-Sahneye Çıkan Yazarın Dile Getirdiği Önsöz-
Artık Petersburg yok. Leningrad var ama Leningrad bizi
ilgilendirmiyor. Yazar mesleği gereği tabutçudur, beşik ustası filan değil. Ona
bir tabut gösterin, hemen tıklatır, hangi malzemeden, kim tarafından ve ne
kadar zaman önce yapıldığını bilir, ölenin anne babasını bile anımsar. İşte,
yazar şu anda hayatının yirmi yedinci yılında bir tabut hazırlıyor. Çok meşgul.
Ama sanmayın ki bir amaçla hazırlıyor bu tabutu, bu onun düpedüz tutkusu.
Burnunu kaldırır – bir ceset kokusu geliyor; öyleyse bir tabut gerekli. Ölüleri
sever, daha hayattayken peşlerinde dolaşır, küçük ellerini sıkar, onlarla
konuşmaya başlar ve tahtaları yavaş yavaş hazırlamaya girişir, çivi satın alır,
elden düşme kurdeleler bulur.
*
1926-27 yıllarında yazılan ve sansüre rağmen basılabilen
Keçinin Şarkısı, Konstantİn Konstantınoviç Vaginov'un ilk romanı. Aynı zamanda,
özellikle 1920'lerde yazdığı post-sembolist şiirlerle tanınan yazarın Türkçeye
çevrilen ilk eseri.
Aşina oldukları dünyayı kökünden değiştiren Ekim Devrimi sonrasının gerçekliğine uymak zorunda kalan, bu yeni ve yabancı dünyada kendilerine yer bulmaya çalışan ve tutunamayan bir grup aydının dramını anlatıyor Keçinin Şarkısı. Filozof ve edebiyat kuramcısı Mihail Bahtin'in çevresindekilerden esinlenilerek yaratılan, Teptyolkin, meçhul şair ile "yazar" gibi kahramanlar devrimden önceki yıllarda parlayan Rus aydınlar sınıfını hatırlayıp ayakta tutmaya çalışıyorlar. Vaginov ise uzam ve zamanda yolculuklara çıkarak, Petersburg'dan eski Roma'ya, Leningrad'dan Yunan mitolojilerinin dünyasına uzanarak edebiyat ve eleştirinin toplumdaki rolünü incelikle araştırıyor.
Doğrusal olmayan, parça parça anlatımıyla yapısal romanın ustaca uygulanmış bir örneği ve 20. yüzyıl Rus edebiyatının önemli eserlerinden biri olan Keçinin Şarkısı şimdi Kayhan Yükseler'in Rusça aslından yaptığı yetkin çeviriyle Türk okurlarıyla buluşuyor.
*
Devrimin karanlık yüzü
ALİ DEMİRHİSAR
Konstantin Konstantinoviç Vaginov’un Türkçedeki ilk eseri
Keçinin Şarkısı, Ekim Devrimi’ni ve devrim sonrasında yeniden şekillenen
Rusya’yı anlatıyor. KEÇİNİN ŞARKISI, K. KONSTANTINOVIÇ VAGINOV, ÇEV.: K.
YÜKSELER, 213 SAYFA
35 yıllık kısa bir yaşam (1899-1934)… Yirmili yaşlarında
yazmaya başlayan Alman kökenli Rus yazar Konstantin Konstantinoviç Vaginov’un
roman ve şiirlerine Sovyet rejimi tarafından 1989’a kadar yasak uygulanmıştı.
Bu yasağın 1989’da kalkmasının ardından roman, öykü ve şiirleri yayımlanmaya
başladı. Yazarın Türkçeye çevrilen ilk eseri Keçinin Şarkısı, Everest’ten
çıktı. Romanı Rusça aslından çeviren Kayhan Yükseler, Kara Kuvvetleri’nden
1998’de emekli olan bir albay. Dostoyevski’den Bir Yazarın Günlüğü’nün yanı
sıra Rusya ve Kafkasya ile ilgili çevirdiği 15’in üzerinde kitap var. Romanın
okunmasını zorlaştıracak bir olumsuzluk olarak görmeyip birkaç sayfada bir
kullandığı dipnotlardan çevirmenin, Rus ve Avrupa tarihine ve dönem
edebiyatına, Antik Yunan ve Rönesans tarih ve felsefesine hâkimiyetine şahit
oluyoruz. Bu birikimde, derinlikte ve donanımda askerlerin olmasından mutluluk
duyduğumu söylemeliyim. Kayhan Yükseler’e olan hayranlığımı gizlememeyi bir
borç olarak görüyorum.
Ekim Devrimi’ni sorguluyor
Yasaklı olmasından da anlaşılacağı gibi eserlerinde Ekim
Devrimi’ni sorgular Vaginov. Devrim sonrasında yeniden şekillenen Rusya’ya ve
kültürel ortama yabancılaşma içerisindedir. Bu süreci bir bozulma, çürüme,
yıkılma, süflilik ve yabanlaşma olarak görmektedir. Keçinin Şarkısı’nda yazar,
Teptyolkin, Meçhul Şair, Troitsin, Mişa Kotikov, Kostya Rotikov gibi
şair, romancı, filozof kahramanlarının ağzından, onların birbirleriyle
ilişkileri üzerinden Rusya’nın, devletin, toplumun, kültürün, insanların
Rönesans’tan, imparatorluktan, bilimden, felsefeden, sanattan uzaklaşmasını;
yıkıma, zevksizliğe, cehalete düşmesini, fabrikalarda çalışmaya, “aşağıdan
yukarıya aynı plana göre tekrarlanan acımasızca tekdüze küçük küçük daireleri
olan” betonarme apartmanlara sıkışmasını anlatıyor.
Klasik roman kurgusu ve biçiminden farklı
bir doğrultuda ilerleyen romanda yazar, Önsöz’de ve bölümler arasında birkaç
kez başvurduğu Arasöz’lerde romanın kurgusallığından çıkarak kendi hayatından,
o esnada nerde olduğundan, ilham aldığı şeylerden, kahramanlarının ne yapmakta
olduğundan ve gerçek kişilerden bahsediyor. Yaşamakta olduğu Petersburg’u
sevmediğini, binalarda, yüzlerde, ruhlarda kötücül, pis bir ışık olduğunu,
ülkenin, kentin, toplumun, devrim öncesinden kalan değerli her şeyin öldüğünü
zaten yazarların da beşik ustası falan değil, aslında ‘tabutçu’ olduğunu,
etraftan bir ceset kokusu geldiğine göre bir tabut yapmak gerektiğini sert ve
acımasız bir sembolizmle ifade ediyor.
Teptyolkin, Beyaz Ordu’nun hâkimiyetine
giren bir şehirde üniversitede coşkuyla şiir, edebiyat, felsefe ve dil dersleri
veren, birçok şairin şiirlerini yazıldığı dillerden ezbere okuyarak
yetkinliğiyle hayranlık uyandıran bir profesördür. Ama Kızıl Ordu ilerleyip
dengeler değişince her üniversitede en az on Marksist profesör şartı getirilir
ve on tane Marksist profesör bulunamayınca üniversite kapanır. İşte Devrim
öncesi Rusya’nın, Devrim sonrası Sovyetler’e dönüşürken geçirdiği siyasi,
kültürel, sanatsal bu değişimin tek tek bireyler için nasıl savruluşlar,
kederli sonlar geçen zaman içerisinde evlenen, apartman yöneticiliği yapan,
bahçe işleriyle ilgilenen, vesveseli evhamlı bir yaşlı adam haline gelen
Teptyolkin’e gençliğinde ve yaşlılığında söylettiği cümlelerle neredeyse
özetliyor Vaginov. Kendisiyle aynı düşünce ve duygulardaki sanatçı
arkadaşlarıyla vakit geçirmek, antik filozoflar hakkında konuşmak, felsefe
yapmak için -yine sembolik anlamlarla yüklü- bir kule satın alır ve orada
arkadaşlarına, “Bizler, bizleri kuşatan dogmatizm denizinde Rönesans’ın son
adasıyız. Biz, biz yeganeyiz, eleştirinin alevini, bilime saygıyı, insana
saygıyı yaşatıyoruz; bizim için ne efendi, ne köle var. Hepimiz yüksek bir
kulede bulunuyoruz, azgın dalgaların granitleri dövmesini dinliyoruz.” diye
gürler.
Yıllar sonra, savunduğu kültürün
kendisinin olmadığını, artık bu kültüre ait olmadığını, kendini bu zamana dek
aralarında saydığı ışıltılı ruhların dünyasına ait olmadığını, dünyada bir şey
yapmanın ona bağışlanmadığını, bir gölge gibi geçtiğini ve bir hatıra ya da
çirkin bir şey de bırakmadığını, kendisiyle ağlayıp sızlayan küçük burjuva bir
muhasebeci memur arasında fark bulunmadığını görür, kendisinden iğrenir. Meçhul
şaire yazdığı mektupta şöyle der: “Şimdi ben, dünyayı tüm hazin güzelliği
içinde kabulleniyorum. Yalan olan biziz, hayallerimiz değil. Biliyorum zayıfız,
çok zayıf, sefih ve açgözlüyüz ama biz tinsel güneşi sevmiştik, kim bilir belki
şimdi de sevmekteyiz.”