Geçenlerde doktor bir arkadaşımı ziyaret ettim. Arkadaşım,
hastalarının önemlice bir kısmı intihar ettiği için gözden düşmüş bir
psikiyatr… Uzun zamandır müşteri gelmediğinden olsa gerek divana yatırıp beni
muayene etmek istedi.
Hal hatır sorduktan sonra esas meseleye geçti: “Eskisi gibi halüsinasyon
görüyor musun?” Lafa bak lafa! Duyan da beni bilmem kaçıncı seansa gelen bir
ruh hastası zanneder. Her görüşmemizde verdiğim cevabı tekrarladım: “Valla,
birçok şey görüyorum ama hangisi halüsinasyon hangisi değil anlayamıyorum.”
Pişkin pişkin sırıttı: “Güzeeeel! Demek ki hastalığın ilerliyor.” Yumruklarımı
sıkıp yerimden fırladım. “Ulan” dedim. “Dua et gençken seninle aynı kızı
sevdik. Yoksa seni şuracıkta bir güzel pataklardım.”
Efendim! Aslında arkadaşımız tamamen haksız da değil.
Sinirlenmemin gerçek sebebi de bunu biliyor olmam. Onun hastalık diye beni
yaftaladığı şey, evet, bir yakıştırmadan ibaret ama tamamen mesnedsiz değil.
Bendeniz takıntılı biriyim. Kimsenin aklına gelmeyecek işler yapar, kimsenin
uğraşmaya değer bulmadığı ayrıntılarla ilgilenirim. Kendim başta olmak üzere
kimseye güvenmem. Mütemadiyen kandırıldığımı ve arkamdan bir takım dolapların
çevrildiğini düşünürüm. Ne kadar tanıdık değil mi?
Yine de civanımın bana koyduğu tanının tababet ilminde bir
yeri yok. O buna ‘kıstırılmış hayvan sendromu’ diyor ve kavramın kendi icadı
olduğunu söyleyerek övünüyor. Nihayet canıma tak etti ve ‘delisin, delisin’
diyerek beni delirten bu bunağın önereceği tedaviye uymaya karar verdim. “Orası
kolay” dedi bilmiş bir tavırla, “Kavga edeceksin.” Haydaaa! Nerden çıktı şimdi
bu. “Anlamayacak ne var,” dedi. “İnsanların senin zekanla dalga geçtiklerini,
değerlerini hiçe saydıklarını, seni ve senin gibileri göz göre göre kandırdıklarını
düşünüyorsun. Üstelik onlarla hesaplaşacak gücü bulamadığın için kendini
aşağılanmış ve hakaret uğramış hissediyorsun. Bunu kendine bile itiraf
edemediğin için de her geçen gün daha çok kıstırılmış bir hayvana dönüşüyorsun.
Artık pençelerini bileme vakti gelmedi mi koca aslan.”
Efendim, iğneleyici ve bir o kadar da okşayıcı bu sözleri
duyunca birden o meşhur, sol yumruğunu sıkıp havaya kaldırmış hippi genç
afişini hatırladım. Önce yadırgadığım bu düşünceyi bilahare çok beğendim.
“Ehhh!” dedim. “Dostumuz haklı. Şunun şurasında ne kalmış tası tarağı
toplamamıza. Yaşarken ölmektense vuruşarak çekilmek daha iyi değil mi? Hiç
değilse birkaç düşman kafasını yarmış oluruz.”
Siz bilmezsiniz, ben bu yarı aydın entel bozuntularından çok
çektim. Bir türlü hak ettiğim saygıyı göstermediler bana. Mademki haydutluk
yeniden moda, Bauman üstadımız sağ olsun, öyleyse ben de girerim moda. Duvar
üstünde taş, omuz üstünde baş komam.
Tam bunu nasıl yapacağımı düşünürken Kitap Gurusu sitesinin yöneticileriyle bir yemekte yanyana düştüm. Bana dediler ki: “Abi, yıllardır bu piyasada dolaşır, yayınevlerinin düzenlediği bütün kahvaltılara ve gecelere katılırsın. Karnını doyurup göbeğini kaşımayı biliyorsun ama hatırda kalır bir satır karaladığını görmedik. Kendi kendimize ‘Yahu, bu adamın bizim aramızda ne işi var, hâlâ ne demeye buralarda dolaşıyor’ diye soruyor fakat cevabını bulamıyoruz. Al sana adını temize çıkarmak için bir şans. Ya bizim sitede dişe dokunur yazılar yazarsın ya da bütün yayıncıları tek tek arayıp senin diş doldurmaktan başka derdi olmayan boş beleş bir adam olduğunu anlatırız.”
Tam bunu nasıl yapacağımı düşünürken Kitap Gurusu sitesinin yöneticileriyle bir yemekte yanyana düştüm. Bana dediler ki: “Abi, yıllardır bu piyasada dolaşır, yayınevlerinin düzenlediği bütün kahvaltılara ve gecelere katılırsın. Karnını doyurup göbeğini kaşımayı biliyorsun ama hatırda kalır bir satır karaladığını görmedik. Kendi kendimize ‘Yahu, bu adamın bizim aramızda ne işi var, hâlâ ne demeye buralarda dolaşıyor’ diye soruyor fakat cevabını bulamıyoruz. Al sana adını temize çıkarmak için bir şans. Ya bizim sitede dişe dokunur yazılar yazarsın ya da bütün yayıncıları tek tek arayıp senin diş doldurmaktan başka derdi olmayan boş beleş bir adam olduğunu anlatırız.”
Endişelendim haliyle. Foyam ortaya çıkacak diye korktum. Öte
yandan da “İyi olacak hastanın, doktor ayağına gelirmiş” dedikleri bu olsa
gerek. Yazarın istediği bir kalem, Allah vermiş bir köşe. “Gözünüz seveyim,
yapmayın gençler” dedim. “Bunca yıldır o yayınevine danışman, bu kitaba editör,
falanca etkinliğe organizatör; takılıp gidiyoruz. Her zaman bir yolunu bulup
sahneye en yakın sandalyeye oturuyoruz. Yayınlanmış, yani asistanlarım
tarafından kaleme alınmış, makalelerin sayısı kırkı geçmediği halde, yaşı kırkı
bulmamış genç eleştirmenler ‘Efendim, biz sizin yazılarınızı okuyarak yetiştik’
filan diyorlar. Bizim de bütün eğlencemiz bu. Fiyakamızı bozmayın. Karalarız
iki satır n’olacak.”
“Kabul baba” dedi adı Ebab –kimbilir neyin kısaltmasıdır-
olan genç. “Yalnız bir şartımız var. Kalemini kılıç gibi kullanacaksın. Filanca
darılırmış, falanca alınırmış diye yan basmayacaksın. Gözünü budaktan sözünü
odaktan sakınmayacaksın. Vurduğun yerden ses, ti’ye aldığın kişiden pes
getireceksin.”
“Ondan kolay ne var” dedim. “Siz hele bu ihtiyara bir şans
verin. Dökülecek çok kurt var bizde.”
Evet, sevgili okurlar. İşte bütün macera böyle başladı.
Bundan sonra haftada bir burada olacağız. Yayın piyasasının kirli dosyalarını
dilimize dolayacak, herkesi kör âlemi sersem sanan geri kalmış ülke
aydınlarının ve reklamcılarının ayaklarına dolanacağız. Her yazımızda memleket
neşriyatının irin ve cerahatle dolu bir yarasına neşter vuracağız.
Sabırsızlıkla bekleyin.