1942 kışının başlarında hafif hafif karın yağdığı soğuk bir
sabah, mavi ve beyaz çizgili giysisi içinde bir çocuk okula gitmek için yola
koyuldu. O günler kasabaların uzun sedir ağaçları, karatavukları, büyük açık
alanları ile hala büyük bahçelere benzediği günlerdi. Latince ad çekimlerle,
sokakları örten ince beyaz tozlar nasıl da farklıydı! Latince ne kadar sıkıcıydı, kar ne kadar
keyifli ve güzel! Kasaba taze kesilmiş ağaç kokuyordu; kayak yapmayı,
amerikancevizi ağaçlarını o kadar çok düşlemiş, sözlüklerde hep o maddelere
bakmıştı. Pisuvardan* beş on metre uzakta yerde oturmuş, elindeki bastonuyla
yere bir şeyler çiziktiren adamı gördüğünde işte bunları düşünüyordu Franco. Etrafta
kimsecikler yoktu. Sabahın sekizinde bisikletlerin teker izleri ile dolu
sokaklar bomboş ve beyazdı. Adam, çocuğu gördüğü karşı kaldırımdan “Gel buraya”
diye seslenip el salladı.
Franco -korkarak- adama yaklaştı, onu tanıyordu. 1.Dünya
Savaşı’da yaralanmış, bir bacağı tahtadan, elinde bastonu yüksek sesle küfür ederek
kasabada dolaşan adamdı o. Yakasında üç sefere katıldığını gösteren rozetler
vardı: Büyük olanı sakat kalmış faşistlere verilenlerdendi. Hep düzgün giyimli
ve bakımlıydı çünkü; iyi bir emeklilik maaşı olduğu söylenirdi. Ama daima yalnız
dolaşırdı ve hep sarhoştu. Barlara, otellere gider, bambudan yapılmış bastonunu
barın tezgahına asar içkisini ister ve savaşta sakat kaldığı için ona içki
borcu olduklarını söylerdi. Öfkesi çok ani ve şiddetliydi; hemen hemen kimse
karşılık vermezdi, veren olursa da bela çıkacak demekti. Duru ve soluk bir teni
vardı; gözleri ve bir de elbiseleri yüzünden olacak ki, tehditler savurup bağırdığında
bile yüzünün solgunluğu hiç geçmezdi. Sanki gerçekte ölüydü de, onun bu şekilde-
bir tarafa döndüğünde sağlam olan ayağını kullanan- dolaşıp, kaba saba bir yaşam
sürmesini sağlayan bir mekanizma vardı.
“Sizi köpekler, sizi sahtekarlar,” derdi, “Demek yürüyebiliyorsunuz
ha. Sizin bacaklarınız var, çünkü verilmesi gereken bacağı ben verdim, adi köpekler!”
Daha sonra tahta bacağına bastonuyla vurur ve tak tak ses çıkarırdı. Siyah geniş
kurdelası olan, melon şapkaya benzer, keçeden yapılma gri bir şapka giyerdi.
Parası bittiğinde yoldan geçenleri durdurup para istemesi
neredeyse inanılmaz bir şeydi. Sırf şık
giyimiyle bile insanları korkuttuğu olur ve alırdı parayı, çok az kişi vermeyi
reddederdi. Parayı teşekkür bile etmeksizin cebine atar ve yoluna devam ederdi.
Kimdi bu adam? “Ondan uzak dur, tehlikeli biri” demişti
Franco’nun babası. “Hep böyle saldırgandı, casus bile olabilir. Cesur birisiydi
gerçi; savaşta bir bacağını kaybedince daha da hırçınlaştı.”
“Peki tek başına mı yaşıyor, ailesi yok mu?”
“Bir kadınla birlikte yaşıyormuş ama kadını gören kimse yok.
Bastonuyla dövüyormuş kadını üstelik. Hatta bu yüzden hapse bile girdi.”
Yine de Pierrot’da, bu kötü adamda, Franco’nun ilgisine çeken
bir şey vardı ki, yaklaştı ona doğru. Sanki una bulaşmış gibi soluktu yüzü adamın.
Şapkası biraz öteye düşmüştü, ayağa kalkmak için bastonunu yere saplamaya çalışıyor
ama bir türlü beceremiyordu. Bastonun lastik ucu sürekli ince kar tabakasının üstünden
kayıp duruyor, -kaya kaya yere adeta derin çizikler açmıştı adamın bastonu- ve
adam da basıyordu küfürü. Sarhoş da olabilirdi çünkü hemen yanı başında, yerde
kusmuklar vardı. Hava çok soğuktu, beyaz ve donuk güneş yuvarlağı hiç ısı vermeden
sadece her şeyi aydınlatıyordu, gölge bile yoktu. Adamın dudakları sanki pas
tutmuş gibi morarmış, çaprazlama çatlamıştı. Franco’yu kirpiklerinin arasından, fırçayla boya yapar
gibi bir aşağı bir yukarı süzdü.
“Gel buraya, kaldır beni,” diye emretti bir elini Franco’ya
uzatarak. Franco tutup çekti onu. Ama adam göründüğünden daha ağırdı, Franco
onu kaldırmaya çalıştığında tahta bacağı karda sağa sola adeta diğer bacaktan
bağımsızmış gibi kayıp duruyordu.
Lanet, küfür savurdu adam ve hırsını çocuktan çıkardı. “Seni
aptal, seni geri zekalı, kaldır beni!” diye söyleniyordu ama Franco adamın mor
ağzının kışkırtıcı ve küçümseyici bir biçimde gülümsediğini de görebiliyordu. Okul
çantasını yere bıraktı ve adamın kolunu iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı. Ama
tahta bacak sanki yerinden çıkmış gibi kendi başına kontrolsüz hareket ediyordu
daha doğrusu hep arkaya doğru dönüyordu. Franco bir gıcırtı sesi duyuyordu; bu
tahtanın ve ona bağlı meşinin sesiydi.
Soluk benzi daha bir eflatun rengi almıştı. Ağzı köpükler içinde
küfürler mırıldandı; birden pes etmiş bir halde, en azından rahatça oturmak için
sırtını duvara dayadı; tahta bacak ise hala arkaya doğru dönüyordu. Tam Franco
tekrar kaldırmaya çalışmak için ona doğru eğilmişti ki, adam: “ Bekle, bekle
bir saniye” dedi, bir yandan da ceketinin cebini karıştırmaya başladı (paltosu
yoktu). Bir sigara çıkarıp mor dudaklarının arasına koydu ve yaktı. “Senin ülkenin
neresi, söyle bakalım?” diye sordu Franco’ya sanki bir koltukta arkasına yaslanıp
sohbet ediyormuşcasına. Franco’nun bir yanıt vermediğini görünce tekrarladı: “Senin
ülken neresi?”
Hızla dündü Franco, ama sık sık okulda da hiç beklemediği
bir anda soru sorulduğunda olduğu gibi, verecek yanıt bulamadı. “Benim ülkem…benim
ülkem..” diye kekeledi ve birden aklına nedense “ Asiago yaylalarıdır.” Adam bu
yanıtı duymamış görünüyordu, bir küfür etti ve parmak eklemleriyle tahta bacağına
vurdu. Çıkan sesler boş sokakta yankılandı.
“İşte senin ülken burası, aptal çocuk. Benim bacağım. Bu ülke
için feda edilmiş bacağım,” dedi ve sigarasından içmeye devam etti.
“Tekrar deneyelim,” dedi Franco ve ellerini uzatıp adamın
kollarını tuttu. Adam çekilen bir yük gibi kendini bıraktığı sırada Franco küçük
bir inci ile süslü saten kravat taktığını gördü. Franco bir ayağını tahta bacağın
üstüne koyup çekmeye çalıştı adamı. Adam yavaşça ayağa kalkıp, bastonuna dayandı.
Franco eğilip yerdeki şapkasını aldı, adama uzattı. Adam şapkayı alıp başına geçirdi,
biraz yana kaymış şapkayı siperliğinden tutup alnına indirdi.
Bastonuna dayanarak bir iki adım atmaya çalıştı, tahta bacağı
gıcırdıyordu. Derken, ilerideki pisuvarı göstererek, biraz daha yumuşak bir
tonla: “Yardım et de işeyeyim,” dedi. Franco adamın ne demek istediğini anlamamıştı.
Bu sefer, yine aynı tonla, parmaklarının soğuktan donduğu için hissedemediğini,
bu yüzden pantolonun düğmelerini açamadığını söyledi. Bir eliyle, -uzun, sert
parmakları vardı- Franco’nun kolundan tuttu; kah çocuğu iterek kah kendine çekerek
pisuvara doğru yürüdüler. Çocuk önce sesini çıkarmadı ama sonrasında adamdan
kurtulup: “Hayır,” dedi.
Adam hemencecik duvara yaslanmıştı. Bastonunu kaldırıp çocuğa
doğru savurdu. Franco kafasını kaçırdı ve adamın savurduğu baston sırtına geldi.
“Demek, bu ülke için bacağını vermiş bir bir adama hayır
diyorsun ha!” dedi.
Franco okul çantasını yerden kaptığı gibi kaçtı. Arkasına
baktığında adamın pisuvara dikkatli bir şekilde kendi başına yaklaştığını gördü.
Gökyüzü kararmıştı; sağa sola azar azar kar taneleri düşüyordu.
Çeviren: Behlül Dündar
*:O günlerde bazı sokaklarda pisuvarlar bulunurmuş. Daha çok
da meyhanelerin bulunduğu sokaklarda.