Kahve duvarındaki on ikilik çiviye takılı siyah tahtadaki
“Maç-Saha-Tarih” çizelgesini sarkık bıyıklı bir İspanyol paça, eciş bücüş
doldurmuştur. Sahildeki toprak futbol sahasında kale direklerine gerili çamaşır
iplerine akşamdan yıkanıp asılan, orası burası sökük, sırtlarından numaralar
sarkan Cankurtaranspor’un Arjantin formaları bizi haftasonlarına götürmüştür...
Her forma kendi omzundan mandallanmıştır ipe, sapa yerde. Peki çamurlu
kramponların upuzun bağlarıyla kale ağları akşamın sert rüzgârında hangi yöne
uçuşmuştur?
Soluk tozlu paslı mavi hurda tren bozuk kapılarıyla yanaştı
mı istasyona, hele öğle saatlerinde ıssız vagonlarıyla –avukatlık bürolarında
getirgötür işleri yapan bastonşemsiyeli çocukazarlayan amcalarla hacıanne
kılıklı hamaratpazarçantalı çocukazarlayan teyzeler vardır tek tük– treni
kolumuza takıp Marmara kıyılarında saçlarımızı rüzgâra bırakmışızdır, küçük bir
haydut çetesi olaraktan. İstasyonda, “Bu devirde kimseye acımayacaksın bacım...
Ayağına mı bastılar, allah yarattı demeyip basacaksın tokadı!” diyen bir erkek
sesi, caddeden gelen acı fren kokusuna karışmıştır. Batık gemilerle dolu
Marmarmaramarmaramaramaramaramaramaramaramaramaramaramaramara diplerini hayal
etmişizdir. Halkalıdangelentrenlerin raydan çıkıp denizin üstünden aşk olsun
diye Haydarpaşa garına dalışı ne güzel olurdu, diye konuşmuşuzdur.
Kalabalıklardan uzak durun tembihleri, her sabah kulağımıza
çakılmıştır. Kırmızı yağlıboyalarla karanlığa işlenmiş sloganlarla doludur
duvarlar. Tek Yol Devrim, Kurtuluşa Kadar Savaş, 1 Mayısın Hesabı Sorulacak
yazılarının arasında koşturmuşuzdur. Yerel seçim artığı CHP, AP, MSP, MHP, CGP,
yeni belediye başkanı Aytekin Kotil, haber bülteni artığı Jimmy Carter,
Zülfikâr Ali Butto, Menahem Begin, Moshe Dayan, Enver Sedat, Ziyaülhak, Arafat,
Kral Hüseyin, Zeki Yamani... hiçbirini umursamamış, daracık tişörtlü, İspanyol
paçalı Orhan Gencebay’ın börülce gözlü Fatma Girik’le çevirdiği Hatasız Kul
Olmaz filmini görenler görmeyenlere anlatmıştır yolda. Oysa daha dün Çemberlitaş’ta
Selvi Boylum Al Yazmalım filmini seyreden teyze, tüpgaz kuyruğundakilere Türkân
Şoray’ın Kadir İnanır’la Ahmet Mekin arasındaki içler acısı halinden
bahsetmiştir salya sümük. Kuyruğun ön sıralarındaki emekli amca burnunun ucuna
düşen kalın çerçeveli gözlüğünü yukarı itmekten yorgun, “Kim yok diyorsa bana
gelsin, göndereyim” diyen Milliyetçi Cephe hükümeti başbakanı Demirel’e sövüp
saymıştır, boğuk öksürüklerle ağzına dolan balgamı dilinde evirip çevirerek.
Rengârenk, tozlu, külüstür Hippi otobüslerine
parmaklarımızın ucuyla dokunup geçmiş, meydanı dolduran Barış Manço’lara alaylı
selamlar göndermişizdir uzaktan. Bizim Barış Manço’muz başkadır. Onlar ecnebi!
“Ecnebi” sözcüğü siyah bir rugan çizmedir hayalimizi ezen –Mütareke yıllarının
düşman çizmesi! Ege’yi işgal eden, kötü, kara, iğrenç çizmeler... Sinema
biletlerindeki “ecnebi filmi” ibaresine de gıcık olmuşuzdur. Çiçek aşısı yerine
tüfek aşısı mı vurulmuştur omuzlarımıza, nedir?
Marmara’dan esen yeldir, karıncalatan siyah-beyaz ekranları.
Tepeden bakıldıkta, İstanbul’un bütün balık lokantalarının çöpü boca edilmiştir
çatılara, balık iskeletleri anten olmuştur. Denizlerimizden esen rüzgârdır en
heyecanlı yerinde Bonanza’yı önümüzden silip süpüren, haber bültenlerinde “ilk
belirlemelere göre” kaç kişinin öldüğünü duyurmayan. Okuma yazma öğrenmişiz ya,
okumak zorundayızdır tasfiye edilmiş dükkân camlarına yapışmış güneş kavruğu
gazete sayfalarını.
Sultanahmet’in avlusunu çocuk parkına çevirmiş, şadırvanda
birbirimizi ıslatmış, soğuk mermerlerin üstünde bacaklarımızı dalgın dalgın
sallayarak ayıp şeylerden laf açmışızdır, musalla taşındaki tabutu umursamadan.
Paltolu, gözlüklü, eşarplı, ağlamaklı koyu bir topluluk
avlunun bir köşesinde soğuktan büzüşmüştür. Yakınlarında dolaşan ölümü siyahlar
giyinip yüzlerinin akıyla uğurlamaya çalışan güruh. Sıkılmışızdır bu
kalabalıktan. Kat kat giyinmiş, atkılı, lastik ayakkabılı esansçı dede de
sıkılmıştır kuşkusuz. Küçük, kirli şişelerden kararmış şırıngasına çektiği ağır
hacı kokularını boca edeceği içi pamuklu plastik esans kutucukları taşımaz bu
insanlar, şırınganın dibini de üstlerine fısfıslatmazlar. Esansçının önünden,
lağımcının yanından geçercesine, yüzlerini ekşitip burunlarını tutarak geçerler.
Ötede, kıvrım kıvrım rendelenen denizin okşadığı kıyıda,
kalın yosunlu taşlar, kadifeden, saçaklı saray yastığı uykusundayken
sarıayetçerçeveliyeşilçuhalı tabut öylece duruyordur, başında el pençe iki
kişi. Marmara’nın kayıkları, patpatları kibarlığında gezinip cami avlularına
demir atar tabutlar. Tabut tabuttur. Sessiz, fısıltılı, ölü süsü verilmiş
kalabalık yüzsüzdür, cansızdır. Tabut canlıdır oysa, avlunun nabzıdır. Bu
kalabalık bir parça da alabalık sürüsüdür, siyah gözlüklü: Gözleri ceplerinde
bir çift misket adamlar, midye kabuğu kulaklarına iç pilavı dolduran
kadınlar...
Yan yana, üst üste dizilmiş çelenklere çaktırmadan yanaşıp
uzaktan gözümüze kestirdiğimiz çiçekleri çalarken, Kırmızı Ömer’in çıraklık
yaptığı derme çatma demirci atölyesinde köşk bahçeleri, oteller için demir
çiçekler yapan o çelimsiz demirci ustasını anımsamışızdır. Bir kilo demir mi
ağırdır, bir kilo pamuk mu, sorusu denli şaşırtıcı bulmuşuzdur demir çiçekleri,
Kırmızı Ömer’in kızıl saçlarını.
Avlunun girişinde siyah eldivenli bir adam üstüne toplu iğne
iliştirilmiş siyah-beyaz cenaze resimleri dağıtıyordur önüne gelene. Kim ölmüş,
kim kalmış ancak anlaşılıyordur, yakalara takılınca resimler. Terslenmişizdir
muhakkak; ama meraklıyızdır, ölenlerle kalanların hesabını tutuyoruzdur. Mantar
tabancalıyızdır, çeteyizdir. Sokakta çürümeye terk edilmiş külüstür Amerikan
otomobilini mekân tutmuşuzdur Kadırga’da. Siyah, damalı, su sayacı saatli
taksinin koltuklarında eylemler planlıyoruzdur. Gangsterizdir! Şimdi bu adam
kim oluyordur da bizden esirgiyordur topluiğneli cenaze resimlerini. Üç arkadaş
göz göze gelmişizdir. Çelenklerden çiçek aşırırcasına elindeki resimleri
avuçlayıp kaçmışızdır. Topluiğneler saçılmıştır mermere.
Çaldığımız başka şeylerle merkeze, Palamut’umuza dönmüş,
orada paylaşacağımızı paylaşıp işe yaramaz şeyleri yayları fırlamış koltuklara
bırakmışızdır. Birbirimizin göğsüne iğnelemişizdir resimleri. Pazardan, tüp-gaz
kuyruğundan, komşudan kazak örneği almaktan dönen annelerimiz bizi
azarladığında, “Cenazemiz vardı da...” diye dalga geçmişizdir. “Ne cenazesi?
Kimin cenazesiymiş?” İnanmazlarsa göğsümüzü gere gere göstermişizdir resmini: