Bana kalsa, yerimden bile kıpırdamazdım. Her gün
gazetelerde, sinemalarda, savaş gemileri görmekten usanmıştım. Bir de tutup
Amerikan donanması gelip Boğaziçinde demirlemiş diye rahatımdan mı olacaktım?
Sonra biliyordum ki özel çağrılar, önemli adamlar veya
dayısı olanlar içindir. Ne önemli bir adamdım, ne de dayım vardı. Evet, bana
kalsa rahatımı bozmayacaktım. Reçel kavanozunu dışından yalıyanlar örneği,
deniz kıyısına varıp, gemileri uzaktan seyretmek de bana göre değildi. Ama sen
işleri bozdun sevgilim. Sen söylersin de
ben yapmaz olur muyum?
“Gidip şu gemileri görelim,” dedin.
Önemli bir adam olmamam ve dayısızlığım geldi aklıma o anda.
Hoş bir şey değildi. Çok şükür ki, beceriksiz, sıradan biri olduğumu bilirdin.
Onun için üzülmeye yer yoktu. Dolmabahçe’ye iner, deniz kıyısındaki parkın
kanapelerine oturup, hem gemileri görürüz, hem de laflarız diye düşündüm.
Gelgelelim evdeki pazarlık çarşıya uymuyor. Elalem
hinoğluhin. Uçan kuştan para sızdırmanın yollarını arıyor. Açıkgözün biri, Nuhu
Nebiden kalma yarım metre boyunda, boru gibi bir dürbün bulmuş, Teknik
Üniversitesinin yanındaki merdivenlerin başında üç ayağını kurarak, gelip
geçene on kuruş karşılığında, gemileri iki dakika seyrettirmiyor mu?
Eh kızım, sana çok görmüyorum. Bütün kadınlara özgü
zaaflardan senin de kurtulamadığını bilirim.
Parkta oturacak yer yoktu. Birtakım aylaklar bütün o civarı
doldurmuştu. Kıyıya durmadan Amerikan denizcileri çıkıyordu. Hepsi de güzel
çocuklardı. Sonra bir iki gün içinde, ne kadar da dost edinmişlerdi…Beyoğlu’nun
o herkesçe bilinen sokak sürtükleri, mağaza
tezgahtarları ve asıl şaşılacak, şey, bir sürü kolejli genç kız
Amerikalılarla gezip yürümek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Erkek ya da kadın arkadaşları, hemen kollarına giriyorlar,
yüksek sesle konuşup şakalaşarak, Taksim’e çıkan yokuşu tırmanmaya
başlıyorlardı.
Ne yapacakları biliniyordu. Kimi meraklılar, kentin tarihi
anıtlarını dolaşacak, Kapalıçarşı’dan paslı kılıçlar, nargile marpuçları,
kendilerine şaşırtıcı gelen daha birçok ufak tefek nesne toplayacaklar;
öbürleri Beyoğlu’ndaki meyhane ve barları doldurarak, gece yarılarına kadar ne
bulursa içecek ve sokaklarda şarkılar söyleyecekler, takım takım özel olarak
boyanıp süslenmiş genelevlere girip çıkacaklardı.
Etekleri uçurtan sert bir rüzgar esiyordu. Uçak gemisi ve
kruvazörler, hiçbir canlılık belirtisi göstermeyen kocaman deniz yaratıkları
gibi, Boğazın orta yerinde çivilenip kalmışlardı. Kabataşa doğru yürüyelim
dedik. Kıyı boyunca gemileri seyrettikten sonra dönecektik.
Sen, iskeledeki kalabalığı görünce hemen sokuldun. Birkaç
motor rıhtıma yanaşmış, sallanıp duruyordu. Motorların başında, sesleri sıtma
görmemiş, üstü başı perişan adamlar, durmadan bağırıyorlardı. Rüzgar
homurdanıyor, adamlar seslerini yükseltiyorlardı:
“Yirmibeş kuruşa Amerika!... Haydi baylar bayanlar, fırsatı
kaçırmayın! Yirmişbeş kuruşa Amerika!”
Rıhtımdakiler, birer ikişer motorlara biniyorlar, sekiz on
liralık müşteri bulan kaptanlar, dümene geçerek yola çıkıyorlardı.
Hiçbir şey söylemedin. Biliyordun ki, bu kez ben sana
önerecektim. Yirmibeş kuruş ve Amerika. Doğrusu kaçırılacak fırsat değildi.
Neye yarardı yirmibeş kuruş. Bir muhallebi veya bir pasta parasıydı olsa olsa.
Ve şimdi, birkaç saat sonra yiyeceğim bir pastayı Amerika için gözden çıkarabilirdim.
Bundan kuşkun yoktu.
“Yirmibeş kuruşa Amerika!”
Bu kadar ucuza önerilen bir ülkeyi, kim görmek istemezdi ki?
Nitekim motorlar, beş on dakikada dolup yola koyuluyorlardı.
“Haydi iki kişi daha, yirmibeş kuruşa Amerika!”
Diye bağıran en öndeki motorun çığırtkanını duyar duymaz, ikimiz de
oraya koştuk.
Yerlerimize oturmaya kalmadan hareket etmiştik. İşsiz güçsüz
bir sürü insan arasındaydık. Çoğu kadındı. Rüzgardan çekindiklerinden, kapalı
bölüme oturmuşlardı. İstanbul’un kenar semtlerinden olmalıydılar. Başlarında
eşarplar vardı. Dışarıda bizden başka yedi kişi daha bulunuyordu. Geniş kenarlı
fötr şapkalarını başlarına geçirmiş iki üniversiteli, yağlı pardösülü, saçları
özenle taranmış, altın dişli kısa boylu bir adam, davranışlarından taşralı oldukları
anlaşılan orta yaşlı üç kişi ve mektebi asmış bir ortaokul öğrencisi.
Mantona iyice sarınmıştın. Ben de pardösümün yakalarını
kaldırmıştım. Ellerini avucumun içinde ısıtıyordum. Bir ara taşralılar, bizi
göstererek konuşmaya başladılar. Herhalde büyük kentlerde ahlakın çok
bozulduğundan sözediyorlardı. Herkesin anlayışına göre değişen töre, umurumuzda
değildi. Birbirimizden hoşlanıyorduk, bunda ne kötülük vardı!
Rüzgar sert ve soğuk esiyor, deniz üzerinde motorumuzun kah
önünde, kah sağında solunda, köpüklü dalgalar görünüyordu. Gökyüzü kapanıktı.
Gemilere yaklaşmıştık. Önce muhriplerin arasından geçtik. Kimse aldırış etmedi.
Gazetelerde günlerce savaş öyküleri anlatılan kruvazörün yanına varınca,
seyredenlerin ilgisi arttı. Güvertede dolaşan denizciler el sallıyorlardı.
Karşılık vermeye çalıştık.
Rüzgar saçlarını uçuruyordu. Ne güzel oluyordun. Yirmibeş
kuruşa, Amerikan gemilerini görmek için kıymıştım. Senin, böyle saçların uçar
uçar görmek, esen sert yelden
hoşlanmadığını belirtmek için gözlerini kısılmış görmek, o anda her şeyi
unutturdu bana. Amerika’yı, yirmibeş kuruşu, donanmayı, denizcileri…
Sıra uçak gemisine gelince herkes heyecanlanmıştı. Kaç
katlıydı? İçinde neler yoktu: Asansörler, kepenkleri indirilmiş büyük
hangarlar…hoparlörden kalın bir ses duyuluyordu. Güvertede düzinilerle uçak
vardı.
Motordakiler düşüncelerini açıklıyorlardı. Esnaf kılıklı
adam taşralılarla ahbap olmuştu. Onlara, uçak gemisinde atom bombası
yapıldığını söylüyordu. Taşralılar, herifi tam bir güvenle dinliyorlar, sonra
da atom bombasına ilişkin bildiklerini yineliyorlardı. Atom bombasının,
Kitap’ta bile yeri olduğunu söylemişti kasabadaki hoca.
Motorumuzun rüzgardan eğilen bayrak direğini, ortaokul
öğrencisi doğrultmaya çalışıyor, Amerikalılara karı onurumuzu koruduğu için
göğsü kabarıyordu. Türk donanmasından birkaç gemi de Boğaziçindeydi. Yavuz’un
önünden geçilerek, Kabataş iskelesine dönerken, coşkuya gelip:
“Aslana bak be!” diye bağırdı.
Öbürleri sanki bunu bekliyorlarmış gibi, Yavuz’un savaş
yeteneğinden söz açarak, dünyadan onun üstüne bir kruvazör daha bulunmadığını
birbirlerine onaylattılar.
Üniversiteli gençlerin, konuşulanlara pek kulak astıkları
yoktu. Onları daha çok, kapalı yerde oturan kadınlar ilgilendirmekteydi.
Rıhtıma yaklaşmıştık. Başka motorlar da zırhlılar çevresinde
dolaşmaya gidiyor, Boğaziçi vapurları uçak gemisinin yakınından geçerken,
korkulacak bir biçimde yana yatıyorlardı.
Yirmibeş kuruşları vererek rıhtıma ayak bastık. Hoşnut
görünüyordun. Soğuktan burnunun ucu kızarmış, nemlenmişti. O halinle de
şirindin, cana yakındın. Bir şeyler söylerdin, yalan yanlış, cıvıl cıvıl
konuşurdun. Ve ben, cebimde para kalmadığını, yaklaşan yıl sonu sınavlarımı,
yattığım odada tahtakurularının kış uykusundan uyanmaya başladıklarını
unuturdum.
Kaç ay geçti bilmiyorum. Bak yine Boğaziçine dost Amerikan
gemileri gelmiş. Yine İstanbul tüysüz denizcilerle dolu. Bir gün nasıl olsa
ayrılacaktık. Seni unutmadığımı söylemeden edemeyeceğim.
Gazetede zırhlıların resimleriyle karşılaşınca, yirmişbeş
kuruşa gördüğümüz Amerikayı , yirmi beş kuruşluk mutluluğumuzu düşündüm. Aynı
şeyi hayal etmenin de ayrı bir tadı varmış. Tabii senin için anlamı yok bunun.
Konuştuğun delikanlı, sana davetiye bulmuş. Gemileri birlikte gezmişsiniz, öyle
duydum.
Herhalde durumundan hoşnut olmalısın. Bana darılmasaydın,
yine yirmibeş kuruşluk gezilere çıkmak zorunda kalacaktın. Senin adına kıvanç
duydum demezsem, içim rahat etmez.
Amerikan gemilerini görüp gezmek, az şey midir canım…