"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

12 Haziran 2012 Salı

SÖYLEŞİ-KONUK:ABEL LAJTHA

T.S.Eliot’la yaklaşık bir yıl çalıştınız, onu yakından tanıma fırsatın oldu.

Ben daha çok babamın yanında duruyordum. 17 yaşındaydım. Murder in the Cathedral filme çekilecekti. Eliot ve George Hoellering (Yönetmen ve babamın yakın arkadaşı) filmin müziklerini babamın yapmasını istemişti.  Babam bunun üzerine Londra’ya geldi ve bir yıl kaldı. Ben zaten Londra’da yaşıyordum. Babam ve Eliot çok sık bir araya gelirlerdi. Bittikten sonra babam Budapeşte’ye döndü ama ben Londra’da kalmaya devam ettim.

Bize T.S.Eliot’u anlatır mısın biraz?

Her şeyden önce çok güzel konuşurdu. Ben onunla 1947 yılında tanıştım. Çok ünlüydü. Zaten bir yıl sonra da Nobel’i kazandı. Ama hiç de ‘büyük bir şair’im diye dolaştığını göremezdiniz. Beni ilk etkileyen özelliği dediğim gibi konuşması idi. Çok akıcı, yumuşak, sakin konuşurdu. Cümleler üzerinde kesin bir otoritesi olduğunu hemen anlardınız. Politika pek konuşmazdı. Daha çok tarih, din – Katedralde Cinayet’in konusunu biliyorsun zaten- gibi konularda konuşmayı severdi.

Aslında Eliot ketum bir insandı. Konuşturmak için biraz çaba göstermeniz gerekirdi. 
Zaten, hatırlıyorum, o küçük kalabalıklarımızda konuşmaya başlayınca mutlaka konunun sonunu getirene dek sürdürürdü konuşmasını. Amerikalı olmasına rağmen İngiliz aksanıyla konuşurdu. Amerika’lı doğmuş ama  İngiliz olmayı seçmişti. Elitistti ve yüksek kültürü ödünsüz savunurdu.İngiliz kültürünü seviyordu. Şiirin en yüksek entelektüel seviyede olması gerektiğine inanırdı. İngiliz aristokrasisine ait olduğuna inanırdı. Ama alçakgönüllü biriydi Eliot.

Filmi ve müziklerini beğendi mi?

Eliot filmin her aşamasında vardı. İşini çok ciddiye alan biriydi. “Film eseri tam ve doğru yansıtmalı” derdi. Sonuçtan memnun kaldı. Oyunculuklardan, uyarlamadan…Tabii müzikten de memnundu.

Peki baban?

Babamın T.S.Eliot’a büyük bir hayranlığı ve saygısı vardı. Ama sonuçta o da bir sanatçıydı ve kendi dünyası vardı. Babam film için müzik yapmayı kabul ettiğinde şunu da biliyordu: Yapacağı müzik evet film müziğiydi ama filmi içinden çekip alırsanız da kendi ayakları üzerinde durmalıydı. Bu babamın karakterinde vardı. Eliot’ın eserine müzik yapıyordu ama yine de ‘kendi ayakları üzerine durabilen’ bir müzik yapmıştı babam. Eliot’la iyi anlaşırlardı. Eliot, babam ve George Hoellering (yönetmen) küçük bir parti ile kutlamıştı mutluluklarını.

Harika bir babaydı. Babam sadece bir besteci değildi. Antropoloji, etnoğrafya, folklor da onun uzmanlık alanıydı. Aynı zamanda öğretim üyesiydi. Macar Radyosu’nun Müzik diretörü, Ulusal Etnoğrafya Müzesi’nin de müdürüydü. Babam dağ tepe köyleri dolaşır ve ülkenin tüm müziklerini toplardı.

Bela Bartok da Türkiye’ye gelmiş ve aynısını yapmıştı o yıllarda

Doğru. Bela ve babam çok yakın iki dosttu. Biliyor musun, annem ve babam sevgili olduklarında aileleri karşı çıkmış bu ilişkiye. Onlar da gizli gizli Bartok’un evinde buluşurlarmış devamlı. Bela’nın evini çok iyi bilirim. Her yerde davul vardı. Dünyanın her yerinden vurmalı çalgılar toplardı. Türkiye’den de boş dönmemiş tabii. Neyse, annem ve babam uzun süre onun evinde buluşmuşlar. Sonraki zor dönemlerde de birbirlerini kolladılar. Lizst’den sonra Fransız Akedemisi’ne kabul edilen Macar besteci babamdı. Bartok çok sevinmişti buna. Eliot gibi o da çok alçakgönüllü, kibirsiz bir insandı. Büyük bir müzisyen ve iyi bir insandı Bartok.

Komünizm yılları?

Babama, "Stalin için Keman Konçertosu bestele" dediler. Zamanım yok, diyerek reddetti. Radyo Müdürlüğü görevinden attılar. Babam Radyo Müdürü iken kendisinin tek bir bestesinin bile çalınmasına izin vermedi. Besteleri Fransa’da yayınlanırdı. Zaten Debussy, Ravel onun yakın arkadaşlarıydı. Geri döndüğünde çalışmalarına devam etti. Bestelerini ilk anneme çalardı. Babam aynı zamanda bir konser piyanisti idi. Bu arada senfonileri çalınmaya başladı. Koshut Ödülü’nü kazandı ama o kabul etmek niyetinde değildi. Kabul etmez zorundasın dediler. Babam da ödülü almak zorunda kaldı ama tek kuruşuna dokunmadı. Bütün parayı fakir müzisyenlere dağıttı. 1956 yılı ne demek Macaristan için biliyorsun. Babam 1956 adlı bir senfoni besteledi. Polisler babamı götürdüler. “Bu senfoni ne anlatıyor?” demişler. “Trajedi” diye yanıtlamış. “Trajediden kastın ne?” diye bir kez daha sıkıştırdıklarında “Trajediden kastım trajedidir,”demiş. Kariyerine mal oldu ama hiç umursamadı.

Hangi bestecileri severdi baban?

Evde Ravel’in devamlı çaldığını söyleyebilirim. Ayrıca Mozart’ı çok severdi. Mozart’ın müziği neşeli olarak bilinir. Oysa babam derin bir hüznü ve trajediyi içerdiğini söylerdi. Ruslara ayılıp bayıldığını söyleyemem. Bunun yanında yeniliğe açık bir insandı. Nadja Boulaner, Aaron Copland, Gershwin vb. hep arkadaşlarıydı.  Wagner sevmezdi. Niye biliyor musun?

Malum nedenler mi?

O da var ama asıl demek istediğim müzik açısından neden sevmediği: “Çünkü” derdi, babam, “Wagner’in müziği bize bir öykü anlatır. Oysa müzik duyguları anlatmalı.”

Edebiyatla arası nasıldı?

Romain Rolland arkadaşıydı. Fransa’da onun evinde kaldığı olurdu. Devamlı mektuplaştılar. Maurice Maeterlinck, Attila Josef, Ady Endre sevdiği şairlerdi. Müzik ile şiiri yapışık kardeşler olarak görürdü diyebilirim.

Ömrünün nerdeyse 60 yılını beyni incelemekle geçirdin. Beyni tek sözcükle tanımlaman gerekseydi nasıl tanımlardın?

Mucize. Beyin mucizeler gerçekleştiriyor, derdim.

Sanırım beyin üzerine çok şey biliyoruz artık, doğru mu?

Şöyle söylemem lazım: Bazen çok şey biliyoruz bazen de hemen hemen hiçbir şey.
Birçok konuşmamızda dikkat ettim de hemen her şeyi beyin ve fonksiyonları açısından açıklıyorsun.

Birçok konuşmamızda dikkat ettim de hemen her şeyi beyin ve fonksiyonları açısından açıklıyorsun. Edebiyatla ilgili soracağım: Neden şiir yazarız?

Şiir yazıyoruz çünkü evrim devam ediyor. İnsan türünün yaşamda kalabilmesinin birincil nedeni konuşabilmesidir. Bu sayede iletişim kurduk, anlaştık ve kendimizi koruduk. Dil de beyinin bir organizasyonudur. Konuştuğumuzda tüm sözcükler bellekten gelir. Bu şu demektir: Bebekliğimizden itibaren beyin tüm kelimeleri depolamaya ve eşleştirme yöntemi ile onları tanımaya başlar. İhtiyacımız olduğunda, mesela konuşurken veya yazarken, bellekten çeker alır kelimeyi. Okuduğumuzda gözlerimizle değil, beynimizle okuruz. Müzik de öyledir. Beynimizle besteleriz. Bu nedenle Beethoven sağır olmasına rağmen beste yapabiliyordu. Bellekte renkler, sözcükler, sesler saklanır. Bu beynin orta kesimidir. En korunaklı kesim. Hayatta kalma mücadelesinde ne gerekiyorsa onu yapıyor beyin. Sözcükleri dize halinde söylemek, sesleri melodiye dönüştürmek, renklerden resimler üretmek gibi her uğraş beynin dolayısıyla hayatta kalma mücadelesinin bir görüntüsü.
     
Einstein’nın beynini incelediniz. Onunki bizim beynimizden farklı mı gerçekten de?

Evet onun beynini inceledik. Einstein’nın beyni tek bir farklılık gösterdi: Beynimizin görselliği kontrol eden bir bölüm var. Onun beynindeki bu bölüm %10-14 kadar daha bir fazla büyüme  göstermişti. Başka bir fark yoktu.

“Biz beynimizin % 3 kadarını falan kullanıyoruz". Bunu çocukluğumdan beri duyarım. Doğru mu yoksa şehir  efsanesi mi?

Yok öyle bir şey. Ne varsa kullanıyoruz.

Söyleşi: Behlül Dündar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9