30 ülkede yayımlanan, yaklaşık 22 dile çevrilen ve 22 milyon
baskıya ulaşan Almanca Dersi şimdi Ayşe Sarısayın'ın çevirisiyle Türkçede!
Bir ıslahevinde bulunan Siggi Jepsen, Almanca dersinde verilen "görev tutkusu" konulu kompozisyon ödevini yapmadığı için cezalandırılır. Ancak Siggi'nin gerekçesi, bu konuda anlatacak çok şeyinin olmasıdır: Kasabanın polisi olan babası, 1943'te nasyonal sosyalistler tarafından ressam Max Ludwig Nansen'i resim yapmaktan men etmek ve yasağa uyup uymadığını denetlemekle görevlendirilmiştir.
Bir ıslahevinde bulunan Siggi Jepsen, Almanca dersinde verilen "görev tutkusu" konulu kompozisyon ödevini yapmadığı için cezalandırılır. Ancak Siggi'nin gerekçesi, bu konuda anlatacak çok şeyinin olmasıdır: Kasabanın polisi olan babası, 1943'te nasyonal sosyalistler tarafından ressam Max Ludwig Nansen'i resim yapmaktan men etmek ve yasağa uyup uymadığını denetlemekle görevlendirilmiştir.
Aldığı talimatları harfiyen ve hiç sorgulamadan yerine getirmekte tereddüt
etmeyen polis, bu "görev"ini savaştan sonra bile sürdürmekte
kararlıdır.
Çağdaş Alman edebiyatının klasikleşmiş isimlerinden biri olan Siegfried Lenz'in en önemli eseri sayılan ve tüm dünyada yoğun ilgi gören Almanca Dersi, Turner tablolarındaki sessiz fırtınaları andırıyor.
Çağdaş Alman edebiyatının klasikleşmiş isimlerinden biri olan Siegfried Lenz'in en önemli eseri sayılan ve tüm dünyada yoğun ilgi gören Almanca Dersi, Turner tablolarındaki sessiz fırtınaları andırıyor.
"Yalnızca itaat etmeyi
bilenler emir verebilir," diyor Lenz Almanca Dersi'nde. Ölçüsüz bir şevkle
itaat edenleri ele alırken, insanın görev duygusunun takıntı halini aldığında
ne kadar ürpertici sonuçları olacağını da gözler önüne seriyor. Bu çarpıcı
roman, şimdi Ayşe Sarısayın'ın bir o kadar etkileyici Türkçesiyle okurlarla
buluşuyor.
*
Önce vazife!
Siegfried Lenz’in gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kaleme
aldığı Almanca Dersi, gerek büyüleyici dili, gerek insan ruhuna inmedeki
başarısı, gerekse Alman toplumuna dair etkileyici tespitleriyle çağdaş Alman
romanının en önemli örneklerinden biri.
ALMANCA DERSİ, SIEGFRIED LENZ, ÇEV.: AYŞE SARISAYIN, EVEREST
YAYINLARI, 480 SAYFA, 19 TL
Çağdaş Alman edebiyatının klasikleşmiş isimlerinden
Siegfried Lenz’in Almanca Dersi adlı eşsiz romanını okuyanlar, ister istemez
Orhan Kemal’in unutulmaz kahramanı Murtaza’yı hatırlayacaktır. “Kutsaldır
vazife her şeyden önce. Vazife sırasında görmeyecek gözün kimseyi, demeyeceksin
evlâdım, ciğerparem.” diyen Murtaza tipini roman boyunca türlü badirelerin
içine sokup çıkarır Orhan Kemal. Murtaza üzerinden toplumsal hayatın işleyişi,
iktidar talebi ve etik hakkında bir mesaj verme gayesi görülür yazarda.
Siegfried Lenz’in Almanca Dersi romanında ise bu belirlemeleri de aşan bir yön
var.
Görev tutkusu
Almanca Dersi, bir ıslahevinde bulunan Siggi Jepsen adlı
kahramanın Almanca dersinde kendisine verilen “görev tutkusu” konulu
kompozisyon ödevini yapamadığı için cezalandırılmasıyla başlıyor. Jepsen bir
hücreye kapatılır ve kendisine verilen ödevi bir an evvel yazması istenir. Bir
tür yazamama sıkıntısıyla açılan romanın başkahramanının sıkıntısı çok başkadır
aslında. O “görev tutkusu”nu bilmediği için değil, aksine, tam da bu dertten
mustarip olduğu için anlatma sıkıntısı çekmektedir. Kasabanın polisi olan
babası, 1943’te nasyonal sosyalistler tarafından ressam Max Ludwing Nansen’i
resim yapmaktan men etmek ve yasağa uyup uymadığını denetlemekle
görevlendirilmiştir. Aldığı talimatları harfiyen yerine getiren ve bir an bile
sorgulamayan, hatta kendisine verilen görevi savaştan sonra bile sürdüren bu
polis baba ile oğlu arasındaki ilişki, roman ilerledikçe bir sarmal halini
alıyor. İki farklı zaman dilimi üzerinden kurgulanan romanda bugün ile geçmişin
uçlarına oğul ve baba yerleştiriliyor. Bir yandan ıslahevindeki oğul Siggi
Jepsen’in hikâyesini okurken, bir yandan da onun ailesini, en çok da resim
yapmama cezası verilen ressamı izlemekle görevli polis babanın hikâyesini takip
ediyoruz. Ressam hiçbir şekilde resim yapmayacak ve polis baba da bu durumu
üstlerine rapor edecektir. Dünyanın hemen her yerinde karşımıza çıkan bu türden
bir baskı ortamını gayet etkileyici sahnelerle ve bu sahnelere eşlik eden
büyüleyici bir atmosferle önümüze koyuyor Siegfried Lenz.
Roman ilerledikçe ıslahevindeki kahraman
ile “görev tutkunu” baba arasındaki mesele daha görünür bir hal alıyor. Baba
ile oğul arasındaki makas daraldıkça romandaki eleştiri okları daha belirgin
bir biçimde öne çıkıyor. Baba-oğul arasındaki simgesel çatışmaya dolaylı bir
politik ayrışma da ekleniyor. Böylece Almanca Dersi, gerek hakkında çok fazla
yazılmış bir konuyu tersyüz etmesi, gerekse eşsiz güzellikteki diliyle aynı
tarih aralığına (Nazi dönemine) odaklanmış romanlardan büyük ölçüde ayrılmayı
başarıyor.
Nazi alegorisi
Siegfried Lenz’in gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kaleme
aldığı Almanca Dersi, her ne kadar savaş sonrası Almanya’sına ve Nazilere dair
alegorik bir hikâye anlatsa da romanın hedefinde, kendisine bu türden bir görev
verenler değil, verilen görevleri sorgusuzca kabul edenler var. Nazi Almanya’sı
yerine, Alman toplumunu kuşatan dinamiklere çeviriyor bakışımızı yazar. Nitekim
kitabın çevirmeni Ayşe Sarısayın’ın da önsözde belirttiği gibi, romanın en
dikkate değer kahramanlarından biri de Jepsen’nin annesidir aslında. Bir bakıma
Alman toplumunun genel yargılarını temsil eden bu anne figürü üzerinden
Almanya’da yaşayan Romanlara ve diğer cemaatlere duyulan önyargılar, Alman
olmayan ve Alman yaşayış tarzına uymayan her şeye karşı duyulan öfke belirgin
bir biçimde öne çıkıyor ki, yazarın asıl başarısı da burada yatıyor bana
kalırsa. Birçok yazarın gayet başarılı bir şekilde resmettiği Nazi Almanya’sına
dışarıdan değil, içeriden bir bakışla yaklaşmayı deniyor yazar. Olaylar
üzerinden değil, bir tür ruhsal çerçeve üzerinden nesnesini daha başarılı bir
şekilde ortaya koyuyor. Nasyonel sosyalistler kadar, onlara inanmış, onları
iktidara taşımış halk kitlelerinin nasıl ve ne şekilde bu durumu
içselleştirdiklerini, dahası sarsılmaz bir görev bilinciyle bu durumu savaş
sonrasına da taşıdıklarını gayet etkileyici bir şekilde romanına yansıtıyor.
Ölçüsüz bir şevkle itaat edenleri ele alırken, insanın bu görev duygusunu nasıl
korkunç bir haddeye taşıyabileceğini de gösteriyor Almanca Dersi.
Siegfried Lenz’in romanı gerek büyüleyici
dili, gerek insan ruhuna inmedeki başarısı, gerekse Alman toplumuna dair
etkileyici tespitleriyle çağdaş Alman romanının en önemli örneklerinden biri
kuşkusuz. Bu kitabı Ayşe Sarısayın’ın benzersiz Türkçesiyle okumanın bir talih
olduğunu da ayrıca belirtmek gerek. Sarısayın’ın çevirisi bir Türkçe dersi
niteliğinde.
Muhabir: MEHMED MEHMEDOĞLU
*
“Herhangi bir yerden değil, kendi kasabamdan söz ediyorum,
herhangi bir felaketin değil, kendi felaketimin peşindeyim yalnızca.
Rasgele bir hikaye değil anlattığım, rasgele olan hiçbir şey, herhangi bir
yükümlülük yaratmaz çünkü.”
Yıllar önce, daha ideal bir okur olduğum zamanlarda bir gün
–yani kafamda türlü olmayacak hayallerle dolaşırken zaman geçsin diye ilk
gördüğüm bir kitapçıdan, sahaftan bir kitap alıp oracıkta okuyup bir yere
bıraktığım günlerde- tanıştım Siegfried Lenz’le. Okuduğum bir oyun kitabıydı:
Suçlular Çağı-Suçsuzlar Çağı. Bir cümlesini hiç unutmadım: “Suç, güneş gibidir.
Hepimizi kapsar.”
2.Dünya savaşı sonrası hiçbir büyük Alman yazarı yoktur ki
konuları, insanları, öyküleri savaşın etrafında dolaşmasın. Lenz de işte bu
büyük yazarlardan biri ve bu kitap, yani Almanca Dersi, onun başyapıtıdır.
Türkçeye kazandıranlara teşekkürler.
Kahramanımız Siggi bize cezalandırıldığı Ada’dan anlatır
öyküsünü. “Görev Tutkusu” konulu bir komposizyon yazmayı beceremediği için ceza
alan Siggi kendi cezasının öyküsünü tüm bir aile, kasaba tarihi ile harmanlayıp
anlatır bize.
2. Dünya Savaşı sırasında kasabanın polis şefi olan ve
verilen emirleri en büyük coşku ve itaatle yerine getiren babası, resim yapma
yasağına uymayan ressam Nansen’in küçük Siggi’yle dostluğu ve ‘suç
ortaklığı’, sağdan soldan öyküye katılan onlarca insan, manzara…
Bağırmadan çağırmadan, oya işler gibi ama şiddetin, savaşın,
sorgusuz sualsiz itaat etmenin, insan aptallığının tüm detaylarını ortaya
seriyor Lenz.
“Ben bana emredileni yaptım” argümanı –mesela Okuyucu adlı
romanda da böyledir- pek o kadar masum ve yaptıklarımızdan bizi sorumlu
kılmayacak anlamına gelmediğini bize bir kez daha hatırlatıyor.
Behlül Dündar