Wassily Kandinsky’yle 1917 yılında, henüz on dokuz
yaşındayken evlenen Nina Andrevskaya Kandinsky, bütün ömrünü büyük bir aşkla
sevdiği ve sanatına sonsuz bir hayranlık duyduğu kocasına adamıştı. Bu adanış,
anılarını yazdığı Kandinsky ve Ben adlı kitabında ne kadar çok Kandinsky, ne
kadar az ''ben'' olduğundan da anlaşılır. Nina Kandinsky, kocasıyla sanat
çevrelerinde geçirdiği yirmi yedi yılı anımsarken (1917-1944) aslında bu
yıllarda soyut sanatın en önemli öncülerinden biri olan Kandinsky’nin
yapıtlarını dönemselleştirerek anlatıyor ve böylelikle modern sanat tarihinin
çok ilginç bir dönemini de aydınlığa kavuşturuyor. Bu dönemde, Bauhaus’un
kuruluş ve dağılış öyküsünü, sanatçılar arasındaki dayanışma ve rekabeti,
devrin ideolojik gelişmelerinin sanata müdahalesini, ve bütün bunların dışında
kalmaya çalışarak salt sanatına yoğunlaşmak isteyen bir ressamın yaşamını
buluyoruz. Bazı siyasi gelişmelerin, özellikle de Hitler faşizmi gibi kitlesel
kıyıma yönelmiş olanların, sanatçı ayrıcalığıyla bile dışında kalınamayacağının
her zaman ibretle dolu öyküsünü okuyoruz. Dahası, son yıllarını (1922-1944)
sürgünde geçirmiş olan bir sanatçının, önce Münih, sonra Paris’te yaşadığı
yıllarda, hangi akımlara öncülük ettiğini, hangi ressamlardan etkilendiğini, ve
Rusya’daki köklerinin bu etkilerle nasıl kaynaşıp nasıl yepyeni anlatımlara
dönüştüğüne tanık oluyoruz. Nina Kandinsky, kocasını kaybettiği 1944 yılından
sonra da, kendini Kandinsky’nin eserlerini korumaya ve tanıtmaya adadı. Neuilly-sur-Seine’deki
Nina Kandinsky Koleksiyonu, bu amaçla bir araya getirilmiş Kandinsky
yapıtlarının müzesi oldu.
*
“Kuşkusuz hiçbir şey
anlamıyoruz ama, bize bir kilisede olduğumuz duygusunu veriyor.” (Moskova’da
Kandinski’nin sergisini gezen üç köylünün Kandinski’nin karısına söyledikleri
cümle)
Soyut resmin babası Vasili Kandinski sanatı bir ‘iç
zorunluluk’ olarak görürdü. 1910 yılında itibaren yaptıkları devrimci işlerdir.
Ama bu öyle basit, yaptım oldu türden bir devrim değildir. Resimleri ve sanat
üzerine görüşleri ile geçen yüzyılın önemli adlarından biridir.
Bunun yanında resimleri gibi karmaşık ve renkli bir yaşam
sürmüştür. En ilginç olanlarından biri resme başlama öyküsü. Hukuk kariyerini
yarıda bırakıp tam 30 yaşında resme başlamıştır Kandinski. Bu kararı almasını
sağlayan ise gördüğü an hayranlığa düştüğü Monet’nin Saman Yığını resmidir.
İçindeki sanatçı ruhu 30 yaşında uyanmış ve bir daha da geri dönmemiştir.
İkinci karısı Nina Kandinski bu büyük ressamı, eserlerini,
felsefesini ve yaşadıkları olağanüstü inişli çıkışlı hayatı bir roman tadında
okuyabileceğimiz bir kitap ile tanıtıyor bize. Kandinski ölene kadar hiç
ayrılmamışlar. Büyük bir tutku ve aşkla yaşamışlar. Her sayfada Nina’nın
kocasına olan tutkusu tıpkı Kandinski’nin ünlü renkleri gibi parıldıyor.
Bütün bunlarla birlikte bu kitap, özellikle 1910-1945
yılları arasındaki sanat dünyası, iki dünya savaşı, ünlü Bauhaus efsanesi,
Almanya yıllarında hem devlet hem de toplum bazında yükselen o delilik,
durmadan ülke değiştirmeler, sanatçı rekabetleri, düşmanlıkları, dostlukları
gibi sayısız konularda da bize değerli şeyler öğretiyor.
Büyük bir sanatçı, tutkuyla sevilen bir koca, dostlarına ve
sanata ihanet etmeyen bir adamı yakından tanımak için mutlaka okunması gereken
bir yapıt. Bu kitabının ardından Kandinski’nin ünlü “Sanatta Ruhsallık Üzerine”
adlı kitabı da okunmalıdır.
Not: Rus Devriminden sonraki ilk yıllarda bir erkek
evlatları olur. Ama yeterince beslenemedeği için çocuk ölür. Bunu acı bir sır
olarak taşırlar. Utandıklarından değil, acının sahibi tarafından yaşanmasına
inandıklarından. Nina Kandinski ise 1983 yılında evinde öldürülmüş olarak
bulundu. Katil veya katiller hiçbir zaman bulunamadı.