"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

15 Haziran 2012 Cuma

GİACOMETTİ’NİN ATÖLYESİ-JEAN GENET

"Nesnelere yaklaşmak gerektiğinde Giacometti'nin önce gözü, sonra da kalemi, kölemsi nitelikte her çeşit kasıtlı hazırlıktan arınıyor. Yüceltme, –ya da günümüz modası uyarınca, aşağılama– bahanesiyle Giacometti nesnenin üzerine –ister incelikli, ister zalim, ister gergin olsun– en ufak bir insani iz düşürmeyi reddediyor...

"Ne kadar saygı duyuyor nesnelere. Her nesnenin kendine has bir güzelliği var; çünkü her nesne, kendisi olma edimi içinde, 'yalnız'; her nesnenin içinde, yeri doldurulamayacak bir şey var." – Jean Genet

*
Dünya ile tarihinin sürekli büyüyen, önüne geçilmez bir devinim içinde nasıl dönendiği; bu devinimin hep daha kaba amaçlar için, dünyanın yalnızca görünürdeki tezahürlerini değiştirebildiği gerçeğini – diyemezsek de – hüznünü, her insan ola ki hissetmiştir. Şu görünürdeki dünya neyse odur ve bizim dünyayı değiştirme edimimiz onu bütünüyle başka bir dünyaya dönüştürmeye yetmeyecektir. Görünürdeki görünüşü şiddetle değiştireceği yerde, insanın, bu görünüşten kurtulmaya uğraşacağı, yalnızca bu görünüşü değiştirme ediminin her çeşidini reddetmek için değil, mümkün olduğunca arınarak içindeki o gizli yerin sırrını çözmek için de, çaba göstereceği bir alemi ve ancak böyle bir alemden başlayarak mümkün olabilecek insanî bir serüveni, demek ki özlemle düşünüyoruz. Bu daha çok ahlaki bir serüven olurdu kuşkusuz. Ama her şey bir yana, belki de şu insanlıkdışı duruma, şu önüne geçilmez düzene borçluyuz, ölçülebilir olanın dışına çıkma cesaretini gösterebilecek bir uygarlığa duyduğumuz özlemi. Benim için dünyayı daha da dayanılmaz kılan, Giacometti'nin yapıtı: çünkü aldatıcı görünüşünden arındırılmış insandan geriye kalanın sırrını çözmek için, gözünü rahatsız eden şeyi uzaklaştırmayı, o kadar iyi biliyor ki bu sanatçı. Ama bizim katlanmak zorunda kaldığımız bu insanlıkdışı durumu gereksemiştir belki Giacometti de, duyduğu özlem iyice çoğalsın da, arayışını gerçekleştirme gücünü kendinde bulabilsin diye. Öyle ya da böyle, bütün yapıtı, sadece insanı değil, en sıradan nesneyi bile kapsayabilen bu arayış gibi geliyor bana. Ve, seçtiği nesne ya da insanı, aldatıcı yararsal görünüşünden sıyırmayı başardığında, Giacometti'nin bu nesne ya da insandan bize sunduğu görüntü, muhteşem. Hak edilmiş, ancak gelişi önceden kestirilebilen bir karşılık bu.

Güzelliğe, tikel, herkeste farklı olan, görünür ya da gizli yaradan, her insanın içinde taşıdığı, koruduğu ya da geçici fakat derin bir yalnızlık için dünyayı terk etmek istediğinde kapandığı, çekildiği yarasından başka kaynak aranmaz. Demek ki bu sanatla, sefalet düşkünlüğü arasında büyük fark var. Giacometti'nin sanatı, her insanın, hatta her şeyin o gizli yarasını bulmak istiyor gibi geliyor bana: yarası, insanı ya da şeyi ışıtsın diye.

Yeşil ışığın altında Osiris birden görünüverdiğinde, –çünkü niş, duvara olduğu gibi, köşe yapmayacak şekilde yerleştirilmiş– korktum. Acaba doğal olarak bunu ilk gözlerim mi fark etti? Hayır. Önce omuzlarım ve bir elin abandığı enseköküm; ya da beni, Mısır'ın binlerce yıllık geçmişine dalmaya, zihinsel olarak eğilmeye, hatta giderek, sert bakışlı, sert gülümseyişli o küçük heykel karşısında yerle bir olmaya zorlayan kütlevi bir şey. Gerçekten de bir tanrıydı gördüğüm. Amansızlığın tanrısı. (Belki çıkaramıyorsunuzdur, Louvre'un bodrum katındaki, ayaktaki Osiris heykelinden söz ediyorum.) Korktum, çünkü, yanılmak imkânsızdı, bir tanrıydı gördüğüm. Giacometti'nin bazı heykelleri karşısında bu dehşet duygusuna yakın bir heyecana kapılır, neredeyse bir o kadar da büyülenirim.

Bu heykellerin bende yarattığı tuhaf başka bir duygu daha: tanıdıktırlar, sokakta yürürler. Oysa, zamanın derinliklerinde, her şeyin başlangıcındadır bu heykeller; heybetli bir hareketsizlik içinde, hiç durmadan yakınlaşıp uzaklaşırlar. Bakışım, bu heykelleri ehlileştirmeye, bu heykellere yakınlaşmaya kalkışmayagörsün –fakat öyle şiddetle, gürültü patırtıyla değil, yalnızca onlarla benim aramdaki, daha önceden farkına varamadığım, yakıncacık dedirten bir uzaklık yüzünden – hemen, göz alabildiğine uzaklaşırlar: çünkü onlarla aramdaki uzaklığın katları açılıvermiştir. Nereye gidiyorlar? İmgeleri hâlâ görünür olduğu halde, neredeler? (Özellikle bu yaz Venedik' te sergilenen sekiz büyük heykelden söz ediyorum.)

Sanatta neye yenilikçi denir, pek anlamam. Bir yapıt gelecek kuşaklarca anlaşılmalı, öyle mi? Ne diye? Ne anlama gelir ki bu? Bu kuşakların o yapıtı kullanabilecekleri anlamına mı? Ne için kullanacaklar? Bilmem. Ama, her sanat yapıtının, eğer daha büyük ölçeklere ulaşmak istiyorsa, oluşma anlarından başlayarak, sonsuz sabır, özenle, binlerce yıl önceye dönmesi, bu yapıtta kendilerini tanıyacak ölülerin doluştuğu bellekötesi geceyi yakalaması gerektiğini –her ne kadar karışık bir biçimde olsa da– çok daha iyi anlıyorum.
Hayır, hayır, sanat yapıtı, çocuk kuşakların geleceğine adanmaz. Sanat yapıtı, sayısız ölüler alemine sunulur. Onu ister benimseyen, ister reddeden ölülere. Ama bahsettiğim bu ölüler, hiçbir zaman sağ olmamışlardır. Ya da unutuyorum. Bir zamanlar sağ olduklarının unutulması için yeterince sağ kalmışlardır; hayatları –bu diyardan– tanıdık bir işaret bekledikleri o sâkin kıyıyı aşmayı gerektirdiği için.
Burada oldukları halde, Giacometti'nin sözünü ettiğim şu figürleri ölümden başka nerede olabilir? Gözümüz çağırdıkça yanımıza gelmek için bırakıp kaçtıkları ölümden başka.

*
Büyük yazarların, şairlerin, filozofların; büyük ressamlar, heykeltıraşlar ve eserleri hakkında yazdıkları kitaplar, okumaktan çok keyif aldığımız kitaplar arasındadır.
Fransa’nın ele avuca sığmaz, sıra dışı yazarı Jean Genet′den, büyük heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti ile arkadaşlığı, onun atölyesine yaptığı ziyaretleri sonucu bugün böyle bir kitabı okuyabiliyoruz. Kitabın tek kusuru(!) hepitopu 80 sayfa olması. İnsan okurken keşke çok daha kalın bir kitap olsaydı diyor.
Giacometti’nin heykellerinde hemen herkesin dikkatini çeken ilk özellik; sanatçının her nesneyi incelterek betimlemesidir. Giacometti nesnelerin, hayvanların, insanların sırrını, onları iyice inceltip adeta birer çizgi haline getirerek arıyor. Genet’ye göre bunun nedeni; nesneleri kendi yalnızlıkları içerisinde ortaya koymak istemesidir.
Sartre bu büyük sanatçı için şöyle der: “En büyük hayali, yapıtının arkasından tamamen silinmektir.” 
Çok etkileyici bir anekdot anlatır Genet: Giacometti ona bir heykel yapıp onu toprağın altına gömmeyi düşündüğünü söyler.
Gerçekten de Giacometti asla istediği şeyi bulamayacağına inanmış, yeteneksiz ve başarısız bir insan olduğunu söylemiştir hep. Belki de bu takıntısı yüzünden, olgunlaştıkça eserleri de incelmeye adeta silikleşmeye başlamıştır. Genet bu eserleri, yalnızlıklarını bulmak için çabalayanlar olarak görür. Bu şekilde kendilerinin anlamlarına ve gerçek varlıklarına ulaşacaktırlar. Yazara göre "Giacometti, elinden gelse, kendini un ufak edip toza dönüşecek; kim bilir ne kadar mutlu olur o zaman!" 
Yine Genet onun kadın heykellerinin sanki bir ölünün başında bekler gibi durdukların söyler.
Ama ben şimdi düşünüyorum da, belki de başka bir nedeni vardı incelerek varlıklarının son haddine ulaşan bu nesnelerin: İçine hapsedildiğimiz bu yaşamın, bu dünyanın kalın duvarları arasında kim bilir belki incecik bir çatlak, bir delik vardır da, oradan süzülerek kaçabilmek için gerçekte böyle ipince olmaktan başka çaremiz yoktur. İncelmek aynı zamanda bizi saran gereksiz her şeyden kurtulmak demek değil midir? Bu da bizi yalnızlığın yani tamamen kendimiz olmaklığın en uç sınırına götürür. Ve biz böylece o kalın duvarların arasından tüy gibi süzülerek geçip gideriz. Bu yüzden ışık en ince ve hızlı varlığıdır tüm evrenin. Giacometti nesneleri ışık yapmak için uğraşmıştır tüm ömrü boyunca.

Yürüyen Adam: En ünlü yapıtı. Yaklaşık 105 milyon dolara satılarak en büyük rekorun sahibi şimdilik

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9