"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

21 Haziran 2012 Perşembe

ZAMANIN FARKINDA-ŞULE GÜRBÜZ

“Hayatı anlayamamak kadınları anlayamadığını söyleyen adamın sözü kadar perişan bir ifade gelir bana. Be nabekâr, kadını anlayıp da ne yapacaksın, yapacağın değişecek mi? Peki hayatı ne yapacaktım? 

Onu anlayayım diye psikanaliz mi öğrenecektim, Jung’ları, Laing’leri okuyup şizofreni yolculuklarına mı çıkacaktım, şeyhleri ayrı, doktorları ayrı mı etekleyecektim, kendimle ilgili hem de bu dünyama ait bir söz söyleyecekler diye kulak mı kabartacaktım? 

Söz doğru olsa zaten kaçardım, yalan olsa bayılır tekrarını duyayım diye yapışırdım da bunun neye faydası olurdu? Zavallı Reich gibi dolaplar yapıp içine mi girseydim, o pos bıyıklı filozof gibi coşkunluk seline mi kapılsaydım, ikinci benlik, birinci benlik öndeki, arkadaki, birincinin sesi, ikincinin ayak sesi diye huzursuzluk ve yetersizlikten tuhaf ama kibirli bir dünya mı inşa etseydim, kibrimin nedenini anlatacağım diye canım mı çıksaydı, birinin ruhu az öteye kıpırdayabilsin diye elli sene gırnata mı çalsaydım, zaten öbür dünyada göreceğim cini, mekiri, meleği göreceğim diye gece üçlerde kalkıp namaza mı dursaydım, avizeler sallanıyor, başım secdeden bir saatten evvel doğrulamıyor diye sonra kime anlatsaydım, arabayla on iki saatlik yolu kendimden geçerek iki saatte almış olsam bile varacağım yere on saat evvelden gelip de ne yapsaydım?”
*
(...)
Şimdi suyun içinde bir işe girdiğini düşündü; düşünürken fena oldu. çalışmak, bir şeyin, bir yerin parçası olmak düşüncesi içini allak bullak etti. bastı istifayı. evlendiğini düşündü, hoş bir kız, sakince bir hayat hayal etti azıcık rahatlar gibi oldu. ama kız daha dün bir bugün iki; kültür turları, mavi yolculuk, fotoğraf kulübü falan gibi cansın'ın duyunca ya ölüm uykusu şeklinde duyduğunu unutma uykusuna ya da sinir krizi geçirip neft yağı sürülmüş amok koşucusuna döndüğü şeyleri söylemeye başladı. cansın karısından utanıyordu. derken çocuk yüzünden de kızla tartışmaya başladı. karısı çocuk olsun, adı da cansın'ınki gibi bir şey olsun istiyordu. üstelik cansın'ı adı yüzünden beğendiğini de ağzından kaçırmıştı. arkadaşları "kocan amerikalı mı, ingiliz mi?" diyorlar, o da "aman canım ne fark eder," cevabını veriyordu. koşarak adliyeye gitti, boşanma dilekçesini de kapıda oturan daktilolu ihtiyara yazdırdı. "cansın benim karım..." diyor, ihtiyar arzuhalci "şiddetli geçimsizlik yazalım, hakim anlamaz," diyordu. usandı cansın. annesi "damat kayınpeder toprağından, gelin kayınvalide toprağından halk edilmiştir, bizimki de tam öyle oldu değil mi sweatheart," diyordu. cansın kaşıntıdan boğulacak gibi oldu. o da ne? üsteklik kız boşanmıyor onu perişan ediyordu; mahkemeler kadından yanaydı. çıldıracak gibi oldu. çocuğunu hayal etti elinde psp ile gece gündüz oynayan bir oğlan, çocuğun saçına bile dokunmamaya karar verdi; iyice sıkıldı. açılmak, gördüğünü unutmak ve bu korkunç hayal dönmeze gitsin diye gözlerini kocaman açtı. su sanki daha da ısınmış, nerdeyse onu haşlayacak kıvama gelmişti. ağır bir cinnet duygusu her yerini sardı. bir karımla, bir oğlum olsaydı, bari şu an onları keserdim de rahatlardım diye düşündü. kendini elinde bir satırla ya da elektrikli bir testere ile hayal etti. testereyi karton bir kutudan çıkarıyor ağır ağır salona ilerliyordu. boşanmak istemeyen kadın kanepede yanlanmış, oğlan hem avaz avaz çizgi film seyrediyor hem halıya yüzükoyun uzanmış psp oynuyordu. sağda solda adamın ayağına batan pis pis irili ufaklı oyuncaklar vardı. cam sehpanın üzerinde kenarları simli, püsküllü, iki ucu ve ortası bükülmüş dağınık mı az evvel biri mi boğulmuş da hemen gelişigüzel oraya bürülüp dürülüp konmuş belli olmayan ortasına vazo yerleştirilmiş bir örtü gördü. ani bir mide bulantısı duydu ama katlini kolaylaştıracak bir sancak gibi algıladı bu gördüğünü. örtüyü de lime lime kesip sonra kadınla oğlanın üzerine serpeyim diye düşündü. karton kutuyu hızla alıp içindekini çıkarmaya çalıştı, anlaşılan henüz hiç kullanılmamıştı. her yerinden plastik bir şeyler, kâğıtlar fışkırıyordu. kalın bir kâğıt tomarı testereyi çıkarmasına mani idi. elini atıp kâğıtları hızlıca çekti. kalın bir kullanma talimatı olduğunu gördü, hem de ingilizce. içine yeni bir cinnet daha doğdu. abuk sabuk resimler, şemalar, üstelik hiçbirinde kafa nasıl kesilir gösteren bir şema yok. okumaya çalıştı "please do not..." ama ne, neyi yapmayayım derken, derken sayfaların bir ikisini yırttı, attı. ardiyeden el yapımı hafifçe paslanmış kullanma talimatı, ingilizcesi olmayan babasının bursa işi baltasını koşup getirdi. elektrikli testerenin üstüne, altına, sağına, soluna vurmaya başladı. kadınla çocuk onu görmüş gülüyorlardı. hedefini şaşırmış, yorgun kaldı. zaman zaman olduğu gibi aşırı sinirlenip taşlaştığı hallerden birinde kaldı. su sanki cehennem sıcağına ulaşmıştı. işin tuhafı sudan çıkamıyordu. çıkamıyordu işte, yapışmış, mıhlanmış gibiydi. kendini kaybetmek üzere olduğunu sezdi. buharlar her yeri kaplamış göz gözü görmez olmuştu. dayanılmaz sıcak suyun içinde cansın kıpırdayamıyordu.
(...)
*
"Nasıl düşünülür, düşünme denilen şey nedir, bilmiyorum. Düşündüğümü söylediğim vakit söylediklerim, hissettiklerim anlık içe doğular mı, kıskançlıklarım, ele geçiremeyişlerimden duyduğum yeis mi, kendimle ve dıl dünya ile çarpıştığımda kucağıma düşenler mi, neler bilmiyorum. Her şey başka olsaydı, ben de bu her şeye dahil mi olacaktım, değerli olan hangisi, burada değer aranır mı, değer mi? "Şahsi çıkarlarını, süfli düşüncelerini, istek ve heveslerini çıkar, kalanlar düşünceye dahil olabilir" diyorlar. Şahsi çıkarlarımı sözde hiç bilmedim ama bakıyorum da bilmemekle bunlardan feragat etmemişim; kendiliğinden olmadılar diye çıkarlara küsmüşüm..... Kendimi içinde eritmek istediğim her hal eriyerek kaplamak istediğim şeyler oldu. Eriyerek kaybolmak, zaten kayıpta olanın işi değildir gibi geliyor bana. Önce eriyebilecek bir kütle olabilmek, eridiğinde bir işe yaramak lazım herhalde. Benim erimemden denizler ne, o ancak diyebilir ki "Boş verin ben bunu da temizleyebilirim, benim sonsuzluğumda bu ne ki." İnsan kendini değerli bulmayınca kötü bir malzemeyi atıp atmama kararsızlığında kaldığı bir tencerenin önündeki haliyle duruyor, bu elimdeki bir artış sağlar da tadı çok bozar mı, buna muhtaç mıyım diye düşündürtüyor." (sayfa 66).

*
Zaman dediğin nedir ki!

FİGEN ŞAKACI

Edebiyat başka bir hayat önermez okura ama her has metnin içinde hayata dair bir önerme mutlaka vardır. Meselesi olan yazarla, yazarlığı bizzatihi bir mesele haline getiren de belki bu noktada ayrılır. Okurun bu sapakta hangisine doğru direksiyonu kıvıracağı her ne kadar metinden ziyade medyadaki tabelalarla belirlense de, sözünü yekten söyleyen yazarlar kendi duraklarından şaşmadan (da) okurlarıyla kalben buluşurlar. Şule Gürbüz de kendi durağını iyi bilen, yola herhangi bir işaret levhası koymadan kendini belli eden, “edebiyat turizmi”nde yüksek sezonları beklemeyen, mahremiyetine halel getirecek hiçbir acenteliğe yüz vermeyen bir yazar. İlk öykü kitabı küçücük ‘Kambur’ on dokuz yıl önce çıktığında, kimin bu ses, bu muntazam kurulmuş dünya, bu kendi kamburundan bir kabuk yapmış yazar diye çok aranmış, ama fotoğrafını bile görememiştim bir yerlerde. O zamanlar sanal âleme de yabancı olduğumuzdan izini çarçabuk kaybetmiştim. Arada şiir kitabı ve bir tiyatro oyunu yazdıysa da yeni öykülerinden oluşan kitabı ‘Zamanın Farkında’yla ancak geçtiğimiz ay karşılaştım. İşi gücü zamanı şu ana, tam vaktine, anın matematiğine ayarlamak olan bir yazarın (evet artık bilen biliyor ki, o bir saat tamircisi) ‘zamanın farkında’ olmasından daha doğal ne olabilir diye okumaya başladım kitabı.

Aynı ironik tat
Zamanla bu kadar yakinen haşır neşir olup da zamaneliğe hiç mi hiç gönül indirmemiş, içinden geçtiğimiz gösterişli, bol bulamaçlı, ince hesaplı, tam yerine göre dizaynlı, zamanın ruhuna yüz vermemekte ısrarlı bir yazar mıh gibi bıraktığım yerde duruyordu yine. Dilinde yine aynı ironik tat, yine aynı iki ucu da sivri hat... Kitap beş uzun öyküden oluşuyor ve her birinde çağına gözü kara bir diklenişle bıçak çeken bir yazar var karşımızda, en çok “Müzik Hocası” öyküsünde narası daha net duyulan: “Şunu anladım, yemin ederim ki anladım, aklı başında insan ömrü boyunca hiçbir şekilde, hiçbir konuda ne talebe olmuştur, ne hoca. Akıl, edep, kendine aitlik, başka sulara karışmama, olduğun hale benzeme ve o olma sadece bu şekilde insana geliyor. Hocasının da talebesinin de suyu kurumadıkça bu kuruluk yeşermez. Bakın bu kadar gübre, bu her yeri saran gübre, bir çiçek açtırmıyor.”

Panzehir değerinde hikâyeler
Müziği de tıpkı yazı gibi, kuralına-kılıfına uydurmadan sade bir duyumsayışla öğrenmeye çalışan, müzik hocasına ilallah dedirtip yıllar sonra kendisi de ud hocası olan bir adamın girip çıktığı her evden önümüze serdiği hayatlar, o hayatlara bakıp onun gözüyle gördüklerimiz dünü ve bugünü şimdiye sabitleyiveriyor ilk öyküde: “Evlere gitmeden önce çoraplarımı kontrol ediyorum. Bana siyah deri ev terliğini çevirip veriyorlar. Bazıları plastik tuhaf renkli, tuvalet tokyosundan beter bir şey veriyor. İnsanın ayağında bu, elinde ud, milletin evinde, masanın üstüne konan para, bazen konulması unutulan para, hatırlatmak için ağır ağır giyilen ayakkabı ve bir tuhaf oyalanma ile durdukça, o kapı önünde çıktı çıkacak ama çıkamayan hali uzadıkça, zaman içe atılan kızgın utanca rağmen bir türlü erimedikçe kibir, gurur bırakmıyor, nefis terbiyesi böyle olur diyeceğim geliyor. Ya da böyle arsız olunur”
“Cansın”, “Mezarlıktan Geçiş”, “Mutfak” ve kitabın son öyküsü “Zamanında Farkında” da dil, yörüngesinden hiç çıkmadan, akrep zehrini yelkovana saçmadan ilerliyor. Ama “Cansın” da tıpkı yazarın bugünü yadırgayışı gibi bir yabancılık var doğduğu eve/ebeveynine karşı. Adına ister kolejlilik deyin ister ‘küçük burjuvalık’, üstünüze sindi mi bir türlü çıkmayan o şey ne ise, ne güzel de anlatılmış “Cansın”da... Daha baştan öykünün adını telaffuz edişinizle başlayıp, sizi de kızağa çeken ve lafını hiç esirgemeyen bir başka metin... Sanıyorum Gürbüz’ü özel ve özgün kılan da hikâyelerinde okuru hizaya getiren azar tonunun ağrınıza gitmemesi ya da kullandığı dilin büyüsüne kapılıp haklılığına duyduğunuz saygı...
İçinden geçtiğimiz çağa, zamana, dünyevileşme çabalarına, kavram kargaşa ve kavgalarına karşı Gürbüz’ün hikâyeleri tam bir panzehir değerinde, tabii ki aynayla arası açık olmayan okurlara...

ZAMANIN FARKINDA
Şule Gürbüz
İletişim Yayınları
2011, 199 sayfa

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9