Onu ilk gördüğümde, loş kilisenin arkasında yerleri
süpürüyordu, tepedeki pencereden süzülen ışık huzmesinin altında durduğundan
ışık metal vücudunu parlatıyordu.
Odama giden koridora giderken “Günaydın efendim” dedi.
“Günaydın” diye cevap verdim. “Burada yenisin değil mi? Seni
daha önce gördüğümü sanmıyorum”
“Daha bu sabah gönderildim efendim” dedi.
“Herbie neden çıkartıldı?”
“Söyleyemem efendim”
“A, peki”dedim. “Bir ismin var mı?”
“Jackson efendim”
“Sadece Jackson mı?”
“Dilerseniz Jackson 389V22M7 diyebilirsiniz efendim”
“Jackson yeterli” dedim. “Burasıyla işin bitince benim odamı
temizlemeni istiyorum”
“Çoktan temizledim efendim”
“Çok iyi Jackson, galiba seninle çok iyi anlaşacağız”
Jackson “Ben de öyle umarım efendim”efendim.
Ofisime gittim, etrafta cemaattan kimse olmadığından cübbemi
çıkartıp, kravatımı gevşettim. Sonra eski moda döner koltuğuma oturdum, bir
kalem ve sarı bir kağıt alıp gelecek vaazimi hazırlamaya başladım. Jackson
kapıyı vurduğunda yarım saattir hala vaazime çalışıyordum.
“Girin” dedim.
İçinde bir çaydanlık, fincan ve tabak olan bir tepsiyle
içeri girdi. “Sabah çayını sevdiğinizi söylediler efendim ama yanında şeker,
limon veya süt isteyip istemediğiniz söylemeyi unuttular”
“Çok düşüncelisin Jackson teşekkür ederim”
“Çok rica ederim efendim”
“Seni kesinlikle çok görgülü programlamışlar”
“Teşekkür ederim efendim.” Duraksadı. “Süt, şeker veya
limon?...”
“ İstemem”
“Öğle yemeğinizi saat kaçta istersiniz efendim?”
“Tam öğleyin. İnşallah Herbie'den daha iyi yemek
yapıyorsundur”
“Sevdiğiniz yemeklerin bir listesi bana verildi efendim,
hangisini .....”
“Sürpriz olsun” dedim.
“Emin misiniz efendim?”
“Eminim. Sabahtan beri Allah'ı düşündükten sonra öğle yemeği yemek çok önemsiz geliyor”
“Eminim. Sabahtan beri Allah'ı düşündükten sonra öğle yemeği yemek çok önemsiz geliyor”
“Allah mı efendim?”
“Her şeyin yaratıcısı” diye izah ettim.
Jackson “Benim yaratıcım bay Stanley Kalinovsky efendim”
dedi. “Onun dünyadaki her şeyin yaratıcısı olduğunu ve diğer adının Allah
olduğunu bilmiyordum” dedi.
Gülümsemekten kendimi alamadım.
“Otur Jackson” dedim.
Tepsiyi masanın üzerine koydu. “Yere mi efendim?”
“Bir sandalyeye”
Jackson “Ama ben sadece bir robotum, sandalye gerekmez”
dedi.
“Belki” diye yanıtladım. “Ama sandalyeye oturursan ben daha
rahat ederim”
“O zaman oturayım” diyerek karşıma oturdu.
“Seni Dr. Kalinovsky'nin yarattığı doğru” diye söze
başladım. “Ya da en azından bundan bir şüphem yok ancak bu başka bir soruyu da
getiriyor, değil mi Jackson?”
Robot cevap vermeden önce bir an bana baktı, sonunda “Evet
efendim” dedi. “Soru şu: Stanley Kalinovsky'yi kim yarattı?”
“Çok iyi” dedim. “Ve cevap: onu Allah yarattı. Tıpkı beni ve
diğer insanları yarattığı gibi. Dağları, ovaları ve denizleri yarattığı gibi”
Tekrar sessizlik oldu. Sonunda “Ben hariç her şeyi Allah mı
yarattı?” diye sordu.
“Bu ilginç bir soru” dedim. “Sanırım cevabı şu Allah dolaylı
olarak senin yaratılmandan da mesul, çünkü Doktor Kalinovsky'yi yaratmasaydı, o
da seni yaratamazdı”
“O halde ben de Allah'ın yarattığı bir şey sayılırım”
“Burası Allah'ın evi. Bir robotu bile tanrının yaratmadığını
söylemek bana düşmez.”
“Affedersiniz efendim Allah'ın ofisi nerede? Bana verilen
kilise şemasında yoktu”
Kıkırdadım “Tanrı'nın ofise ihtiyacı yoktur, o her yerdedir”
Jackson yavaşça başını 360 derece döndürdü yine bana baktı.
“Ben göremiyorum” dedi.
“Kesinlikle burada” dedim. Sonra “İzah etmesi çok zor
Jackson sözüme inanmalısın”
“Peki efendim”
“Şimdi Jackson gerçekten çalışmam lazım, öğle yemeğinde
görüşürüz”
“Özür dilerim efendim fakat isminizi bilmiyorum birisi sizi
sorarsa ne diyorr?”
“Ben Peder Edward Morris”im” diye cevap verdim.
“Teşekkürler Peder Morris” diyerek dışarı çıktı.
İlginç bir konuşma olmuştu, Jackson'un takırdayan selefi
Herbie ile yaptığım konuşmalardan kesinlikle çok daha ilginçti. Küçük bir
şehirdeki küçük bir kiliseydik, endüstri başka bir yere taşınmıştı, bir sürü
insan da oraya gitmiş ve diğer iki kilise kapanmıştı. O yüzden etrafta sohbet
edecek başka din adamı yoktu. Jackson'un basit sorularına cevap vermek bile
vaazimin kalanına yeni bir enerjiyle başlamama yetti.
Vaazlerimin üzerinde çok sıkı çalışırdım. Önceki görev
yerimden geldiğimde kilise kapanacak haldeydi. O zamanlar pazar günleri beş
kişi geliyordu haftanın diğer günleri de birkaç kişi. Sonra cemaattekilerin
evlerine ziyarete gitmeye başladım. Okullarda konuştum, futbol ve basketbol
takımlarını maçlardan önce kutsadım. Yerel seçimlerde kilisenin oy verme yeri
olarak kullanılmasına bile gönüllü oldum. Bir tek loto oyunlarının kiliseye
girmesine müsaade etmedim. Eksiklerimizin karşılanması için insanları kumar
oynamaya teşvik etmek kafirlik gibi geliyordu. Çok geçmeden çabalarım meyve
verdi. Bugünlerde pazarları otuz ile altmış kişinin kiliseye gelmesini
bekliyorum. Ve her gün bir iki kişinin kiliseye uğramadığı olmuyor.
Öğle yemeği şaşırtıcı derecede iyiydi. Günün sonunda
vaazimin taslağını yazmıştım ve Jackson kiliseyi yeni gibi parlatmıştı – ki
kilise çok uzun zamandan beri hiç de yeni değildi. Koridorlarda önceki
papazlarımızın fotoğrafları asılıydı. İki tanesinin ta Benjamin Harrison ve
James Garfield başkan olduğu zamanlardan görev yaptığı söyleniyordu. Çoğu çatık
kaşlıydı, belki de fazla çatık kaşlıydılar bu yüzden üye sayısı yıllar içinde
azalmıştı. Beni seçmelerinin nedenlerinden birinin cehennem ateşlerini ve
lanetlemeleri diğerlerine bırakmamdı, ben vaazlarımı merhamet, sevgi ve kefaret
üzerine kurmuştum.
Gece olup giderken Jackson yanıma geldi.
“Affedersiniz peder Morris, siz gittikten sonra binayı
kilitleyecek miyim?”
Başımı salladım “Evet, duvardaki şu beyefendiler eminim
burasını yirmidört saat ibadete açık bırakırlardı ama günümüzün dünyasında
olmaz. Kilisede soygun olmasına izin veremeyiz”
Jackson “bilgi bankama göre kilise bir tapınma yeri” dedi.
“Bu doğru”
“Ama siz burasının kilise değil Allah'ın evi olduğunu
söylediniz”
“Kilise Allah'a tapındığımız yerdir” diye izah ettim. “Bu da
burasını onun evi yapar”
Jackson“Bu kadar yüksek tavanlara ihtiyaç duyduğuna göre
Allah çok büyük olmalı” dedi.
Gülümsedim “Bu ilginç bir gözlem Jackson, kuşkusuz isterse o
kadar büyük olabilir ama sanırım bizler kilisenin içini Allah'ın sığması için
büyük yapmıyoruz. Allah'ın hiçbir yere ihtiyacı yoktur ama buraya ona tapınmaya
gelenlere Allah'ın büyüklüğünü ve kudretini göstermeye çalışıyoruz.”
Daha başka bir yorum yapmadı ve ben de arabama gittim.
Jackson'la olan küçük sohbetten hoşlandığımı itiraf etmeliyim, ertesi gün
onunla yine konuşmaya can atıyordum.
Akşam yemeği için birkaç sandviç yaptım – meziyetlerim
arasında yemek yapmak yoktur- ve gecenin kalanını kitap okuyarak geçirdim. Her
zamanki gibi saat on'da yattım ve sabah altı'da kalktım. Giyindim, yatağımı
yaptım, arka bahçeye kuşlar için ay çekirdekleri ve yem koydum ve sonra arabama
binip kiliseye gittim.
Gittiğimde Jackson bir gün önceki gibi yerleri süpürüyordu.
“Günaydın Peder Morris” dedi.
“Günaydın” diye yanıtladım. “Jackson bana bir iyilik
yapabilir misin? Sabah kimse gelmeden vaazimi prova etmek istiyorum bir bardağa
su doldurup kürsüye koyabilir misin?”
“Tabii efendim, mikrofonu da açayım mı?”
Başımı salladım “Buna gerek yok dinleyecek kimse yok sadece
prova yapacağım”
Su getirmeye gitti ve ben de ofisime gittim. Cübbemi dolaba
astım, masamın orta çekmecesini açıp vaazimi çıkardım benden binlerce kez daha
hızlı düşünebilen en son model bir bilgisayarım vardı ama nedense vaazlerimi
elyazısıyla resmi bir kağıda yazmayı yeğliyordum.
Birkaç son dakika değişikliği yaptım sonra ofisten çıktım.
Bir saniye sonra kürsüdeydim, her zaman yaptığım gibi iki elimle kürsüye
dayanıyordum. (yoksa ellerimi kollarımı çok fazla sallıyorum)ve vaazime
başladım.
Bitirdiğimde saatime baktım, yirmi iki dakika sürmüştü bu
makul bir süreydi. Kuralım göre yirmi dakikanın üzerindeki her konuşmanın
sıkıcı, onbeş dakikanın altındaki konuşmalar da aşırı kısa ve yetersizdi.
Başımı saatimden kaldırınca Jackson'un kilisenin arkasında
kımıldamadan durduğunu gördüm.
“Artık seni meşgul etmeyeceğim, ne yapıyorsan ona devam
edebilirsin” diyerek ofisime doğru yürüdüm.
“Tamam Peder Morris”
Sonra aklıma bir şey geldi:
“Bir dakka Jackson”
“Buyrun?”
“Vaazımı dinleyebildin mi?”
“Evet Peder Morris, benim mikrofona veya ses sistemine
ihtiyacım yok”
“Olmadığını hissetmiştim, şey bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Soruyu anlamadım”
“O halde açıklayayım”dedim. “her pazar sabahı cemaate vaaz veririm.
Bunun onlara manevi huzur vermesi beklenir, ihtimal bu senin tam olarak
kavrayamayacağın bir şey ayrıca onlara öğütler verilir”
Jackson “öğütler mi verilir efendim?”
“Nasıl ahlaklı, manevi olarak iyi bir hayat sürecekleri
üzerine” diye izah ettim. “Sorun şu ki bazen ana konuya çok ağırlık verip
mantıksal çelişki veya kusurları görmüyorum.” Neden bilmem bir robot için
gülmek anlamsız olmasına rağmen ona gülümsedim. “Vaazlerimi dinlemeni istiyorum
Pazar sabahları değil de hafta içinde prova yaparken ve içinde mantıksal bir
çelişki olursa söylemeni istiyorum. Bunu yapabilir misin?”
“Evet peder Morris bunu yapabilirim”
“Evet peder Morris bunu yapabilirim”
“İyi” dedim. “Aslında bugünküyle başlayabiliriz sanırım,
hatırlayabilir misin yoksa tekrar okuyayım mı?”
Jackson “Harfi harfine tekrarlayabilirim Peder Morris,
gerekirse kopyasını da çıkartabilirim”
“Tekrarlamana gerek yok sadece mantıksal bir çelişki var
mıydı söyle”
Jackson “Evet efendim” dedi. “Büyük bir balığın Yunus adında
birini yuttuğunu ve ölmediğini söylediniz. Bu mantıksal olarak imkansız”
“Öyle gözüküyor” dedim. “eğer tanrı olmasaydı öyle olurdu”
“Anlamadım peder Morris”
“Allah her şeye kadirdir” diye izah ettim. “Onun için
imkansız bir şey yoktur, hastaları iyileştirebilir, ölüleri diriltebilir, Kızıl
Deniz'i ikiye ayırıp İsrail oğullarının Mısır'dan kaçmasını sağlayabilir ve
Yunus'u bir balinanın midesinden çıkartabilir”
“Ama sindirim asitleri Yunus'un derisini yakıp, iç
organlarını bozmaz mı?”
“Eğer Tanrı işin içine karışmazsa bozar ama Allah işe
karışınca bozmaz”
Jackson “herhangi bir adamı balık yutarsa Allah müdahale
eder mi?” diye sordu.
“Hayır”
Jackson bir an durakladı “Allah kimleri kurtaracağına nasıl
karar veriyor?”
“Bilmiyorum” diye itiraf ettim. “Allah'ın nasıl düşündüğünü
kimse bilemez, onun iyi ve dürüst insanları sevdiğini biliyoruz gerçi günümüzün
dünyasında buna inanmak biraz güç.”
“Vaazlerinizi hakkıyla değerlendireceksem Tanrı hakkında
daha çok şey bilmeliyim peder Morris”
“Okuman var mı?”
“30'dan fazla lisan ve 200 lehçeyi konuşabilirim efendim”
“O halde bu akşam ben çıktıktan sonra ofisimin duvarındaki
oyukta duran İncil'lerden bir tane alıp oku”
“Bu bana Tanrı'yı anlatacak mı?”
Yine gülümsedim ve başımı salladım. “Hayır Jackson, o bizim
Tanrı hakkındaki sınırlı bilgimizi izah ediyor. Eğer tanrının bildiklerini bilseydik,
hepimiz tanrı olurduk. Ama sadece tek tanrı vardır”
“Niye sadece bir tane?”
“Sadece İncil'i oku” dedim.
“Dediğiniz gibi yapacağım Peder Morris”
Vaazimin sayfalarını toplarken “İyi” dedim. “Ben odama
gidiyorum, bir saat sonra çayımı isterim”
“Tabii Peder Morris”
Ve sonraki üç ay bu rutin işimiz oldu. Haftanın iki veya üç
sabahı ben kürsüde yükses sesle vaaz veriyor Jackson da arkada dinliyordu.
Sonra da çelişkileri veya mantıksızlıkları söylüyordu. Bazıları (haftadan
haftaya azalıyordu)onun Tanrı ve din kavramıyla ilgili sınırlı bilgisinden
ötürüydü kalanlar ise Pazar günü beni utandırmadan önce düzelttiğim potlardı.
Beni şaşırtan şey İncil hakkında tek soru sormamasıydı,
okuduğunu biliyordum çünkü vaazimdeki bir noktaya takıldığında, kitaptan belli
bir bölümü referans gösteriyordu. Ama benimle asla kitabı tartışmıyor veya
hakkında soru sormuyordu. Bunun sebebinin anlayışının ötesinde olduğunu
düşündüm. Nihayetinde bir robottu, sadece kiliseyi temizlemek ve binayı,
bahçeyi onarmak için yapılmıştı.
Birisi dua ederken genellikle kilisenin ana salonundan
çıkardı ama bir gün Bayan Matthews diz çökmüş dua ederken uzun uzun kadına
baktığını gördüm. Kadın gittikten sonra odama geldi ve ben onu farkedene dek
kapıda bekledi.
“Evet Jackson ne var?”
“Bir sorum var peder Morris”
“ Sor o halde elimden geldiğince cevaplayayım”
“Bayan Matthews'in kilisede diz çöktüğünü gördüm,
diğerlerinin diz çöktüğünü de görmüştüm ama kadın ağladığından bir yerini
incittiğini sandım. Ama ayağa kalkması için ya da tıbbi yardım için yardım
teklif ettiğimde fiziksel bir acı çekmediğini dua ederken- ki bu Tanrı'yla
konuşmak demekti- diz çökmenin adet olduğunu söyledi.”
“Bu çok doğru Jackson” dedim. “Tanrı'ya saygımızı göstermek
için diz çökeriz ve ağlıyordu çünkü askerde olan oğullarının güvenliği için
endişeleniyor.” Robot sessiz kaldı ve cevap vermedi. Başka bir şey var mı?”
“Yok peder Morris”
“O halde işinin başına dönsen iyi olur”
“Evet peder Morris”
Döndü ve gitti. Gelecek ay için kilisenin bütçesini
bilgisayara geçirmeye başladım. İnsanların farkında olmadığı harcamalar
şaşırtıcıydı, kilise korosunun elbiselerinin kuru temizleme faturaları, park
yerinin bakım masrafları, ve bu ay vitraylı pencerelerden birinin camındaki
çatlağı ödemek zorunda kalmıştım. Ama sonunda bitirdim ve muhasebe defterini
kapattım.
Saatime bakım, 4,29'du. Yani bir saniye sonra Jackson
gelecek demekti ve gerçekten de geldi. Benimle çalıştığı tüm sürede asla yarım
saniyeden fazla erken veya geç kalmamıştı. Ve bağış kutusunu getirdiğinde saat
4.30'du. İçinde pek bir şey yoktu – zaten nadiren olurdu- paraları saydım, bir
zarfa koydum ve depozit makbuzu yazdım.
“Teşekkür ederim Jackson” dedim.
“Bir şey değil Peder Morris”
“ Sheldrake'de 5.30'dan önce akşam yemeği yiyenlere yüzde
otuz indirim yapılıyormuş, galiba bu gece biraz erken çıkıp, bankaya
uğrayacağım ve kendime güzel bir dana külbastı ısmarlayacağım, seni yalnız
bırakacağım için üzgünüm ama.....”
Jackson “hiç yalnız kalmıyorum” dedi.
“Anlayamadım?”
“Allah her yerdedir, öyle değil mi?”
“Allah her yerdedir, öyle değil mi?”
Şaşırarak “evet öyle” dedim.
“Ve burası da onun evi” diye devam etti. “o halde mutlaka
evdedir”
Tutkuyla “çok iyi Jackson” dedim. “ Belki günün birinde sana
bir vaaz yazdırmalıyım”
Depozitoyu aldım, giderken robotun omzuna vurdum ve
kiliseden çıktım. Yemek boyunca Jackson'un söylediklerini düşünmeden edemedim.
İncil'i okuduğunu ve vaazlerimi dinlediğini biliyordum ama bir robotun Allah'ın
var oluğunu ve her şeye kadir olduğunu söylemesi...şey bu çok şaşırtıcıydı. Bir
robotun nasıl bir vaaz yazacağını bile merak etmeye başladım.
Sabah kiliseye gittiğimde yaşlı Perry Hendricks beni
bekliyordu. Üç yıla yakın süre kansere karşı yenileceği bir savaş sürdüren
kızının ölümüne hala atlatamıyordu. Bir buçuk saat onu yatıştırmaya çalıştım,
bu mesleğimin en nefret ettiğim yanıydı- onları rahatlatmak istemediğimden
değil ama çok yetersiz kaldığımı hissediyordum.
Sonra kızının düğünü için kilisenin müsait olup olmadığından
emin olmak amacıyla Bayan Nicholson uğradı ve parasal konuları konuştu. Kızının
beş aylık hamile olması gerçeğinden söz etmedik zaten onları yargılamak bana
düşmez ben ancak yardım eder ve rahatlatırım.
O gidince Jackson çayımla içeri girdi.
“Geciktiğim için kusura bakmayın ama cemaatten biriyle
konuşurken rahatsız etmek istemedim” dedi.
“Çok düşüncelisin” dedim. “Misafirim varken de çaysız
yapamayacağımı düşünürsem seni çağırırım. Fincanımı doldurdum ve bir yudum
aldım. “Çok güzel olmuş, keşke karşılıklı içebilsek”
“Yiyecek veya içecekleri sindiremem peder Morris”
“Biliyorum yine de keşke senin için yapabilecek bir şeyim
olsaydı. Benim için yaptığın tüm inceliklere çok teşekkürler. Sonuçta ne öğle
yemeğimi hazırlamak ne de vaazlerimi dinlemek senin görevlerin arasında değil”
30 saniye kadar tamamen sessiz kaldı ve sonra ben artık
şarjının bitmek üzere olduğunu düşünürken konuştu: “Benim için yapabileceğiniz
bir şey var Peder Morris”
Şaşırarak “Nedir o?” dedim. Nihayetinde daha önce bir robot
benden bir şey istememişti.
Jackson “Pazar günleri diğerleriyle birlikte kilisede
oturmama izin verin” dedi.
Böyle bir şey soracağını hiç ummuyordum.
“Neden?” dedim.
“Ben de kilisenizin bir üyesi olmak istiyorum”
“Ama sen bir robotsun” diye pot kırdım.
“Eğer Allah her şeyin Allah'ıysa o zaman robotların da
Allah'ıdır?”
“Sana İncil'i okutmamalıydım, bu hataydı” dedim.
Jackson “İncil gerçek mi?” diye sordu.
“Evet, İncil gerçek”
“O halde insanlar için doğru ama robotların da tanrısı değil
midir?”
“Sana İncil'i okutmamalıydım, bu hataydı”
“İncil gerçek mi?”
“Gerçek”
“O zaman tanrı neden robotların da tanrısı olmasın?”
“Üzgünüm ama olamaz”
“Neden?” diye sordu.
“Çünkü robotların ruhu yoktur” dedim.
“Senin ruhun nerede?”
“Ruh soyut bir şeydir, ruhumu sana gösteremem ama olduğunu
biliyorum o benim ayrılmaz bir parçam” diye izah ettim.
“Benim de aynı cevabı vermem niye yasaklanıyor?”
“İşleri çok güçleştiriyorsun Jackson”
“Canınızı sıkmak veya sizi mahcup etmek istemiyorum”dedi.
Durdu ve sonra devam etti “Bu ruhumun olduğunun belirtisi değil mi?”
“Konunun hatırı için haklı olduğunu varsayalım” diye
cevapladım. “başka hiçbir robotun ruhunun olmamasına nasıl izah edeceksin?”
Jackson “Bu varsayımı kabul edemem İncil hepimizi Tanrı'nın
yarattığını söylüyor”
“Fişini çekebiliriz, istediğin robot yapımcısına sor”
“Sizin de” diye cevapladı. “istediğiniz doktora veya keskin
bir nişancıya sorun”
Mutsuz bir şekilde “Bu faydasız bir tartışma” dedim. “Beni
ikna etsen bile cemaatim asla bir robot üyeyi kabul etmez”
“Neden olmasın?”
“Çünkü herkesin bir robot yüzünden işini kaptırdığı bir
akrabası, arkadaşı var. İki fabrikamız taşındı, gençlerimiz okulu bitirir
bitirmez iş aramak için şehirden gidiyor ve bu tüm ülkede böyle, bu günlerde
robotlara karşı büyük bir antipati var.” İçimi çektim. “Zamanımızın bir derdi”
diye bağladım.
Hiç cevap vermedi ve bu beni daha kötü yaptı.
“Lütfen anladığını söyle” diye devam ettim.
“Anlıyorum peder Morris”
Rahatsız edici bir sessizlik daha başladı.
“Gitmeden önce söylemek istediğin başka bir şey var mı?”
“Hayır peder Morris”
“O halde yarın görüşürüz ve bir daha bu konuyu açmayalım”
O gece sıkıntılıydım ve uyuyamıyordum. İşe yarayacağını
düşünerek uzun bir yürüyüş yaptım ve sonunda kendimi kilisenin önünde buldum.
Belki bilinçaltımda oraya gitmeyi istemiştim, bilemiyorum. Ama nasılsa oraya
kadar gitmişken ve uykum yokken, içeri girip biraz çalışmak istedim. Yan
kapıdan içeri girdim, ofisime doğru giderken alçak bir ses duydum.
Merakla sesin geldiği yöne gittim ve bir an sonra kendimi
karanlık kilisenin arkasında buldum. Jackson mihrabın altında diz çökmüştü ve
sesini zarzor duyabiliyordum:
“Allah benim kılavuzumdur....”
Onu rahatsız etmeden dönüp eve gittim.
Gerçekten kötü, suçluluk dolu bir gece geçirdim. Sabahleyin
tartışmanın devam etmesini biraz bekliyordum ama kiliseye vardığımda Jackson
sıraların altlarını süpürüyordu ve ona selam verince nezaket icabı “Günaydın
peder Morris” dedi. Tam vaktinde sabah çayımı getirdi ve önceki günkü
tartışmayla ilgili tek kelime etmedi.
Öğle yemeği de, öğleden sonraki çay da ve tüm gün olaysız
geçti, sonraki gün de, ondan sonraki gün de ve sonunda bir şey olmasını
beklemekten vazgeçtim.
Çok erken vazgeçmiştim.
Dört gün sonra Pazar günü beklediğim şey oldu. Vaazimle
ilgili son dakika değişiklerini yaparak odamda bekliyordum, sonunda çıktım ve
kürsüde durup, cemaate baktım.
Her zamanki gibi kutsamayla başladım sonra dualar ve
ilahiler takip etti ve nihayet vaazime sıra geldi. Fakat daha birkaç kelime
etmiştim ki gittikçe artan bir huzursuzluk farkettim. Başta sebebini anlamadım
her seferinde daha çok kişi az önce arka sıraya oturan birine bakıyordu ama
sorunun ne olduğunu anlamadım nihayetinde ibadet için kapıdan kim gelirse
gelsin hoşgelmişti, sonra yeni gelen biraz kımıldadı ve yanağının parlak
ışıltısını gördüm.
Bu Jackson'du. Ten rengi bir krem bulmuş veya satın almış ve
tüm yüzüne, başına, ellerine püskürtmüştü. Üzerine büyük ihtimalle kilisenin
arkasındaki çöplükten bulduğu yırtıkpırtık, pis bir giysi geçirmişti. Kilisenin
loş ışığında, yüz metre kadar geriden ilk bakışta bir insan gibi görünüyordu
ama sadece ilk bakışta ve uzaktan.
Kürsüden indim, en arka sıraya doğru yürüdüm ve Jackson'un
önünde durdum.
“Benimle gel!” diye emrettim. “Hemen!”
Ayağa kalktı ve onu mihrabın altındaki bekleme odasına
soktum, arkamızdan kapıyı kapattım.
“Pekala Jackson” dedim. “Ne diyorsun?”
“Hala anlayamadığım nedenlerden ötürü cemaatinizi insanlarla sınırladınız. Ben de insanlara benzersem belki onlara katılabilirim diye düşündüm”
“Hala anlayamadığım nedenlerden ötürü cemaatinizi insanlarla sınırladınız. Ben de insanlara benzersem belki onlara katılabilirim diye düşündüm”
Hiddetle “insan olmak için yırtıkpırtık bir giysi ve
makyajdan daha fazlası gerekir” dedim.
“Ne gerekiyor?” dedi.
“Bunu zaten konuştuk sanıyordum”
“Eğer beni Tanrı yarattıysa onunla konuşmam neden yasak
olsun?”
“Onunla konuşman yasak değil onunla Pazar günü cemaatim buradayken kilisemde konuşman yasak”
“Onunla konuşman yasak değil onunla Pazar günü cemaatim buradayken kilisemde konuşman yasak”
“Eğer onunla konşumak için en uygun yer kilise değilse niye
her gün buraya geliyorsunuz?”diye sordu. “Madem insanlar herhangi bir yerde de
Allah'la konuşabilir o halde neden burada toplanıyorlar? Eğer Pazar en uygun
gün değilse niye Salı günü toplanmıyorlar?”
Aklıma ilk gelen şey alışkanlık demekti ama bu hayatım
boyunca yaptığım her şeyin inkarı olacaktı bu yüzden cevabımı beni zora
sokmayacak ve anlayabileceği kelimelerle ifade etmeye çalıştım.
“İnsanın sosyal bir hayvan olduğu söylenir” diye başladım.
“İnsan diğer insanlarla birlikteyken huzur bulur, yalnızlık ve izolasyon
kavramlarını sana anlatabilirim ama bunlara eşlik eden manevi boşluğu
bilemezsin, insanlar dua etmek için kilisede toplanıyorlar çünkü birlik olma, paylaşılan
değerler ve huzur hissi veriyor. Söylediklerimden sana bir şey ifade ediyor
mu?”
Tüm söylediği “duygusal boşluğu anlamadığımı nereden biliyorsun?” du.
Tüm söylediği “duygusal boşluğu anlamadığımı nereden biliyorsun?” du.
Ona baktım bir cevap vermeye çalıştım ama başaramadım.
Aniden kapı vuruldu.
Diğer taraftan boğuk bir ses “İyi misiniz peder Morris?”
diye sordu.
Bir başkası “robotla ilgili yardım gerekiyorsa bilelim”
dedi.
“Ben iyiyim!” diye bağırdım. “birazdan geleceğim lütfen
sıralarınıza oturun.” dedim. Jackson'a dönüp “Sen burada bekle, ben gelene
kadar ofisten çıkmıyorsun, anladın mı?”
“Anladım” dedi. Ne “peder Morris” ne de “efendim” sadece
“anladım”.
Onu orada bıraktım, kapıyı üzerine kilitledim ve kürsüye
döndüm. Ben yerime geçince ve döndüğümü görünce kızgın fısıldamalar sustu,
Bay Whittaker “Kahretsin neler oluyor peder Morris?” dedi.
Bayan Hendricks “o ne tür bir yaratıktı?” diye ekledi.
Sessiz olmaları için elimi kaldırdım.
“Açıklayacağım” dedim. Cebimden vaazımı çıkarttım ve baktım.
Yaptığımız bazı günahlarla ilgiliydi, açgözlülük ve tembellik. Birden bunlar
çok önemsiz ve az önce kilisemde cereyan eden olaydan çok uzak gözüktü. “Bugün
size bu kağıdı okumayı planlamıştım ancak söyleyecek daha önemli şeylerim
var”diyerek kağıdı yırtıp, parçalarını aşağı attım.
Herkesin pür dikkat kesildiğini farketmiştim ve bu
kaybolmadan konuşmaya karar verdim umarım doğru sözcükleri bulabilirdim.
Gördüğünüz ve sizi rahatsız eden şey Jackson'du. Birkaç
aydır kilise çevresinde iş ve bakım yapan hepinizin gördüğü bir robot. Tüm
robotlar gibi kusurları tespit etmek ve düzeltmek isteğiyle dolu.”Durdum ve
cemaatime baktım. İyi gözükmüyorlardı ama en azından dinliyolardı. “Birkaç ay
önce bir gün onun bu özelliğinden yararlanmak istedim, karşısında vaazimi
okuyacaktım ve herhangi mantıksal bir iç çelişki var mı tespit etmesini istedim.
Kaçınılmaz olarak bizim imanın şartları olarak kabul ettiğimiz şeylerde
mantıksızlıklar ve çelişkiler buldu. Öyle ki, bu şartlarla normal mantık
kuralları arasındaki farkları anlamaya çalışacaktı. Ona İncil'i okuttum şu son
ana kadar kitabı harfiharfine doğru kabul ettiğini farketmemiştim.”
Bay Remington “Harfi harfine doğrudur! o Tanrı'nın kitabı!”
dedi.
“Biliyorum” dedim. “Ama bunun insanlara olduğu gibi
robotlara da uygulanabileceğini sanıyor, ölümsüz bir ruhu olduğuna inanıyor”
Bay Jameson “Bir makine mi!” diye homurdandı. “Bu dinimize
küfürdür!”
“Biraz anlayış göstermeliyiz” dedim. “Jackson moral ve
ahlaki bir varlığa sahip ve tek istediği şey cemaate katılıp her şeyin
yaratıcısına dua etmek. Bu yüzden bir insana benzemeye çalıştı, böylece
sizlerle birlikte oturabilecek ve Tanrı'yla konuşabilecekti. Bu o kadar korkunç
mu?”
Bay Jameson “Onu bir robot kilisesine gönderin tabii varsa”
dedi. Sesi alay ve lanet doluydu. “Burası bize ait”.
Bayan Hendricks “Bu doğru değil peder” dedi. “eğer bir ruhu
varsa elektrikli süpürgemin ya da oğlumun oyuncak tankının ruhu niye yok?”
“Ben sadece bir insanım” dedim. “ve kusursuz değilim tüm
soruların ya da çoğunun cevabını biliyormuş gibi yapamam. Gelecek hafta
itirazlarınızı dikkate alacağım ve hepinizden yüreklerinize şunu sormanızı
istiyorum, topluluğumuzda Tanrı'yla tapınmak isteyen bir varlığa, herhangi bir
varlığa yüreğinizde merhamet var mı? Gelecek pazar vaaz yerine bu konuyu
tartışacağız”
Ben konuştuktan sonra bile mırıltılar devam etti. Meseleyi
şimdi konuşmak istediler ama ben buna noktayı koydum ve evlerimize gidip
uyumamızı söyledim çünkü konu düşünmeden yapılan tepkilerden ziyade ciddi
düşünmeyi gerektiriyordu. Kapıda durup her zamanki gibi geldikleri için hepsine
teşekkür ettim ve erkeklerden üç tanesi elimi sıkmak istemedi. Sonuncu da
gittikten sonra odaya gittim, kapının kilidini açtım ve Jackson'a elindeki,
yüzündeki boyaları silmesini ve o yırtıkpırtık giysiyi bulduğu yere atmasını
söyledim.
Eve gittim o kadar canım sıkkındı ki, aç değildim. Uzun bir
yürüyüş yapmaya karar verdim. Döndüğümde hava kararmıştı ve ben hala bir çözüm
bulamamıştım. Ruhlar insanlara özgü bir şey miydi? Bir gün yıldızlardan gelen
duyguları olan yabancı bir yaratıkla karşılaşırsak ne yapacaktık?
Ya da bir yunus veya şempanze senin benim dua ettiğim
Tanrı'ya dua ederse? Bir yaratık veya şempanze yaparsa bir robot neden
yapmasın?
Eve kaçta gittim bilmiyordum, neredeyse uykusuz bir geceden
sonra hala bilmiyordum.
Sabah yine kiliseye gittim. Daha elli metre olmasına rağmen
bir şeyler olduğunu anladım çünkü kapılar açıktı ve Jackson kapıları asla açık
bırakmazdı. İçeri girdim, Jackson'un sabahki vazifelerini yapmadığı aşikardı
yerler pisti, çiçekler sulanmamıştı ve çöpler atılmamıştı.
Bir ruhu olsun olmasın bu davranışıyla çok lanet bir insan
olmaya başladığına karar verdim. Herbie belki daha ilkel bir modeldi ama
vazifesini hep yaptı ve hiç şikayet etmedi ya da gücendiğini belli etmedi.
Sadece insanlar kafasının bozuk atmasına ve kötü davranışlar gösterme lüksüne
sahipti.
Sonra ofisimin kapısının tek menteşeye tutanarak
sallandığını ve tamir edilmeyecek kadar söküldüğünü gördüm Aklıma ilk gelen şey
soyulduğumdu ve çalmaya değer bir şey olmadığını gerçeğini unutarak ofise
koştum.
Kapının eşiğine geldiğimde donup kaldım Jackson yerdeydi.
Metal vücudu delik deşikti, bir bacağı kopmuş, bir kolu ikiye kopartılmış ve
kafası öyle ezilmişti ki tanınmayacak haldeydi.
Ne olduğunu anlamak için dahi olmanız gerekmiyordu.
Cemaatimdekiler Jackson'un yaptığından da benim söylediklerimden de
hoşlanmamışlardı. Ve sıralarını asla bir robotla paylaşmak istememişlerdi ve
bunlar yabancılar ya da sarhoş holiganlar değillerdi. Benim cemaatim,
topluluğumdu. Düşünebildiğim tek şey : O kadar sıkı çalışmamın sonucunda bu
şekilde davranıyorlarsa bana ne denirdi? İnsanlara manevi ve ahlaki rehberlik
etmesi beklenen kişi!
Yere Jackson'un yanına çömeldim, Tanrı'm mahvolmuştu.
Yakından baktıkça üzerinde daha çok delik deşik gördüm. Saldıranlardan en az
bir kişide buz kıracağı gibi bir şey olmalıydı bıçaklamış bıçaklamış bıçaklamıştı
bir diğerinde metali kesecek testere olmalıydı, diğerlerinde de başka şeyler.
Ne kadar acı çektiğini merak ettim, robotlar acı çeker
miydi? Sanmıyordum ama Allah'a inandıklarını da sanmıyordum yani ne biliyordum
?
Çeşitli parçalarını birleştirmeye çalıştım burası Tanrı'nın
eviydi ve onun parçalarının böyle etrafa dağılması kutsal şeylere bir
saygısızlıktı. Sonra onun gövdesini ve kırık kolunu taşırken metal bir işaret
parmağıyla seramik zeminin üzerine bir cümle kazıldığını farkettim.
“ Affet onları Allah'ım çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar”
XXX
Ertesi gün istifamı verdim. Aslında bu işi tamamen bıraktım.
Son sekiz yıldır marangozluk yapıyorum. Fazla parası yok ama onurlu bir iş, tüm
ekibim robotlardan oluşuyor onlarla sürekli konuşuyorum ama marangozluk dışında
başka bir şeyle ilgilenenine henüz rastlamadım.
Jackson'a gelince, onu fabrikaya geri gönderdim neden
bilmiyorum kesinlikle Hristiyan gibi gömülmeyi hakediyordu ama yapmadım. İçimin
derinlerinde onun bir ruhunun olduğuna hala inanmadığımdan mı? Bilmiyorum
bildiğim tek şey o günden beri kendimden utandığımdı. Ne hata yaparsa yapsın
daha iyisini hak etmişti.
Onu nasıl attıklarını bilmiyorum, belki parçalarına
ayırmışlardır. Bugün bile onu özlüyorum hiçbir insanın bir makineyi özlemediği
kadar hem de. Her Paskalya'da arabamla fabrikanın arkasındaki hurda yığınının
üzerine bir çelenk koyuyorum, bunu göreceğine ve müteşekkir olacağına inanacak
kadar hala inancım var. Aslında yeterince iyi bir yaşam sürersem günün birinde
onu yine göreceğimi düşünüyorum ve eğer onu görürsem haklı olduğunu
söyleyeceğim.
Ötekileri affetmişti, belki beni de affedebilir.