaramaz kızını ve bebeğini de getirmiştir. Sanki üç nesle yayılan bir çirkinlik olarak algılar onları Şingo. Bu arada yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine gitmekte sakınca görmez. Şingo’nun çevresi kürtajlar, evlilik dışı bebekler, aldatan kocalar, sevgilisini döven erkekler, savaşta kocasını kaybetmiş kadınlarla dolu olduğu için, tüm bunlardan kendini suçlar. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur? Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini suçlu bulur.
Roman, Şingo’nun unutkanlığı ile başlar. Artık eskisi gibi sağlıklı olmadığının farkındadır. Hafızasının da hızla zayıfladığını, anılarını hatırlamakta zorlandığını anladığı yaştadır. Kravatını seçerken uzun süre kararsız kalır, balıkçıda deniz salyangozu alırken kaç tane alması gerektiğine karar veremez, ancak sadece zihni karışık bir yaşlı adam değildir, bazı yetilerini de kaybetmeye başlamıştır, papyonunu nasıl bağladığını bir türlü hatırlamaz. Kendini en iyi gençlerin yanında hisseder. Alışveriş yapan iki genç fahişenin neşeyle balık seçmeleri hoşuna gider. Kendisi gibi sabah çok erken saatlerde kalkan, ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve dağlardan söz eder. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak şimdi bakıyor gibidir.
Rüyaların uyandırıcı etkisi
Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder. Rüyalardan başka Şingo’yu doğa ve gençliğin de uyardığını görürüz.
‘Dağın Sesi’, Kavabata’nın İkinci Dünya Savaşından sonra yazdığı ilk roman. Yazar, yeni estetik arayış içine giriyor ve daha önce denemediği bazı ifade tekniklerini ilk kez bu eserinde kullanıyor. Özellikle parçalanmış hissi veren bölümlerle zamanın akıcılığını hissettiriyor. Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan ayçiçekleri, eylül başında beklene fırtına gibi doğa olayları sayesinde ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz. Ayrıca Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gidiyor. Cenazeler Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnız kaldığını gösteriyor adeta. Yaşlanan her insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hissediyor.
Uzak ve bulanık bir ilişki
Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında olağandışı bir yakınlık başlıyor. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur bulan iki insan olarak görüyoruz onları. Kocasının aldatmalarına dayanamayıp bebeğini aldıran ve evi terk eden gelini, kocası özür dilediğinde değil, Şingo’dan bir telefon geldiğinde eve dönmeye karar veriyor. Kayınpederi aradığında “sizi ne kadar çabuk görürsem, eve dönmem o kadar kolay olur” diyor. Tokyo’nun merkezindeki büyük parkta buluştuklarında eve döneceğini söylüyor gelini: “Ama siz aramasaydınız...’ diye başladığı cümleyi bitirmiyor. Aslında genelde duygularını açıkladığı konularda tutuk davranıyor ve tümcelerini tamamlamıyor. Yazar bu yakınlığı değerlendirmeyi tamamen okuruna bırakıyor. Belki bastırılmış aşk, belki de olağandışı sevgiyle bağlı bir baba-kız ilişkisi. Ne Şingo ne de gelini duygularını sözcüklere dökmediklerinden hep gizemli kalan bir ilişki.
Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve bulanıktır. Çok horladığı için karısının yanında uyuyamaz ve de tiksinir karısından. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış gibiydi.” Tiksintinin ardında ilk karısının ölümünün yattığını düşünmek yanlış olmaz. Çirkin bulduğu kızına bakarken de eğer ilk karısının çocuğu olsaydı belki güzel olurdu diye düşünür. Hatta güzel eşiyle çocukları olsaydı gelini gibi güzel olurdu diye düşünür, gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla. Roman simgelerle dolu bir anlatıma sahip ama Kavabata o denli sade bir dil kullanıyor ki, kurgu da basit ve net görünüyor bu sayede. Duygular ne denli yoğun olurlarsa olsun, içtenlikle anlatıldığı için herkes tarafından anlaşılacak, her okurda belli duyguları uyandıracak bir güce sahip oluyor. Bu sefer Kavabata okurken, ne kadar temel insani duyguları merkeze aldığını görmek şaşırttı beni. 1949’da yazmaya başladığı ‘Dağın Sesi’ savaş sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan halini temel alıyor. Kahramanları dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağda yine benzer duyguları yansıtacak denli güçlüler. Romanın en önemli kusuru çevirinin İngilizceden yapılmış olması. İngilizcede abla-kızkardeş, enişte-dayı-amca için aynı sözcükler kullanıldığı için, bu durum çok rahatsız edici çeviri hatalarına neden olmuş. Ayrıca Türkçe ‘sen’ ya da ‘siz’ hitap şekilleri ilişkiler açısından çok belirleyicidir. Japonca’da nasıldır bilemiyorum ama İngilizce bu ayırımın olmaması yüzünden aşırı saygılı davranan bir sekreter patronuna sen diyebiliyor, çok yakın dostlar siz diye hitap ediyorlar. Zorunlu durumlarda çevirilerin ikinci el dilden yapılmasına karşı değilim ama araya sadece dilsel ve kültürel kayıplar değil önemli kurgusal hatalar çıktığında affedilmez oluyor.
DAĞIN SESİ
Yasunari Kavabata
Çeviren: Dost Körpe
Doğan Kitap
2010
236 sayfa