"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

9 Haziran 2012 Cumartesi

HANUTÇU KİME DENİR?-TAHSİN SAMİ

‘Hanut’ nedir bilir misiniz? Ya da ‘hanutçu’ diye kime denir?


Türk Dil Kurumu’na bakarsanız, hanut argo bir kelimeymiş ve ‘hizmet karşılığı olarak özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için belirli dükkânlara götürme işinden alınan yüzde’ demekmiş. Hanutçu da bu yüzdeyi cebe indiren kişi.

Evet, sevgili dostlarım. Hanut argo bir kelimedir ama argodaki tek karşılığı bu değildir. Bu argo gülünün biz gazetecileri yakından ilgilendiren bir vechesi de var.

Bendenizin ömrü gazete ve mecmualarda geçti. Oralarda bulunduğum süre boyunca kimse aslında ne iş yaptığımı bilemedi. Mesleğe sonradan başlayanlar, köşeli gözlüklerime ve yazı işleri toplantılarındaki bilgiç baş köşe oturuşlarıma aldanıp beni ‘usta’ belledi.

Gazetecilik güzel bir meslek azizim. Başka iş dallarında olmayan birçok avantası var. Kaç para maaş aldığınız önemli değil. Maaşınız olmasa bile lüks otellerde kalıp, lüks restoranlarda yemek yiyebilirsiniz. Haaa! Bunların parasını da gazete ödüyor zannetmeyin. Kim mi ödüyor? Şöyle izah edeyim.

Malumunuz geçenlerde Balçiçek kızımızla ilgili bir münazara oldu. Bu güzel kızımız Somali’de insanlar açlıktan kırılırken Kenya’ya safariye gitmiş. Kızcağıza demediklerini bırakmadılar. Ben bu Balçiçek’in ilk gençliğini bilirim. Elimde büyüdü diyeceğim ama olmaz. Ele avuca sığmaz bir deli kızdı.

Kimileri Balçiçek’e hücum etti, kimileri onun tarafını tuttu. Ama saldıranlar da savunanlar da bir soruyu unuttu: Kendi parasıyla gitmediğine göre bu kızılca kıyamette onu Kenya’ya götüren kimdir? Bu kurumun Kenya’yla işi nedir?

Buradan geliyoruz çok önemli bir kavrama: Basın gezileri. İşte gazeteci olmanın başlıca ayrıcalıklarından biri budur. Elinizi cebinize atmadan dünyanın dört bir yanını dolaşırsınız. Afra atarsınız, tafra satarsınız; kimse de size ‘hık’ diyemez. Niye mi böyle? Anlatacağım ama meseleye evveliyatından başlayalım.

Efendim! Çok sevdiğim bir İngilizce tabir vardır. ‘Cut the middleman’ denir. Yani avantacıdan kurtul. Mal sahibiyle doğrudan irtibat kur. Millet bunu yaparken biz tuttuk komisyonculuğu meşru bir müessese haline getirdik. Eller Mersin’e biz tersine, malum.

Şöyle oldu. Yerden pıtırak gibi PR şirketleri çıkmaya başladı. Bu şirketleri kuranların, buralarda çalışanların çoğu öyle ya da böyle ‘eski gazeteci’ . Büyük şirketlere, holdinglere gittiler ve dediler ki ‘O kadar harika işler yapıyorsun ama kendini tanıtamıyorsun. Bu nankör medya senin kadrini kıymetini bilmiyor. Biz onlara bildirmesini biliriz. Hem sen böyle kirli işlerle uğraşıp elini niye kirletesin. Bize verirsin üç beş kuruş senin yerine biz hallederiz.’

Büyük müesseslerin de de acayip hoşuna gitti bu teklif. Olaya şöyle bakın. Farzımisal bir gazeteye tam sayfa ilan verip 100 lira para harcıyorsunuz. Gazeteyi eline alan vatandaş ilanınıza şöyle bir bakıp sayfayı çeviriyor. Neticede onun bir reklam olduğunu biliyor. Onun yerine bu PRcılara 40 lira veriyorsunuz. Onlar sizin namıhesabınıza gazetecileri gezdiriyor, dolaştırıyor, yediriyor, içtiriyor, eğlendiriyorlar. Bu eğlencenin bir yerine de şöyle bir laf iliştiriliyor: ‘Bak ne güzel gezdik, dolaştık, eğlendik; şirketimiz sağolsun. Bildiğiniz gibi holdingimiz, firmamız çok kamu yararına işler yapıyor, ürünler üretiyor. Eee artık bunlara köşenizde, sayfanızda bir yer verirsiniz.’

Sen de ey sevgili okur. Açıyorsun gazeteni. Bakıyorsun güzel mi güzel bir yazı var. Öyle bir ballandıra ballandıra anlatmış ki hemen kalkıp tanıtılan ürünü almayı ya da anlatılan mekana gitmeyi planlıyorsun.’

Yani ne oluyor sonuçta. Patronlar 100 lira yerine 50 lira harcıyor. Gazetecilere 40 lira masraf yapılıyor. 10 lira da PR’cılara kalıyor. Üstelik kuru bir reklam değil övücü yazılar, makaleler yayımlanıyor.

Efendim, bu işin pek çok boyutu var. Sözgelimi bu PR şirketleri çok uyanık davranırlar. Sorumlu oldukları şirketleri bir torbaya doldururlar. Seni, diyelim ki, A holdinginin gezisine götürürler ama sana B holdingi hakkında yazı yazdırırlar. Seni mütemadiyen borçlandırırlar ve Godfather filminde olduğu gibi bir gün sana işlerinin düşeceğini kaşla gözle anlatırlar.

Gazeteci milletinin bir kısmı bu sarmala girmez. Zaten onlar bir sonraki geziye çağrılmazlar. PR’cıların yeşil kaplı bir defteri vardır. Orada yazılı isimlerin yanına not düşülür: huylu-huysuz, uyumlu-uyumsuz.

Bu iş bazen o kadar çığırından çıkar ki bazı meslektaşlarımız kendi içlerinde çeteleşirler. PR’cı bir kız filanca yazarı arar. ‘Efendim, şöyle bir gezimiz var. Gelmek ister misiniz?’ O yazar kıza sorar: ‘Falanca gazeteden kim geliyor? ‘Kız saf saf cevap verir: ‘Biz şu kişiyi düşünmüştük.’ Yazar küplere biner: ‘Şu kişi mi? Onun da sohbeti çekilmiyor canım. Siz en iyisi bu kişiyi çağırın.’ Bir de bakmışsınız; bu kişiler, şu kişiler her yerde birlikteler. El ele vermiş dünyayı turluyorlar. Sadece turlasalar iyi. Bir de orada burada çektikleri fotoğrafları facebook sayfalarına yüklüyorlar.

Bu PR’cılar yok mu? Onlar işini bilir. Hizmetinden memnun kaldıklarını Amerika’ya ya da egzotik adalara tatile gönderir.

PR’cılar piyasanın kara kutusu gibidir. Sağa sola götürdükleri adamların en rezil hallerini ve özelliklerini bilirler. Kendi aralarında onlarla ağız dolusu eğlenirler. Ama dümen bozulmasın, gemi karaya oturmasın diye bu sırları açık etmezler. Bunları da başka bir yazımızda anlatalım.

İlk cümledeki soruya dönecek olursak… Sanırım şimdi anladınız ‘hanut’un ve hanutçunun ne olduğunu.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9