Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden A. Tarkovski’nin
1970-1986 yılları arasında tuttuğu günlüklerinde küçük bir anket vardır. 3 Ocak
1974 tarihli. 17 sorudan oluşan bu anketteki “En sevdiğiniz öykü?” sorusuna tek
bir öykü adı veriyor: Solneçnıy Udar- Bunin. –Güneş Çarpması- Bunin.
Tarkovski tam bir Bunin hayranıdır. Günlüklerin devamında sk
sık bunu da dile getirir ve bir yerde şöyle der: ”İçimde sanki Bunin’le
kardeşmişiz gibi bir duygu var.”
***** ****
GÜNEŞ ÇARPMASI
Yemekten sonra sıcak, parlak ışıklarla aydınlatılmış yemek
salonundan çıkıp geminin güvertesine geldiler; tırabzanların yanında durdular.
Kadın gözlerini kapadı, avucunu yanağına bastırdı ve güldü. Bu çekici kadının
gülüşü sade ve güzeldi; diğer başka her şeyi gibi.
“Sanırım sarhoş oldum,” dedi. “Siz nereden çıkıp geldiniz?
Üç saat öncesine kadar sizin varlığınızdan
haberim bile yoktu. Bu gemiye nereden bindiğinizi bile bilmiyorum.
Samara’dan mı? Neyse, sanırım bir önemi yok… Benim başım mı dönüyor, yoksa gemi
mi dönen?”
Karanlık ve uzak ışıklar önleri sıra uzanıyordu. Derken
ışıklar iyice kayboldu ve karanlığın içinden yoğun, tatlı bir meltem gelip
yüzlerine çarptı. Gemi yön değiştirmiş – sanki gururla Volga’nın ne kadar geniş
olduğunu gösterircesine büyük bir kavis çizerek- ve küçük bir limana
yanaşıyordu.
Teğmen kadının ellerini tutup dudaklarına götürdü; küçük,
bronzlaşmış eller güneş kokuyordu. Alaca renkli elbisenin altındaki teni
hayalledi teğmen: Her bir yeri eşit derecede bronzlaşmış olmalıydı. Çünkü kadın
ona Anapa’dan geldiğini, orada kumsalda, sıcak güney güneşinin altında tam bir
ay geçirdiğini söylemişti. Hayalledikçe teğmenin kalbi korku ve zevkle atar
hale geldi.
“Hadi gelin. Burada inelim,” dedi.
“Nereye?” diye sordu kadın. Şaşırmıştı.
“Bu limanda inelim.”
“Neden ki?”
Yanıt vermedi teğmen. Kadın sıcak yanağını tekrar eline
dayadı.
“Delilik…”
“Hadi inelim,” diye yineledi teğmen. “Yalvarıyorum size.”
“İyi, pekala, “ dedi kadın dönerek, “Sizin dediğiniz olsun…”
Gemi loş bir şekilde ışıklandırılmış limana hafifçe çarpıp
sendelediğinde az kalsın birbirlerinin üzerine düşeceklerdi. Palamar başlarının
üzerinden geçti; motorlar gürültüyle çalışıp gemiyi iskeleye doğru ittikçe
deniz sanki kaynıyormuş gibi görünüyordu. İskele tahtaları gürültüyle açılıp karaya
düştüğünde teğmen çantaları almak için acele etti.
Kısacık bir sürede limandaki ‘uyuklayan’ küçük ofisten
çıkmışlar, bileğe kadar batan kumlu yoldan karşıya geçip tozlu bir at arabasına
binmişlerdi bile. Tek kelime bile konuşulmamıştı. Dağın eteğindeki tozlu, birkaç –o da yamuk direkli- lambanın
aydınlattığı yokuşu çıktıkça yol sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu.
Nihayet tepeye ulaştıktan sonra taş döşeli anayoldan devlet dairelerinin, saat
kulesinin, meydanın yanından devam ettiler. Hava sıcak ve bir vilayetin yaz
gecesinin kokularıyla doluydu. Sürücü arabayı bir otelin ışıklandırılmış
girişinde durdurdu. Açık kapıların arasından eskimiş, dik, tahta basamaklar
görünüyordu. Yaşlı, sakalları uzamış, kocaman ayaklı, pembe bir gömlek ve frak
giyinmiş asık suratlı bir otel çalışanı valizleri alıp basamakları çıkmaya
başladı. Oldukça havasız ve hala gündüzden kalma sıcağı barındıran büyük bir
odaya girdiler. Pencereler beyaz
perdelerle kapatılmıştı. Şöminenin üstünde kullanılmamış iki büyük mum duruyordu.
Adam valizleri bırakıp kapıdan çıkar çıkmaz teğmen ateşli bir şekilde kadına
doğru fırladı ve ikisi de yıllar sonra bile hatırlayacakları bir esriklik
içinde öpüşmeye başladılar. Böyle bir şeyi daha önce ikisi de yaşamamıştı.
Kilise çanları ile, otelin bitişiğindeki çarşıda alışveriş
edenlerle, saman, katran ve Rus kentinin başka kekremsi kokularıyla dolu bir
hava ile gelen sabah; güneşli, keyifli ve saat daha on olmasına rağmen sıcak
bir sabahtı ve o zarif, adı sorulduğunda şakayla karışık söylemeyi reddeden ve
kendisine “güzel yabancı” diyen o kadın da gitmişti artık. Çok az uyumuşlardı.
Ama beş dakikalık bir banyodan ve giyindikten sonra yatağın yanındaki paravanın
arkasından geldiğinde hala on yedi yaşındaki bir genç kız gibi dinç ve taze
görünüyordu. Sıkıntılı ya da utanmış mıydı? Hayır, hiç de değil. Tersine önceki
gün kadar mutlu ve kafası rahattı.
“Hayır, hayır tatlım,” diye yanıt verdi teğmen seyahati
beraber yapmalarını önerdiğinde. “Sen burada kalmalı ve bir sonraki gemiyi
beklemelisin. Eğer beraber gidersek her şeyi mahvetmiş oluruz. Benim için hoş
olmaz. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla senin hayal ettiğin insana
benzemiyorum. Böyle bir şey bana nasıl oldu anlamıyorum, oysa düşüncesi
aklımdan bile geçemezdi. Aklımı kaybetmiş olmalıyım. Ya da ikimizi de güneş
çarpmış olmalı.”
Nedense teğmen kolayca boyun eğdi bu söze ve onunla birlikte
biraz da kaygısız bir şekilde limana kadar gitti. Pembe renkli buharlı gemi
Samolyot* tam ayrılmak üzereydi ki yetiştiler. Kalabalığa aldırmadan güvertenin
ortasında kadını öptü teğmen ve tam iskele tahtası çekilirken gemiden geri,
karaya atladı.
Otele dönerken tasasız, mutlu bir ruh hali içindeydi. Fakat
geldiğinde bir şeyler değişmişti. Oda biraz önce kadının içinde olduğu odadan
daha farklı görünmüştü gözüne. Hala onunla doluydu ama aynı zamanda da
bomboştu. Ne tuhaf! İçerisi hala onun o İngiliz parfümü kokuyor, yarısına kadar
çayını içtiği fincan tepsinin ortasında duruyordu. -Gelgelelim gitmişti işte!
Aniden gelip saran bir özlem ve incinmişlik içinde aceleyle bir sigara yaktı ve
odanın içinde yürümeye başladı.
“Ne garip bir macera!” dedi yüksek sesle, bir yandan gülüyor
bir yandan da gözlerinin dolduğunu hissediyordu. Dürüstçe söylemeliyim ki ben
asla senin hayal ettiğin insana benzemiyorum. Ve ardından da çekip gitti.
Paravan yana doğru çekilmişti; daha biraz önce içinde
yattıkları o yastıklara, çarşaflara bakmaya cesaret edemeyeceğini bildiği için
paravanı bozulmuş yatağın önüne doğru çekti. Sokaktan geçen arabaların
gıcırtılarını, pazardan yükselen insan seslerini duymamak için pencereleri
kapattı. Beyaz tül perdeleri çekip kanepeye oturdu. Evet, hepsi bu: Bir
gezginin macerasının sonu. Artık çok uzaklardaydı; geminin her yeri pencereli,
beyaza boyanmış salonunda veya güvertede oturmuş, güneşin altında parlayan
devasa nehir dalgalarına, sarı kumlardan
oluşmuş sahil kıyılarına, nehirde dolaşan sallara, Volga’nın bitimsiz,
parıldayan suların ufukla birleştiği uca bakıyor olmalıydı.
Hoşça kal! Bir hoşça kal dersin ve hepsi bu kadardır, her
zaman ve sonsuza kadar... Tanrı bilir bir daha nerede karşılaşacaklardı? “Asla
bir kocası, üç yaşındaki kızı ile normal bir yaşam sürdürdüğü bir kentte
karşısına çıkmayacağım,” diye geçirdi aklından. Yasak bir kent olarak canlandı
orası gözünde birden. Ve onun o yasak kentte, o yalnızlık dolu yaşamını, sık
sık o kısacık birlikteliklerini, teğmenin onu bir daha görmeyecek olmamasına
rağmen yine de karşılaşma ihtimalini hatırlayarak yaşadığını düşünmek… Bu
düşünce teğmeni adeta sarstı. Hayır, böyle olamaz! Bu çok zalimce, imkansız ve
delice bir şeydi. Hayatının manzarası
–acılı, onsuz geçirdiği onca anlamsız yıl- bir anda adamı korku ve umutsuzluğun
içine çekti. “Tanrı aşkına!” diye söylendi ve gözlerini paravanın arkasındaki
yataktan kaçırmaya çalışarak tekrar odanın içinde volta atmaya başladı. “Ne
oluyor bana böyle? Onda bu kadar ne buldum ki? Dün olanlar gerçekte neydi?
Evet, bir çeşit güneş çarpması olmalı bu! Ve şimdi bu artakalmışlık içinde
onsuz tek başımayım. Bugünü nasıl atlatacağım?”
Onunla ilgili her şeyi hala anımsıyordu; en küçük şeyleri,
en önemsiz detayları bile-yanık teninin kokusu, elbisesini, dik vücudunu,
coşkunluk dolu sesini… Tüm kadınlık cazibesi ile verdiği o enfes zevklerin
izleri hala yoğun bir biçimde duruyordu teğmenin ruhunda ama o duygular da şimdiden
anlam veremediği yabancı bir duygu tarafından gölgelenmekteydi. Dün kadınının
peşindeyken böyle bir duygunun gelip yakasına yapışacağını asla tahmin
edemezdi. Sıradan bir karşılaşma diye düşünürken, beraberken böyle bir duygunun
geleceğinin tek bir işareti bile yoktu -ve şimdi ona ne hissettiğini söylemenin
imkansızlığı. “Öyle bir imkanım asla olmayacak,” diye düşündü. “En kötüsü de
bu. Bir daha asla onunla konuşamayacağım bile. Peki şimdi ne olacak? Atıp
kurtulamayacağım hatıralar…Dindiremediğim acı…Tanrı’nın unuttuğu bu kente
saplanıp kalmış, bitmek bilmeyen gün. Ve içinde onun olduğu pembe gemi
uzaklaşırken suları güneşte parlayan Volga!”
Bir şekilde kendini toparlamalıydı. Zihnini bir şeyle meşgul
etmeli, bir yerlere gitmeli, ilgisini çekecek bir şeyler bulmalıydı. Karalı bir
tavırla şapkasını giydi, at binerken kullandığı kırbacını aldı, mahmuzları çın
çın öterek hızla boş koridorlardan geçti. “İyi de nereye gidiyorum ki?” diye
sordu kendine o dik ahşap merdivenleri inerken. Temiz, kolsuz bir palto giymiş
genç bir sürücü sakin sakin sigarasını tüttürerek otelin kapısında bekliyordu.
Teğmen ona şöyle bir baktı: “Nasıl
oluyor da bu adam böyle arabasında oturup sigara içebiliyor, böylesine sakin,
umarsız ve tevekkül içinde bekleyebiliyor?” Bu kentte kendini sefil, berbat
durumda hisseden tek kişi ben olsam gerek,” diye geçiriyordu aklından pazar
yerine doğru yürürken.
Pazar dağılmak üzereydi ve çoğu satıcı çoktan gitmişti bile.
Yine de giden atların bıraktığı dışkıların arasında, salatalık yüklü araba ve
kağnıların, sergilenen yeni yapılmış çanak çömleklerin arasında yürümeye devam
etti. Ve her şey – salatalığın en kralı beyler! diye bağırarak kafa şişiren
adamlar, yerde oturmuş ellerindeki çanak çömleği kaldırıp çatlak olmadığını
göstermek amacıyla parmaklarıyla vurarak dikkatini çekmeye çalışarak yanlarına
gelmesi için birbiriyle yarışan kadınlar- her şey, hepsi çok aptalca ve
anlamsız göründü ve hızla bir kiliseye doğru kaçtı, içeri girdi. Koro büyük bir
neşe, inanç ve görevlerini istekle yerine getiriyor olmanın farkındalığı içinde
ilahi okuyordu. Buradan sonra dağın öte yamacında kalmış, bakımsızlığa terk
edilmiş küçük bir bahçeye geçip daireler çizerek dolaştı. Aşağında nehrin
bitimsiz uzantısı çelik gibi parıldıyordu…
Omzundaki kayışlar, düğmeler o kadar ısınmıştı ki dokunmak
imkansızdı. Şapkasının içi terden sırılsıklam olmuştu. Otele dönüp aşağı
kattaki serin, geniş ve boş olan yemek salonuna girince derin bir hoşnutlukla
doldu içi. Aynı hoşnutluğu şapkasını çıkarıp açık pencerenin yanındaki küçük
bir masaya oturduğunda da duyumsadı. Sıcağa rağmen az da olsa temiz hava
giriyordu pencereden. Soğuk bir botvinya** sipariş etti. Her şey iyiydi. Her
şeyde büyük bir mutluluk vardı. Sıcak bile; pazar yerinden gelen koku, bu küçük
ve yabancı kent, hatta bu eski şehir oteli bile mutlukla doluydu. Ve bunların
ortasında kalbi parçalara ayrılıyordu. Dört kadeh votka yuvarlayıp dereotlu
turşulardan yedi biraz. Eğer bir mucize onu yarın geri getirmesine yardım
etseydi, onunla bir gün daha birlikte olup her şeyi anlatmasına izin verseydi,
sonrasında ölüme bile razı olacağını düşündü. Çünkü tüm istediği nasıl da büyük
bir aşkla ve sefaletle onu sevdiğini göstermek, onu buna inandırmaktı… Ama ne
için? Neden onu inandırsın ki? Neden her şeyi göstersin ki? Bilmiyordu ama bu
kendi yaşamından bile daha değerliydi işte.
“Yaşamım tamamen alt üst oluyor,” dedi yüksek sesle ve bir
içki daha koydu.
Çorba kasesini eliyle itti ve sütsüz bir kahve söyleyip, bu
beklenmedik, aniden kapıldığı sevdadan kendini nasıl kurtaracağını çaresizlik
içinde düşünmeye başladı. Türlü kaçış yollarını düşünebilse yine de kaçış diye
bir şeyin imkansız olduğunu çok açık bir şekilde görebiliyordu. Yine birden
ayağa kalkıp şapkasını, kırbacını eline aldı ve postanenin yerini sorduktan
sonra aceleyle çıktı: Kafasında telgrafı yazmıştı bile: “Tüm ömrüm bugünden
itibaren sizindir. Tamamen sizin. Sonsuza dek. Ben ölene kadar.”
Fakat eski, bodur bir binanın içinde olan posta merkezine
yaklaştığında dehşet içinde durakaldı: Hangi kentte yaşadığını, bir kocası ve
üç yaşında bir kızı olduğunu biliyordu ama ismini bilmiyordu. Akşam yemeğinde
olsun otelde olsun birkaç kez sormuştu fakat yanıt vermek yerine o hep
gülmüştü. Adımı veya kim olduğumu neden bilmen gerekiyor ki?
Postanenin yanı başındaki dükkanın camı fotoğraflarla
doluydu. Uzun süre göz alıcı uzun favorileri, şişkin gözleri olan bir askerin
resmine baktı. Kalın apoletleri vardı ve geniş göğsü tamamen madalyalarla
kaplanmıştı. Mahvedilmiş bir kalbin karşısında nasıl da bu dünyadaki her şey
berbat, kötücül ve bayağı bir biçime dönüşüyordu! –Evet, bunu işte şimdi
anlıyordu- Güneş çarpmasının mahvettiği, fazla mutluluğun ve aşkın mahvettiği
bir kalp… Yeni evlenmiş bir çiftin resmine baktı –Uzun bir frak ve beyaz
kravatı ile esas duruşta bekler gibi duran asker tıraşlı genç bir adam ve
kolunda ince tüllü gelinliğiyle karısı.- Bu tanımadığı, acı çekmeyen insanlara
imreniyordu ve bunu onu ezdikçe ezdi; tekrar umutsuzca bir şeyler ararmışçasına
caddeye yöneldi.
Peki ama nereye? Şimdi ne olacak?
Cadde tamamen boşalmıştı, tüm binalar birbirinin aynı
gözüküyordu: Beyaz, iki katlı, büyük bahçeleri ama ruhu olmayan hepsi ticari
ürün olan evler. Kalın, beyaz bir toz tabakası sokak kaldırımlarını kaplamıştı,
hepsi de çıkmaz sokaktı ve hepsi de yakıcı, keyifli güneş ışıklarının altında
sözlerle tarif edilemeyecek kadar anlamsızdı. Cadde uzunca bir süre gittikten
sonra yükseliyor ve sonra birden alçalıyordu; sanki bulutsuz gökyüzüne boyun
eğer gibi. Caddeden yansıyan parlaklık sayesinde ufuk gri bir renge
bürünüyordu. Bu ona Sivastopol, Kerç, Anapa gibi güney illerini hatırlattı.
Teğmen daha fazlasına dayanamıyordu; tökezleyerek, sendeleyerek, ışığın
şaşılaştırdığı gözlerle bastığı yeri görmeye çalışarak geldiği yöne doğru
sersem sepelek yürümeye başladı.
Otele geldiğinde Türkistan’da ya da Sahara’da yüzlerce
kilometre yürümüş biri gibi bitip tükenmişti. Gücünün son damlasını da
kullanarak büyük ve boş odasına tekrar girdi. Oda temizlenmişti. Komodinin
üstünde unutulmuş saç tokasından başka ona ait olan ne varsa silinmişti.
Ceketini çıkarıp aynada kendine baktı. Bıyıkları beyazlamış ve yüzü güneşten
yanmıştı, hafifçe maviye bulanmış göz akları kararmış teninde dikkat çekiyordu.
Sıradan bir subayın yüzüydü ama şimdi bezgin ve dağılmış gözüküyordu. İnce
beyaz gömleğinden, gömleğin küçük kolalarından hem gençlik hem de derin bir
hüzün akıyordu. Yatağa sırt üstü uzandı, tozlu botlarını yatağın ucundaki
demire dayadı. Açık pencerelerdeki perdeler arada bir odaya giren, kavrulan
metal bina çatılardan taşıdığı sıcakla daha da sıcaklaşan– etrafını saran tüm
sessiz, parlak ve cansız dünyadan da gelen sıcaklık- hafif meltemlerle hışırdıyordu. Ellerini
başının altına yerleştirdi ve gözlerini karşıya dikti. Dişlerini sıkıp
gözlerini yumdu; ılık yaşların yanaklarından süzüldüğünü hissediyordu. Sonunda
uykuya daldı.
Uyandığında akşam olmuştu, kızıl-sarı güneş perdelerin
arkasında duruyordu, meltem kesilmişti, oda bir fırın kadar sıcak ve kuruydu.
Bu sabah ve dün belleğinde yeniden canlandığında sanki her şey on yıl önce
yaşanmış gibi göründü birden.
Acele etmeksizin kalktı ve yıkandı, perdeleri açtı, bir
semaver çay ile hesabının getirilmesini istedi. Bir fincan limonlu çay içti.
Ardından da bir araba istedi, valizlerini kapının önüne koydu, arabanın paslı,
güneşte kavrulan koltuğuna oturduğunda valizlerini taşıyan adama beş ruble
uzattı.
Sürücü neşeli bir şekilde “Sanırım dün gece sizi buraya
getiren de bendim,” dedi dizginleri eline alırken.
Limana geldiklerinde Volga’nın üzerindeki yaz akşamı göğü
çoktan koyu mavi karanlığa gömülmüştü. Nehir kenarı boyunca bolca asılmış
farklı renkte lambalar yanıyordu, daha büyük lambalar ise yaklaşan buharlı
geminin direklerinde asılıydı. Övünürcesine “Tam zamanında geldik,” dedi
sürücü.
Teğmen ona da beş ruble bahşiş verdi, biletini aldı ve
iskele tahtasına yürüdü. Her şey önceki gün gibiydi: Rıhtıma hafifçe çarpışı geminin ve küçük bir
sersemleme, havada savrulan halatın birkaç saniyelik görüntüsü, geri vitese
takılan motor, pervanelerden ileri doğru hareket eden nehir, gemi rıhtıma doğru
hareket ettikçe kaynar gibi fokurdayan sular…Gemi bu sefer umulmadık şekilde
hoş göründü: Güçlü ışıklarla aydınlatılmış güvertesi insanlarla doluydu,
mutfaktan gelen yemek kokuları etrafı sarmıştı.
Kısa bir zaman sonra nehirle birlikte hepsi götürülüyordu
işte, tıpkı onun da götürüldüğü gibi.
Yaz akşamı uzaklarda iyice kararmıştı: Yorgun bir kızıllık
büyüdü, sudaki renkle soldu, titreyen dalgalar birbirinin ardından tek tük de
olsa göründü ve arkalarında batan güneşin izlerini sildi – ve etrafı dolduran
lambaların ışıkları çökmekte olan karanlığın içinde uzadıkça uzadı…
Teğmen güvertede tentenin altına oturdu; on yıl yaşlanmış
hissediyordu.
* Samolyot: Buharlı geminin adı. Rusçada Uçak anlamına
gelir.
**Botvinya: Daha çok yazın yapılan ve soğuk servis edilen
bir çeşit Rus çorbası.
Çeviren: Behlül Dündar