Tarihçilik bu ülkede en tehlikeli mesleklerden
biridir.Yöneticiler, tarihi gerçeklerden korktukları kadar hiçbir şeyden
korkmamışlardır.O yüzden de özellikle yakın tarihin gerçeklerini dile
getirenler, bunu ağır bedellerle ödemek zorunda kalmışlardır. Bu korkunun,
korkanlar açısından haklı bir nedeni vardır.Çünkü toplum uzun yıllar boyunca
yalanlarla kandırılmış, bugünkü sistem de bu tarihi yalanların üzerine bina
edilmiştir.Sadece geçmişi değil, bugünü de açık layacak olan tarihi gerçeklerin
ortaya çımaması için de her türlü tedbiri almışlardır. Neredeyse bütün eğitim
sistemimiz çocuklara tamamen uydurulmuş bir tarihi ezberletmek için
düzenlenmiştir. Bu toplumun çocukları, bu ulusun ve yöneticilerin hiç hata
yapmadığına, geçmişin hiçbir haksızlıkla lekelenmediğine inandırılmıştır. Bu
nedenle de, tarihi gerçeklerle karşılaştıklarında, kendilerinden ve
öğrendiklerinden değil, bizzat gerçeklerin kendisinden kuşku duyar hale
gelmişlerdir. Neşe Düzel, bir dizi dürüst ve cesur tarihçiyle yaptığı
konuşmalarla, tarihimize az rastlanır bir geçeklik ve şeffaflıkla bakmamızı
sağlıyor. Yalanların arkasına saklanan gerçekleri, bu konuşmaları okuyarak
gördüğünüzde sadece aldatıldığınız değil, hala aldatılmakta olduğunuzu da
keşfedeceksiniz
*
Kitabın adı okuyacaklarımız hakkında hemen bir şeyler
söylüyor zaten. Bazı klişeleri, tabuları ve ezberleri yıkmak amacıyla yapılmış
söyleşiler. Gelgelim tarih, ezber
bozmak, tabu yıkmak için yapılan bir bilim değildir. Aksi halde ezber bozmak,
tabu yıkmak iddiası da pekala bir ezbere, tabuya dönüşebiliyor. Tanınmış bir
tarihçi veya araştırmacı bir yazarın bir konu hakkında daha bir şey söylemeden
nasıl bir şey söyleyebileceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyorsak ve bu her
konu için geçerliyse burada sakat bir durum var demektir.
Söyleşilerin- ki hepsi de alanlarında çok tanınan, iddialı
hocalarla yapılmış- ortak özelliklerinden biri “tarihimizi bilmediğimiz”,
“gerçeklerin hep saklandığı” vb. gibi iddialar. Fakat bir çeşit leitmotif
haline gelen bu kavramlar bir dereceden sonra inandırıcılıklarını yitirip,
anlatıcının kendi savlarını güçlendirmek için kullandığı birer silah haline
geliyor. Ve maalesef en iddialı cümleleri söyleyen, tabu, ezber yıktıklarını
söyleyen bu yazarlar, tarihçiler eleştirdiklerinin karşısına birebir aynısını
diktiklerini nedense görmezden geliyorlar. Ezber bozanlar başka bir ezber
yaratırken, resmi tarih karşıtları gayri-resmi tarihin resmi tarihçileri haline
geliyorlar.
Bunun yanında yazarların yaşam biçimleri, felsefeleri yorumları
üzerinde oldukça etkili. Örneğin Taha
Akyol’la yapılan söyleşide, Akyol’un sık sık Atatürk’ün pragmatik, şartlara
göre değişen biri olduğu görüşünü okuyoruz.
Tüm görüşlerinin temelini neredeyse bu iddia oluşturuyor. Sanki kendi
yaşamını açıklamaya çalışır gibi. İkinci örnek Kemal Karpat: Ermeni olayları konusundaki argümanları
içinde Balkan ve Kafkas Türklerinin başlarına geleni hatırlatıyor. Çünkü o da
kendi yaşamını tarihi yorumlama dışına koyamıyor.
Buna söyleşiyi yapan Neşe Düzel de dahil: Normalde objektif
bir şekilde sorularını sorarken çoktan kendi kafasında vardığı bir yargıya
karşı çıkan bir açıklama gelince, soğukkanlılığını elden bırakıp polemiğe
kayıyor. En güzel ve sanırım tek örnek de Kemal Karpat’la yapılan son söyleşi.
Yine de keşke her ay böyle kitaplardan bir tane çıksa da
okusak diyeceğimiz türden bir kitap.