Bilim adamlarınca yakalanıp deney adı altında binbir çeşit
işkenceye maruz kalan ve buna dayanamayarak laboratuardan kaçmış, insanlar gibi
konuşabilen iki metre boyunda, yeşil renkli bir canavarımız, “yakınında olan
her şey ölen ve bu yüzden bahçedeki otların hala neden ters dönüp yerin dibine
girmediğine” hayret eden, çocuğunu kaybetmiş, kocası ile artık öylesine evli
duran hüzünlü bir kadınımız var bu romanda.
Fantastik ile gerçekçi öğeleri mükemmel bir denge ile
buluşturup güzel bir öykü anlatıyor bize yazar. Üstelik “komik”unsuru da
oldukça güçlü. Özellikle kadın ile canavar arasında geçen o konuşmalar çok
eğlenceli.
Yalnızlığın bizi canavarlarla bile beraber olmaya götüren
(Soğuk Deri adlı romanda da aynı şeyi görmüştük) o dayanılmazlığı burada da
görülüyor. Ama bir şeyi daha gösteriyor bize bu öykü: Aşk kimin arasında
geçerse geçsin o ihtimal her zaman var: Mutlu son yoktur.
İster gerçekçi olsun ister fantastik, sonuçta insanlar,
canavarlar, eşyalar geliyor gidiyor, doğup ölüyorlar. Onlardan geriye kalan ise
sadece yalnızlıkları, umutları, küçük mutlulukları, ihanetleri, hüzünleri ve
yine tek başına kalmışlıkları. Bu kitabın içinde bunların hepsi var.