"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

3 Haziran 2012 Pazar

MADALYON-KATE CHOPIN

Bir sonbahar gecesinde, birkaç adam bir tepenin yamacındaki ateşin çevresinde oturuyordu. Adamlar Konfederasyon kuvvetlerinin küçük bir birliğine mensuptu ve yürüyüş emrini bekliyorlardı. Gri üniformaları dökülüyor olmanın ötesinde yıpranmıştı, adamlardan biri amberlerin üzerinde küçük bir teneke kapta bir şeyler ısıtıyordu. İkisi biraz uzakta boylu boyunca uzanmışlardı, dördüncüsü bir mektubu okumaya çalışıyordu ve bunun için iyice ateşe yaklaşmıştı. Yakasını ve pamuklu gömleğinin düğmelerini açmıştı.
Uzanan adamlardan biri “ boynundaki şey ne Ned?” diye sordu.
Ned veya Edmond otomatik olarak gömleğinin bir düğmesini ilikledi ve cevap vermedi mektubu okumaya devam etti.
“Sevdiğinin resmi mi?”
Ateşin başındaki adam “ kız resmi değil” diye iddia etti. Teneke kabı ateşten almış, minik bir çubukla içindekileri karıştırıyordu. “Bu bir muska, bir tür büyü, rahiplerden biri başına dert gelmesin diye vermiş, ben Katolikleri tanırım, işte Frenchy de bu sayede terfi etti ve burnu bile kanamadı, hey Frenchy, doğru değil mi?Haksız mıyım?” Edmond mektuptan başını kaldırdı.
Ne diyorsun?
Boynundaki muska değil mi?
Edmond gülerek “öyle olmalı” dedi. “ onsuz bir buçuk yıl ne yapardım bilmiyorum”
Mektup Edmond'un hem kalbini sızlatmış hem de sıla hasretiyle yakmıştı. Sırt üstü uzanıp dosdoğru göz kırpan yıldızlara baktı. Fakat yıldızları ya da başka bir şeyi değil, yabanasmalarında arılar vızıldarken bir genç kızın ona Hoşça kal dediği bir ilkbahar gününü düşünüyordu. Kızın boynundaki madalyonun klipsini çıkarıp kendi boynuna taktığını görebiliyordu, bu içinde anne ve babasının minik fotoğraflarının, isimlerinin ve evlendikleri tarihin yazılı olduğu eski moda, altın bir madalyondu. Bu kızın en değerli hazinesiydi. Edmond yine kızın yumuşak, beyaz elbisesini hissediyor ve kız kollarını onun boynuna uzatırken giysisinin meleğimsi kollarını görüyordu. Kızın ayrılıktan ötürü acı içindeki güzel, çekici, şiirsel yüzü capcanlı önünde duruyordu. Adam döndü, yüzünü ellerinin arasına gömerek hareketsiz, sessiz uzandı.
Sessizliği ve huzuruyla, derin ve hain gece kampın üzerine çökmüştü. Tatlı Octavie'nın bir mektup getirdiğini hayal etti. Kıza otuması için verecek bir sandalyesi bile yoktu ve giysileri yüzünden utanıp, sıkılmıştı. Kızın da katılmasını rica ettiği akşam yemeği olacak şeyden utanıyordu.
Boğazına bir yılan dolanır gibiydi ve tam onunla uğraşırken ince şey elinden kaydı ve hayali dağıldı.
Nick suratına bağırıyordu “ giyin Frenchie!” Düzenli bir hareketten ziyade bir gürültü patırtı, koşuşturma var gibiydi. Tepenin yamacı gürültüler ve hareketlerle canlandı, çamların arasında ani ışıklar yanıp sönüyordu. Doğuda şafak sökmekteydi. Yine de güneş ışığı aşağıdaki ovada henüz çok cılızdı.
En uzun ağacın üzerindeki bir karga “neler oluyor?” diye merak etti. Yaşlı, yalnız ve akıllıydı ama yine de tüm bunların ne olduğunu anlayacak kadar akıllı değildi. Gün boyunca gözlerini kırpıp meraklanmaya devam etti.
Sesler ovalardan gelip, tepeleri geçip, beşikte uyuyan bebeleri uyandırdı. Dumanlar güneşe doğru yükseldi ve ovanın üzerini kapkara gölgeledi öyle ki aptal kuşlar yağmur yağacağını sandılar ama akıllı olanlar daha iyi biliyordu.
Bunlar oyun oynayan çocuklar diye düşündü yeterince bakarsam daha çok şey anlarım.
Gecenin gelmesiyle dumanlar ve gürültüler kayboldular. O zaman yaşlı kuş tüylerini kabarttı sonunda ne olduğunu anlamıştı! Kocaman siyah kanatlarını çırparak aşağı doğru uçup ovanın üzerinde daireler çizmeye başladı.
Bir adam ovada kendine yol açıyordu, papaz gibi giyinmişti, görevi hayat belirtisi taşıyan birisi olursa son anında onları rahatlatmaktı, adama bir kova su ve şarap taşıyan bir de zenci eşlik ediyordu.
Burada hiç yaralı yoktu, hepsini götürmüşlerdi. Fakat geri çekilme işi hızlanmıştı ve akbabalar ile merhametli Samaritan'lar (bir tür din adamı)ölüleri yoklamak zorundaydı.
Yüzü gökyüzüne bakan bir asker vardı, genç bir çocuk. Elleri çimenlerin iki yanındaydı, tırnaklarının arasında çaresizce hayata tutunduğu toprak ve çimen parçaları vardı, tüfeği gitmişti, miğferi yoktu, yüzü ve giysileri kirliydi, boynunda altın bir zincire bağlı bir madalyon sarkıyordu. Papaz diz çökerek, klipsi açtı ve madalyonu ölmüş askerin boynundan çıkardı, savaşın dehşetine alışkındı ve bunları gözükara bir şekilde göğüslüyordu yine de savaşın acıları yaşlı, yorgun gözleri yaşartıyordu.
II
İlkbaharın güzelliği ve huzuru dünyanın üzerine bir rahmet gibi inmişti. Louisiana'nın ortasındaki yılankavi nehrin etrafından dolaşan yapraklı yolun üzerinde köy yollarını tırmanmaktan iyice yıpranmış, eski moda bir fayton sesi geldi, şişman, zenci arabacının acelesine rağmen, besili, siyah atlar düzgün, yavaş adımlarla gidiyordu. Arabanın içinde tatlı Octavie, kızın eski dostu ve komşusu, ve kızı sabah yolculuğuna çıkarmaya gelen yargıç Pillier vardı.
Octavie siyah, basit, sade bir elbise giymişti. Belinde ince bir kemer vardı, kolları sıkıca kol ağızlarına tutturulmuştu, elbisesin kabarıklık veren tellerini takmamış ve rahibeye benzemişti. Giysisinin altında eski madalyonu vardı. Artık madalyonuu kimseye göstermiyordu, kızın gözünde o kutsanmış, ait olduğu yere geri dönmüştü. Maddi değeri olan şeyler bazen daima bir insanın varlığının önemli bir hatırasıyla özdeşleşirler.
Madalyonun kendisine geri getirdiği mektubu belki yüzlerce kez okumuştu. O sabah da yine mektupla meşguldü. Pencerenin kenarına oturup, mektubu dizlerinin üzerinde düzeltirken, ağır, baharatlı kokular, kuş cıvıltıları ve arı vızıltıları havadaydı.
Kız öyle genç ve dünya o kadar güzeldi ki, papazın mektubunu tekrar tekrar okurken içine gerçek olmayan duygular doldu. Papaz o sonbahar gününün batıda altın rengi ve kırmızılarla solarken, gecenin de ölenlerin yüzünü kapattığını söylüyordu. Ah! O ölülerden bir tanesinin kendisine ait olduğuna inanamıyordu! Gri gökyüzüne doğru yalvaran bir gözle baktı. Tüm vücudunu bir isyan ve direnme dalgası kapladı. O öldüğüne göre neden çiçekleri ve baştan çıkarıcı kokularıyla ilkbahar gelmişti? Kendisi niye buradaydı! Hayattan artık ne bekleyecek, ne yapacaktı?
Octavie daha önce de böyle umutsuzluğa kapılmış ancak bunu kutsanmış bir tevekkül takip etmiş ve kızı bir zarf, kabuk gibi sarmıştı.
Mektubu katlayıp, gizli yerine koyarken kendi kendine “zavallı Tavie halam gibi yaşlanıp, sessiz ve mutsuz biri olacağım” diye mırıldandı. Daha şimdiden üzerine Tavie halası gibi ağırbaşlı bir hava gelmişti. Farkında olmadan büyük ızdırabının gençliğini maddi olarak çalıp, onun yerine gençlik hayalleriyle başbaşa bıraktığı matmazel Tavie'yi taklit ederek ağır ağır yürüdü.
Faytonda ölmüş sevgilisinin babasının yanında otururken, korkunç kaybından ötürü duyduğu acı hissi yine benliğini kapladı. Genç ruhu haklarını istiyor, dünyanın güzelliklerinden ve neşesinden kendi payını talep ediyordu. Arkasına yaslandı ve siyah tülüyle yüzünü biraz daha kapattı. Bu yaşlı Tavie halanın tüllerinden biriydi. Yoldan bir toz bulutu kalktı ve kız beyaz, yumuşak mendiliyle yanaklarını ve gözlerini sildi, eski müslin elbisesinin kumaşından elde dikilmiş, beyaz, yumuşak bir mendildi.
Yargıç hiç vazgeçmediği sevgi dolu ses tonuyla “bana bir iyilik yapıp yüzündeki tülü kaldırır mısın Octavie?” dedi. “Günün güzelliğine ve vaatlerine hiç uymuyor”
Genç kız, itaatkar bir tavırla eski dostunun arzusunu yerine getirdi, sıkıcı ve kasvetli tülünün iğnesini şapkasından çıkarttı, düzgünce katlayıp, koydu.
Adam rahatlamış bir şeklide “Ah, daha iyi oldu! Çok daha iyi!Bir daha sakın takma canım”dedi. Octavie buna biraz kırıldı, sanki adam herkesin üzerine yıkılan ızdıraptaki payından kızı mahrum etmek istiyordu. Tekrar eski müslin mendiline uzandı.
Ana yoldan ayrılıp, vaktiyle çayırlık olan düz bir ovaya sapmışlardı. Orada burada baharın ışıltısıyla parlayan, görkemli öbek öbek dikenli çalılar vardı. Uzakta, otların uzun ve leziz olduğu yerlerde davarlar otluyordu. Ovanın sonundaysa yargıcın evine giden yolda yükselen leylak ağaçları gözüküyordu, çiçeklerin kokusu onlara güzel bir Hoş geldin oluyordu.
Eve yaklaşırken, yaşlı beyefendi kolunu kızın omuzuna koydu, yüzünü kendisine döndürüp “Böyle bir günde bir mucize olmasını beklemez misin? Bütün dünya böylesine hayat doluyken, Allah Cennet'in kapısını açıp kaybımızı bize geri getiremez mi Octavie?” Adam çok alçak sesle, etkileyici ve tavsiye edercesine bir tonla konuşuyordu. Sesinde alışık olunmayan bir titreme ve yüzünün her çizgisinde bir kışkırtıcılık vardı. Kız adama yalvaran ve sevinçten korkan bakışlarla baktı.
Bir yanda ova, diğer yanda leylak ağaçlarının çevrelediği yoldaydılar, atlar tembel adımlarını biraz hızlandırmışlardı, eve çıkan yola sapınca, ötücü kuşlar gizlendikleri yerden koro halinde şarkılar söyleyip, şakıyarak onları selamladılar.
Octavie kendisini bir rüya aleminde sandı, gerçek hayattan daha etkili ve daha gerçek. Eğimli saçaklarıyla eski, gri ev karşılarındaydı, yeşilliklerin ortasında sanki tarlalardan gelmişler gibi tanıdık yüzleri ve sesleri duydu ve Edmond onu kucaklıyordu. Ölmüş olan Edmond'u, sağ Edmond'u. Adamın kalbinin kalbinde attığını hissetti ve adamın şiddetli öpüşleri kızı kendine getiriyordu. Hayatın çoşkuşu ve baharın uyanışı sanki kıza ruhunu ve neşesini geri getirmişti.
Ancak saatler sonra Octavie göğsünden madalyonu çıkartıp soran gözlerle Edmond'a baktı.
Edmond “savaştan bir gün önceydi, düşmanla çarpışmanın telaşıyla ve ertesi gün geri çekilirken hiç aklıma gelmedi, ancak savaş bitince hatırladım, çarpışmada kaybettiğimi sandım meğerse çalınmış.”
Kız “çalınmış!” derken tüyleri ürperdi ve gözleri acıyla gökyüzüne bakan, ölmüş  askeri düşündü.
Edmond bir şey söylemedi ama sofra arkadaşını hatırladı, karanlıkta yerde uzananıp yatanı, hiç konuşmaya katılmayanı.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9