"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

2 Haziran 2012 Cumartesi

NESİR FİKRİ-GİORGİO AGAMBEN

Daha çok siyaset teorisi alanındaki çalışmalarıyla tanıdığımız Agamben bu kez Nesir Fikri'yle Türkçede. İktidar, komünizm, adalet, barış gibi politik temalar bu kitapta da var, ama dil, hakikat, aşk, unutuş, temsil, mutluluk, ölüm ve müzik gibi daha yaşamsal ve sanatsal temaları da içine alan daha geniş bir alandayız. Agamben kitap boyunca Kafka, Melville ve Dante'den Aristoteles, Heidegger ve Benjamin'e bir dizi yazar ve düşünürle diyalog halinde geliştiriyor fikirlerini. Düşünceye teori ve deneme dışında farklı bir mecra, farklı bir "nesir" arıyor: Aforizma, kısa hikâye, bulmaca, fabl, mensur şiir gibi bugün neredeyse elimizden kaçıp gitmiş formlara başvuruyor; bu yolla doğrudan deneyimlerimizdekine benzer bir yaşanmışlık hissi yaratmayı amaçlıyor. Başka bir dil, başka bir hakikat arayışında uyanışı, farkındalığı, hafızayı canlandırmayı başarıyor gerçekten de.
       "Düşler ve hatıralar, yaşamı sözcüklerin ejderha kanına daldırır, bu şekilde onu hafıza karşısında korunaklı kılarlar. Zihinde belirmeden bir hatıradan diğerine atlayan hatırlanamayan, aslında unutulmayandır. Bu unutulmayan nisyan dildir, insanın sözüdür.
       "Rüyanın kendi noksanlığından türettiği bu vaat, bizi düşüncesizliğe döndürebilecek kadar güçlü bir berraklık vaadi, bizi çocukluğa döndürebilecek kadar başarılmış bir dil vaadi, kendisini 'idrak edilemez' olarak görecek kadar egemen bir akıl vaadidir." 


Aşk Fikri, s. 55. Yabancı biriyle mahremiyeti yaşamak ve bunu ona yakınlaşmak ya da onu tanımak için değil de uzaktaki bir yabancı olarak tutmak için yapmak: görünmez – öylesine görünmez ki adı tümüyle içerir onu. Ve rahatsız durumdayken dahi, günler boyu, her daim açık yerden, varlığın –o şeyin– sonsuza dek açık kaldığı batmayan ışıktan başka bir şey olmamak....


İktidar Fikri, s. 65-66.

Aristoteles'in dehasının ürünü olan o iki kategori, potansiyel ve eylem, belki de sadece hazda, artık stereotipleşmiş matlıklarını kaybedip bir an için saydamlaşırlar. Aristoteles'in oğlu Nicomachos'a ithaf ettiği bir çalışmasında yazdığı gibi haz, biçimi her an gerçekleştirilen, sürekli vuku bulan bir şeydir. Bu tanımın sonucu olarak potansiyel, hazzın zıttıdır. Asla gerçekleşmeyen, sonucuna ulaşamayandır. Tek kelimeyle, acıdır. Aristoteles'in bu tanımına göre, haz asla zamanda vuku bulmuyorsa, potansiyel de esasen süre olmalıdır. Bu değerlendirmeler iktidarla potansiyel arasındaki gizli bağları açığa çıkarır. Eyleme geçildiği anda potansiyelin acısı diner. Ancak her yerde –bizim içimizde bile– potansiyeli, kendi içinde oyalanması için sınırlayan güçler vardır. İktidar bu güçler üzerinde temellenir: İktidar, potansiyelin kendi eyleminden yalıtılmasıdır, potansiyelin örgütlenmesidir. İktidar, otoritesini kesifleşen bu acının üzerinden kurar; kelimenin gerçek anlamıyla, insanın hazzını doyumsuz bırakır.
Ancak bu durumda asıl kaybolan, hazdan ziyade potansiyelin ve onun acısının anlamıdır. Bitimsiz hale gelen potansiyel, düşlere av olur, kendisine ve hazza dair korkunç kandırmacalarla vakit öldürür. Potansiyel, araçlarla amaçlar, araştırmayla sonuçlar arasındaki sıkı bağı saptırarak acının en üst seviyesini –kadiri mutlaklık– mükemmellikle karıştırır. Ama haz, sadece potansiyelin amacı olarak, mutlak iktidarsız olarak insani ve masumdur; ve acı, sadece kendi krizini, kendi çözümleyici yargısını belli belirsiz gören gerilim olarak kabul edilebilirdir. Başarılmış bir işte, tıpkı hazda olduğu gibi, insan nihai olarak kendi iktidarsızlığının keyfini sürer.

Muamma Fikri, s. 115-119.

I.

Muammanın en belirgin özelliği, kışkırttığı gizemin yarattığı beklentinin istisnasız her durumda hayal kırıklığıyla el ele gitmesidir; çünkü çözüm tam da, orada sadece muammanın görüntüsü olduğunu göstermekten ibarettir. Beyhudeliği bugün için herkesin kabulü olan bu bekleyişin kökende muammanın pathosunu kuruyor olması, başka birçok şeyin yanında, kendilerine sunulan gizlerin çözümlerini bulmayı başaramayıp kelimenin tam anlamıyla korkudan ölen kadim peygamberlerin ve bilgelerin ölümlerine dair anekdotlarda hissedilir. Ancak, muammanın gerçek öğretisi, çözümün –ve kaçınılmaz bir çözüm olacağı yanılsamasının– ötesinde başlar. Aslında hiçbir şey, artık bir muamma değil de anca onun görünümü olan bir doğrulamadan daha umutsuz olamaz. Nitekim bu, muammanın sadece dil ve dilin müphemliği ile ilgili olduğu anlamına gelir.
Muammanın olmayışı, hatta varlığı yakalamayı bile başaramayışı, hem kusursuz biçimde görünür hem de mutlak anlamda söylenemez oluşu – işte bu, karşısında insan aklının donakaldığı gerçek muammadır.
(Muamma sorununa dair Wittgensteincı pozisyon budur.)

II.

Her daim korkulan tek bir şey vardır: hakikat, daha doğrusu yarattığımız hakikat temsili. Gerçekte korku, bilerek ya da bilmeyerek temsil ettiğimiz bir hakikat karşısındaki cesaret eksikliğinden ibaret değildir: Bundan da önce korku, kendimize hakikatin bir imgesini yarattığımız, her durumda onun bir adına ve önsezisine sahip olduğumuz gerçeğinde örtük bir biçimde mevcuttur. Muammada hem ifadesini hem de panzehirini bulan, her temsilin içinde var olan arkaik korkudur.
Bu, hakikatin temsil edilemez bir şey olduğu, temsillerimizle örtmek için her daim acele ettiğimiz bir şey olduğu anlamına gelmez. Hakikat, bir temsilin gerçekliğini ya da sahteliğini kabul ettiğimiz noktadan sadece bir an sonra başlar (temsil içinde ancak şunlar söylenebilir: "tam da böyleydi işte!" ya da "yanılmışım!"). Bu yüzden temsilin hakikatten bir an önce durması önemlidir; tek gerçek temsil, kendisini hakikatten ayıran boşluğu da temsil eden temsildir.

III.

Rivayete göre, artık yaşlı bir adam olan Platon bir gün öğrencilerini Akademi'de toplamış ve onlara İyilik hakkında bir konuşma yapacağını söylemiş. Yaşlı filozof bu terimi daha öncesinde yalnızca öğretisinin en gizemli, en saklı çekirdeğini ima etmek için kullandığından, eksedrada toplanan kalabalık arasında (aralarında Speusippus, Senokrates, Aristoteles ve Oponte'li Philippus da varmış) haklı bir beklenti, hatta bir tedirginlik hasıl olmuş. Ama filozof konuşmaya başlayıp da tüm söylevinin yalnızca matematik sorunlarıyla, sayılarla, çizgilerle, düzlemlerle ve yıldızların hareketleriyle ilgili olduğu ortaya çıktığında ve filozof konuşmasının sonunda İyilik'in Bir olduğunu söylediğinde, öğrenciler önce şaşakalmışlar, ardından da içlerinden bazıları sessizce salonu terk edene dek birbirleriyle bakışıp kafa sallamaya başlamışlar. Aristoteles ve Speusippus gibi sonuna kadar kalanlar bile utanç içinde sessizliğe gömülmüşler.
Böylece, o zamana dek öğrencilerini problemleri tematik biçimde ele almaya karşı uyanık olmaya davet eden, yazılarında kurmacalara ve hikâyelere yer veren Platon, öğrencilerinin gözünde bir mite, bir muammaya dönüşüvermiş.

IV.

Derin düşüncelerin ardından, tek meşru yazma biçiminin, okuyucularını kendi yazdıklarının ortaya çıkarabileceği hakikat yanılsamasına karşı bağışık kılan bir yazma biçimi olduğuna inanmaya başlayan bir filozof varmış. "İsa'nın ya da Lao-Tse'nin," der dururmuş, "bir dedektif romanı yazdığını ortaya çıkarsaydık, bu gözümüze yakışıksız görünürdü. Benzer şekilde, bir filozof problemler hakkında bir tez öne süremez ya da kanaatini beyan edemez." Bu nedenle ölüm döşeğindeki Sokrates'in bile hor görmediği ve okuyucuyu iyi niyetle, kendilerini çok da ciddiye almamaya davet eden apoloji, fabl, efsane gibi basit ve geleneksel biçimleri takip etmeye karar vermiş.
Ancak başka bir filozof, böylesi bir seçimin gerçekte çelişkili olduğunu; çünkü yazarın bu niyetinde, kendisiyle ifadesi arasına mesafe koymak zorunda kalacak kadar ciddi olduğu varsayımına dayandığını göstermiş. Eski fablların öğretme niyetinin kabul edilir olmasının tek nedeni, asırlar boyu sonsuz kez tekrarlanıp değiştirilmeleri ve esas yazarları konusunda hiçbir şey bilinmemesiymiş. Diğer yandan, diye devam etmiş itirazı getiren filozof, her türden kandırma ihtimalinden kaçan yegâne niyet, her türden niyetin mutlak yokluğudur. Şairlerin, onlara sözcüklerini dikte ettiren ve seslerini ödünç veren Esin Perisi imgesiyle ifade ettikleri şey tam da bu niyetsizliktir. Ancak felsefede bu mümkün değildir: İlham edilmiş bir felsefenin gerçekte ne anlamı olurdu ki? Tabii felsefeye özgü bir Esin Perisi bulunmadığı müddetçe; Tebaililer'in Sfenks dedikleri o en eski perilerin şarkısı gibi, hakikatinin üstündeki örtüyü her kaldırışında paramparça olacak bir ifade bulunamadığı müddetçe...

V.

Tüm alametlerin belirdiğini, insanın dile mahkûmiyetinden kurtulduğunu, olası tüm soruların cevaplandığını ve söylenebilecek her şeyin söylendiğini varsayalım – insanın bu dünyadaki yaşamı nasıl olurdu o zaman? "Ama can alıcı sorunlarımıza değinilmedi bile," diyeceksin. Gülmek ya da ağlamak için hâlâ bir arzu duyacağımızı varsayarsak, neye güler, neye ağlardık? Eğer bizler dilin mahpuslarıyken, bu duygular dilin yetersizliğinden, sınırların üzücü ya da neşe dolu, trajik ya da komik tecrübesinden başka bir şey değilse ya da olamıyorsa, o ağlamaya veya gülüşe ne olurdu peki? Dilin tamamen gerçekleştirildiği, sınırlandırıldığı yerde insanlığın başka bir kahkahası, başka bir ağlayışı başlardı.

Celal Fedai, “Nesir fikri nereden doğar?”, Kitap Zamanı, 2 Mart 2009

Çocukluğumun geçtiği köyde yetişen meyveleri toplama işi çoğu zaman biz çocuklara düşerdi. Bu zevkli işi bir yandan topladıklarımızdan yiyerek bir yandan da düşlere dalarak yapardık. Çocukların zayıf bedenleri, doğrusu dokusu gevrek kayısı ağaçlarından meyve dermeye çok mahirdi.
Elma için de aynı şey söz konusuyken, sözgelimi ceviz çırpma işi büyüklerindi. ‘Cerek’ denilen uzun sopalarla düşürülen cevizleri çocuklar ancak yerden toplamaya ehil görülürdü. Ceviz dallarına tırmanmakla yetinirdik. Ceviz mevsiminin öncesinde gelen üzüm mevsiminden bu burukluğa alışık olan bizler, meselenin üzerinde fazla durmazdık. Geniş yaprakların altında parlayan türlü renkleri ile üzüm salkımlarını kesmekte yaşadığımız güçlük ortada idi çünkü. Salkımın arasına yapraklar girmiş olurdu kimi zaman. Ellerimizle tuttuğumuz salkımı üzüm çıbığından bıçkıyla ayırdığımızda koca salkımı yere düşürdüğümüz çok olurdu. Meyve taneleri ile üzüm salkımını, bu deneyimle bir kez daha ayrımsardık. ‘Salkım’ denilen şey, aynı meyvenin biraradalığı değildi sanki: Adını koyamadığımız başka bir şeydi salkım... Bana kalırsa Giorgio Agamben’in Nesir Fikri, çocuklukta adını koyamadığımız, aslında tüm kişioğullarının da kendi benliklerinde bir şekliyle deneyimlediği bu halin, yazmakla yüz yüze kalan kişilerde hükmünü yürüten ontolojik benzerliği ile başlayıp bitiyor.
Agamben’den öğrendiğimize göre İmparator I. Iustinianos, M.S. 509’da Atina felsefe okulunu kapattıktan sonra, o sırada okulun başında bulunan Damaskios, öğrencileriyle birlikte Pers hükümdarı I. Hüsrev Anuşirvan’a sığınıyor. Bu ilticanın sonrasında ömrünün kalanını ‘İlk İlkelere Dair Çıkmazlar ve Çözümler’i yazmaya hasreden Damaskios’un, ömrünü hasretmekle işi kolaylaşmıyor elbet: “Düşünce, düşüncenin başlangıcına dair bir soruyu nasıl ortaya atacaktı? Başka bir ifadeyle insan, idrak edilemez olanı nasıl idrak edecekti?” Yaşlı filozof, bu yolda kendinden evvelce yürüyenlerin peşinde yol almıştır ama derdinin imgesi, çocukluğunun geçtiği Şam’a dair bir anıda, yerini ayırtmış bir boşluk olarak belirir: “Aradığı tam da harman yeri gibi bir şey değil miydi? Düşünce ve dilin yaba gibi her şeyin çöpünü ayıkladığı, düşünülemez ve konuşulamaz o harman yeri.” Agamben, Nesir Fikri’nde işte bu harman yerindedir ve oraya ilişkin düşünmektedir.

Bir fikrin eşiğinde

Agamben’in eserinin ‘eşik’ inde sunduğu bu ‘hikâye’de, bizim hikâye kelimesinin iki yanına iliştirerek onu bir terim olmaktan azade kıldığımız tırnak işareti de var, modern şiirin anjambmana yönelerek klasik şiir karşısında varlık bulma mücadelesi de. Harman yeri, insanın eyleme halinde fikrettiği yerdir. Sapla saman yaba ile ayrılmadan önce başaklar dövenle gevşetilmiştir. Eylenenler hep bilenen şeylermiş gibidir görünürde, fakat işin aslında, dilde konuşmayı başlatan ıslaklığın ya da bunun tam tersini doğuran, susmakla dilin damağın kuruması halinin, yani fikretmenin, kişinin kendiyle ve çevresiyle bağıntılı doğası vardır. Bu, bir fikrin daha eşiğindeyken fikirler salkımını kendi için düşünülebilir kılma edimidir. Nesir Fikri bizi burada, bırakın çocuk kalarak merakla devinmeyi, bir bebek gibi lâl olarak ikamete zorluyor. Bir övgü olarak söylemiyorum bunları, birer tespit de değil. Okurun, bu dediklerimin kitapta yeri olduğundan kuşkusu olmasını istemem; fakat daha başında şunu da bilmeli ki, “Duygularımız, duyularımız bize vaatlerde bulunmuyor artık. Şaşaalı fakat faydasız ev hayvanları gibi bir kenara çekildiler.” diyerek, müzik yerine şamataya maruz bırakılıp insan ruhunun müziğini kaybettiğini ilan eden bir yazarla ve onun ‘ağyarını mani etrafını cami’ bir eseri ile karşı karşıyayız.
Eserin neleri vazettiğini kurgusu üzerinden anlatmak sanırım daha işlevsel olacak. Yazar, biri kitabın başında biri sonunda iki ‘eşik’ arasında inşa etmeyi tercihe şayan bulmuş eserini. Bu demek ki, sürdürülen inşa faaliyeti ‘eşik’in uzamındadır. Düşünmenin öncesinde ve düşünme sürecinde düşünceyi etkileyen, belirleyen ya da varlığıyla, söz açılmasıyla kendini hissettirse de düşünce üzerinde herhangi bir etkisi, belirleyiciliği olmayan otuz üç bahsi ise üç bölümde gruplamış. Bu bahislerin bazıları şunlar: Konu Fikri, Biricik Fikri, Esin Perisi Fikri, Çalışma Fikri, İktidar Fikri, Komünizm Fikri, Utanç Fikri, Çağ Fikri, Bebeklik Fikri. Bir fikrin daha eşiğinde o fikri belirleyen, etkileyen ama tam da bu sayede onu bir ‘fikir’ kılan fikirler salkımı bütün bu bahisler. Nesir karşısında şiirin varlık buluşu, esin perisinin ya da sebepler manzumesinin yazılanlarda kendini belli edişi ya da saklayışı, yazgısını sevenin ‘adil insanın ikamet ettiği hakikat’e yönelme iradesi ve tüm bu seyirlerde yol alanın, çalışmakla kendini aptallaştırma tehlikesi altında oluşu: “Çalışan kişi, bir şoka maruz kalıp kendisine çarpan şeyden dolayı aptallaşan, onun ne olduğunu anlamayan ve onu geride bırakacak gücü kendisinde bulamayan kişiyle aynı konumdadır.” İlk bölümün iç dikişlerinden en görünenlerdir bence, bu düşünceler. Fikretmek durumunda kalanın farkında olsun ya da olmasın, eğleşmek durumunda kalacağı meseleler, Nesir Fikri’nin ilk bölümüne gelip yerlerini kendileri seçercesine, doğallıkla yerleşmiş. İkinci ve üçüncü bölümlerde ise, bu yerleşik düşüncelerin dış dünya ile kendini sınaması söz konusu.
Kafka’ya sık sık gönderme yapan yazar, bu ‘utanç verici’ noktada da ondan bir çıkış buluyor düşüncelerine. Joseph K.’nın kendini utançtan kurtarmayı değil utancı kurtarmayı seçmesi ve Kafka’nın onun için “Ona göre, utancı onu yaşatacak” deyişi, yazar için anlamlıdır. Agamben, içinde bulunduğumuz çağın, kendini ne pahasına olursa olsun başka çağlardan ayırma arzusunun sayrıl yanlarını ve tercih edilmesi gerekeni de bu utancın ardından sunuyor: “Bu yüzden de yeni sanat ya da düşün eserleri istemiyoruz; başka bir kültür ve toplum çağı istemiyoruz. İstediğimiz, çağ ve toplumu gelenek içinde dolanıp durmaktan kurtarmak, onların içinde kısılıp kalan –tehir edilemez, devirsel-olmayan– iyi’yi ele geçirmek.”
Nesir Fikri, bana kalırsa ilk anda içindeki resimlerin sevimliliği ve şiirsel kurgusuyla, yazarının da söz açtığı ‘ebedi çocukluk’ duygusuyla yaklaşılabilecek, lakin harman yerinin tüm incelikli uğraşlarında sap saman yuttuktan sonra okuru için bir ‘cep kitabı’ haline dönüşebilecek bir eser. Çevirmenin nefis Türkçesini, Metis Yayınları’nın editör desteği taçlandırabilseydi, yabayı bilmeyen kentli okura daha yararlı olurdu sanırım. Zira eserin kimi yerlerinde Grekçe kelimeler, cümleler küçük izahlarla notlandırılmak bir yana olduğu gibi yazıldıkları alfabede bırakılmış. Bunların Nesir Fikrine yönelmede bir engel olmadığı söylenebilir fakat engelin ta kendisi bazen böyle, düşünce harmanının bileni olarak orada bulunmakla tebarüz eder. Oysa orada kimse esin perisini nikâhlayamadığı gibi ustalığı da nikâhlayamaz. Kesilen salkım ‘pat’ diye, toprağa düşüverir.

Semih Gümüş, “Nesir Fikri”, Radikal Kitap Eki, 19 Şubat 2010

Düzyazının doğası gereği yararcı olduğunu söyler Sartre. İçinden çıkılması zor bir açıklık içinde karşımıza çıkan düzyazı, bazen şiirle iç içe geçmiş görünür ve şiirin iç biçim özelliklerini kullandığı söylenirken, şiirsel de olmaya başladığı yerde yazınsal olmaktan çıkmaya başlar. Nesirin er geç başkalaşıp şiir biçimini alacağını savunurdu Memet Fuat sanırım olmayacak bu. Ses ve ritim, sözgelimi Sait Faik’in birçok öyküsünde olduğu gibi, şiirin varlığını mı gösterir? Bunu dersek öykü ya da romanın yazınsal doğasını açıklamakta güçlük çektiğimizi söylemiş oluruz ki, onların açık biçimde öne çıkarmadığı yerde de ses ve ritim yazınsal öğeler olarak gizlenmiştir.
Sait Faik’in Alemdağda Var Bir Yılan ve öncesindeki öykülerini ‘Hişt, Hişt!..’i açalım, ne okuduğunuzu düşünmeden sesli okumaya başlayın ve sözcüklerin oluşturduğu bu düzyazı dilinin sesini ve ritmini dinleyin. Sözcüklerin, bazen de harflerin benzeşiminden yararlanarak işlediği bu ses ve ritim, şiirin iç biçim özelliklerine de sahiptir, ama sanırım Sait Faik’in bilinçli yapmadığı bu şiir işçiliği, onu kendi yapan yaratıcılık gizilgücünden gelmiştir belki bizim bugün onun dilinde bulduklarımızın üstünde düşünmeye gerek bile görmemişti o.

Dil ve hakikat

Giorgio Agamben, Nesir Fikri’nde Celan’ın, “Sadece anadilinde hakikati söyleyebilir. Yabancı bir dilde şair yalan söyler,” sözünü aktarıyor.
Romancının hakikati yabancı dilerde arayışını ya da Türkçenin hakikati yansıtmakta yetersiz görülmesini nasıl değerlendirmeli? Öte yandan, kitle kütürünü yazdıklarının gerçeklik alanı olarak görmek romancıya özgüdür de, şair ya da öykücü bu gerçekliği paylaşmaya gönül indirmez. Yaratım sürecinin zihinsel bir süreç olarak yaşanması, yazınsal metnin ilkin zihin içinde ortaya çıktığını gösterirse, şiir ya da öykünün yaratıcılık düzeyinin romanın hep önünde olduğu öne sürülebilir mi?
Bu gerçeğin kaynağında sözcükler var; daha bütüncül bir dil yokken var olan sözcükler şiiri yaratmıştı. Sözcükler şairin dili olarak çıkmışsa ortaya, neden sonra oluşan bütüncül dil toplumsallaşmanın ahlakını da verir. Öte yandan, edebiyatın dışındaki gerçek hayatta söylenmeyen sözü yazınsal dil sanki ilk kez söyleniyormuş gibi ortaya koyabilir. Sözcüklerin yaratma becerisinde bir başlarına kalma çaresizliğine uzanan el, dilin niteliksel bir sıçramayla ulaştığı anlamlandırma ve yaratma becerisidir; üstelik bu dil neden sonra bir söylem yaratma düzeyine de çıkar ki, asıl nedeni edebiyatın zorunlu gereksinimlerine karşılık verme fırsatını bulmasıdır.

Zihinsel süreçler

Yaratıcı yazı bitimsiz bir uğraş, insanın yüksek nitelikli edimlerinin zihin içindeki en zengin gerçekleşme alanı. Yazarın kendi sözcüklerinin içinden çıkardığı dünya tümceden tümceye metni oluştururken, yalnızca yazarın zihinsel yetileri içinde oluşmaz. Aynı yaratım sürecinde başka kitaplar arasında geçen zamanlara da gerek duyulur. Sonra merak girer devreye, itici güç olarak; edebiyatın aldığı yeni biçimlere uygun biçimler nasıl bulunabilir, yakın gelecekte gene şimdiki gibi mi yazacağız ve bunlar gibi sorular, yazarın kendisiyle yüzleştiği basamakları oluşturur.
Aslında edebiyatımız, dilin bu doğurganlığı içinde düşünüldüğünde, ilk bakışta görünenden daha büyük bir gizilgüce sahip, ama bu gizilgücün bütününün harekete geçirilemediği de kuşkusuz. Nesir Fikri’nde, “Potansiyel, bir yandan, potentia passivita, yani pasifliktir, saf ve neredeyse sonsuz bir sabretme halidir; diğer yandan, potentia activa, yani aktif potansiyel, önü kesilemeyen harekete geçme dürtüsü, eylem itkisidir,” diyor Agamben.
İçe dönük olan yeniliklerin izini sürerken, her zaman sabrını da sınıyor. Kendini kabul ettirecek gücü toparlamak ve olası tepkileri karşılayabilmek için, uyuyan gizlgücünü olur olmaz hareket geçirmekten kaçınıyor. Agamben, “Potansiyel durumunda uzun süre kalmaktan daha acı bir şey yoktur,” derken, doğanın sırlarıyla değil de, insan ve bireylik savaşımı veren bütün tekil varlıklar adına konuşuyor. Oysa edebiyatımızın dışa dönük yüzünün hem etkin olduğu, hem de sık sık yaptığı ataklarla bütünü temsil etmeye çalıştığı söylenebilir. Gizilücünü saklamadığı için de, kendini bütün gövdesi ve kollarıyla ortaya koyabiliyor.
Birinin kullandığı sözcükleri öbürünün kullanmadığı edebiyat, yalnızca bize özgü değildir, dolayısıyla bir garabet gibi alınmamalıdır. Sonunda kendisinin kitle kültürünün de bir parçası gibi alınmasını olağan gören edebiyatın farklı bir dil de yaratması gerekir. Tatlı suya daldırılmış sözcükler belki suya yazdırmaz yazıyı, ama bıraktığı etki dirsek acısı gibidir, düşük voltajlı bir çarpılma, şaşkınlık, belki kısa süreli hayranlık ve üstüne basılıp sonrakine atlanan.
Yenilikçiliğin sınırlarında dolaşanlarsa, “yaşamı sözcüklerin ejderha kanına daldırır, bu şekilde onu hafıza karşısında korunaklı kılarlar.” İzi çıkmaz, anlamı unutulmaz, verilen emek oranında içselleştirilir, bellek yitimine verilmiş doğal ilaç gibidir, yan etkisiz.
Zamane gönüllüsü romancı, eski zaman hikâyeleri yazdığında bile güne uygunluğun sarhoşluğunu yaşar; oysa birçok dili bir arada yaşayan Bilge Karasu, okurun yazdıklarıyla ilişki kurmasının güç olabileceğini düşünmek yerine, Türkçenin olanaklarının yüksek düzeyli edebiyat için de yeterli olduğunu göstermiş oldu. Türkçe, yüz bin sözcüğü bir arada kullanılabildiğinde de yetersiz bir dil sayılır mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca sanırım bunu hiç düşünmedi, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday ya da Türk şiirinin öteki uç beyleri de, Türkçenin üstelik şiirin doğası içinde sürekli soyutlanabilen zenginliğinden kuşku duymadıkları gibi, yeni olanı da sınırlı görmediler.
Yaratıcı yazarın sözcük dağarının ulaşabildiği sınırlardır asıl olan; sonunda, sınırları çizilmiş bir dil içinde yaşadığını düşünmüyorsa yaratıcı yazar, o dil içinde verilmiş anlamların, verilebilecek anlamların hâlâ küçük bir bölümünü oluşturduğunu da düşünür. “Her yaşamda yaşanmamış bir şeyler vardır, her sözcükte söylenmemiş bir şeyler oluğu gibi,” diyor Agamben. Yazının ahlakından söz ettiğimizde de Hermann Broch’un, “Yaşamın o zamana kadar bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır,” sözünü amentülerimiz arasına alabiliriz, bu arada sözcüklerin o güne dek bilinmeyen anlamlarını keşfetme ödevini de onun altına yazarak.
Yazarın yarattığı metin, hayatın kefedilmemiş gizlerine bir bir sokulurken, Oscar Wilde’ın, edebiyatın gerçekten daha gerçek olduğu biçimindeki, bir başına alınırsa yalnızca güzel bir söz olarak kalacak sözünün anlamı yalın biçimde ortaya çıkmaya başlar. Edebiyatımızın dili kendi yurdu olarak yeterince yaşamadığı ya da o yurdun belli bölgelerini tanımakla yetindiği söylenebilir; ama bu arada hayatın yalnızca yaşayarak keşfedilmeyeceğini, dilin de hayattan öğrendiklerimizden daha çoğunu anlatabileceğini unutmadan.

*
“Her yaşamda yaşanmamış şeyler vardır, her sözcükte söylenmemiş bir şeyler olduğu gibi.”

Homo Sacer adlı başyapıtın yazarı, yaşayan en önemli düşünürlerden Agamben’nin bu kitabı nedense bana onun bir vasiyet çalışması gibi görünmüştür hep.

Kitabın adı Nesir Fikri olsa da, toplam 33 kavram ve konu üzerine  – dil fikri, aşk fikri, utanç fikri, çağ fikri, mutluluk fikri, ölüm fikri, komünizm fikri…vb-  yazı var.  Bütün bu konuları da biraz buruk ve şiirsel bir dille anlatıyor Agamben. Kafka’dan Dante’ye, Antik Felsefeden Budizme birçok yazar ve düşünce sistemlerini bir de onun yorumları ile okuyoruz.

Her biri sanki çok uzun metinler –hatta küçük birer kitap- imiş ve bunları bir veya birkaç  kez daha süzgecinden geçirdikten sonra yapıtına almış yazar. Bu açıdan hem şanslı hem de şansız olduğumuz söylenebilir, ki bu da kitabın ruhuna oldukça uygun düşmektedir.

B.Dündar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9