"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

10 Temmuz 2012 Salı

LANET OLSUN ZAMAN NEHRİNE-PER PETTERSON

“Kırılgan ayrılış imgeleri; o zamanki hali köyün
 Lanet olsun zaman nehrine; otuz iki yıl geçmiş bile.”

Şu an yaşayan en iyi romancılardan biri olan Per Petterson’un dilimizdeki ikinci kitabı olan Lanet Olsun Zaman Nehrine,  Petterson’un en iyi kitaplarından.
Petterson’un neredeyse tüm romanları aynı yerde geçer: Geçmişte.  Bu romanda da öyle oluyor. Zaten kitabın o güzeller güzeli adı da Mao Zedung’un köyüne dönüşünü anlattığı şiirinden alıyor.
(Kitabı İngilizceden çeviren Aslı Biçen “I curse the river of time” başlığını “Lanet olsun zaman nehrine” diye çevirmiş. Daha yakışanı olamazdı sanırım)
Arvid’in yaşamında her şeyin tepetaklak gittiği (boşanma, ömrü verdiği ideolojinin çöküşü, annesinin kansere yakalanması…) bir dönemi anlatır öykü. Şimdinin ve geçmişin içinden çaresizce konuşur.
Dünyanın en yaşanılası birkaç ülkesinden bir hatta ikisinde geçen bu öyküyü okumadan önce şöyle sorar insan: Bu kişiler böyle düzgün, sorunsuz ülkelerde en üst düzey yaşam şartlarında yaşıyorlar. Ne gibi sorunları olabilir ki? Dünyanın başka yerlerinde bambaşka acılar çeken insanlara saçma, komik gelebilecek sorunlardır bunlar. Aslında kendileri bile bunları o kadar takmıyordur desek yeridir.
Roman kahramanı Arvid üzerinden gidersek, a)boşanma: zaten Arvid de pek konuşmuyor hakkında, sıradan bir konu gibi geçiştiriyor, b)komünizmin yıkılması: gelişmiş, kapitalist bir ülkenin tüm bu nimetlerinden faydalanan, gençliğinde öğrenci ve işçi eylemlerine kapılmış biri için olsa olsa romantik bir hayal kırıklığı, c)annenin kansere yakalanması: anne ve baba ile zaten öyle çok sıkı bir ilişkileri yoktur bu insanların. Tabii ki birbirlerine sevgi duyarlar ama her şeyde olduğu gibi bu da ölçülüdür.
Peki, o zaman ne? Bence üzerinden durulması gereken budur. Burada da söz konusu olan şey, ister kanlı canlı acıların çekildiği, yaşam kalitesinin yerlerde süründüğü bir yerin insanı anlatılsın, isterse böyle gelişmiş ülkelerin insanı, çok daha derinlerde bir yerde olsa gerek. Bu sorunun yanıtını bulan “o kadar aç ve acı varken evindeki kedinin ölümüne ağlayan kişiye” de küfür etmeyecektir.  Per Petterson’un romanı işte bunu başarıyor

*
Lanet Olsun Zaman Nehrine, Norveçli yazar Per Petterson'un son romanı. Hayatta aradığını bulamamış veya bulduğunu kaybetmiş, dünya üzerindeki yerini sağlamlaştıramamış, hep tereddüt eden, hep bocalayan bir adamın, Arvid Jansen'in hikâyesini kendi anlatımından öğreniyoruz bu romanda. Arvid geçmişi parça parça hatırlarken, hayatı yavaş yavaş belirginleşiyor: ihtiyaç duyduğu sevgi ve ilgiden mahrum kaldığı çocukluğu, idealleri uğruna üniversiteyi bırakıp bir fabrikada işçi olarak çalıştığı ve hep aradığı sığınağı aşkta bulduğu gençliği, boşanmanın eşiğinde olduğu ve annesinin mide kanserine yakalandığını öğrendiği buhranlı yetişkinlik yılları.
        Arvid'in hikâyesi her şeyden önce, duyguların bastırıldığı ve ilişkilerin mesafeli olduğu bir ortamda içindeki yoğun duyguları ifade etmeye, mesafeleri aşmaya çalışan bir adamın yaşadığı hüsranın hikâyesi.
        Tıpkı yarattığı karakterler gibi, Petterson da açıkça söylediğinden çok daha fazlasını anlatıyor bu romanda. Boşluk, varlığıyla gösteriyor yokluğu. Yakın insan temasının varlığıyla yokluğu arasındaki farkın büyüklüğünü görüyoruz, bir hayatın nasıl bu temelde şekillendiğini. 

*
Açılış bölümü, s. 11-14.

Şimdi anlatacaklarım birkaç sene önce oldu. Annem bir süredir kendini pek iyi hissetmiyordu. Onun için endişe edenlerin, özellikle de erkek kardeşlerimle babamın dırdırını kesmek için nihayet ailemizin sittin senedir gittiği doktora muayeneye gitti. Doktor o sırada iyice yaşını başını almıştı herhalde çünkü çocukluğumda ondan başka birine gittiğimi hiç hatırlamıyorum ya da onu genç gördüğümü. Artık uzak denebilecek bir yerde oturduğum halde ben de aynı doktora giderdim.
Bu ihtiyar aile doktoru, kısa bir muayenenin ardından annemi acilen birtakım tetkikler yaptırması için Aker Hastanesi'ne sevk etti. Oslo'nun doğusunda, yani benim sevdiğim tabirle bizim tarafta, Sinsenkyrsset'te bulunan büyük hastanenin beyaza boyalı odalarında, elma yeşiline boyalı odalarında pek çok can yakıcı testten geçirildikten sonra, eve gitmesi ve iki hafta sonra çıkacak neticeleri beklemesi söylendi ona. Neticeler iki değil, üç hafta sonra nihayet geldiğinde anlaşıldı ki annemde mide kanseri varmış. İlk tepkisi şöyle oldu: Şu işe bak, senelerce, hele çocuklar küçükken her gece akciğer kanserine yakalanacağım diye uykularım kaçardı, ola ola mide kanseri oldum. Zaman kaybı!
Annem böyleydi işte. Sigara içerdi, tıpkı yetişkin oldum olalı benim de içtiğim gibi. Gece yarısı yatakta kaskatı yatmanın, kuru, yanan gözlerle karanlığa bakmanın, hayatın tadını ağzında kül gibi duymanın nasıl bir şey olduğunu iyi bilirim, ama ben çocuklarımı babasız bırakmaktan ziyade kendi hayatımdan endişe duymuşumdur hep.
Bir müddet elinde zarfla mutfak masasında oturup pencereden senelerdir baktığı aynı çimenliğe, aynı beyaz boyalı çite, aynı çamaşır iplerine, birbirinin tıpkısı gri evlere baktı ve burayı hiç mi hiç sevmediğini fark etti. Bu ülkenin kayasını taşını, çam ormanlarını, yaylalarını, dağlarını hiç sevmiyordu. Dağları göremiyordu ama her tarafta olduklarını ve günbegün Norveç'te yaşayan herkesin üzerinde izlerini bıraktıklarını biliyordu.
Ayağa kalkıp hole çıktı ve kısa bir telefon konuşması yaptıktan sonra ahizeyi yerine koyarak babamı beklemek üzere mutfak masasına geri döndü. Babam birkaç sene önce emekli olmuştu ama ondan on dört yaş küçük olan annem hâlâ çalışıyordu; o gün tatil günüydü. Ya da bir günlük izin almıştı.
Babamın anneme nadiren anlattığı, sonuçları da pek görülmeyen işleri olurdu sürekli ama aralarındaki eski çatışmalar çoktan beridir çözüme kavuşmuştu. Ateşkes imzalamışlardı. Annemin hayatını yönetmeye kalkışmadığı müddetçe, kendi hayatını huzur içinde, bildiği gibi yaşayabiliyordu. Hatta annem onu savunmaya ve korumaya bile başlamıştı. Babamı bir parça eleştirecek olsam ya da kadın özgürleşmesini desteklemek adına gafil bir teşebbüsle babama karşı onun tarafını tutsam hemen kendi işime bakmamı söylerdi bana. Tabii şimdi eleştirmek kolay, derdi, bunların hepsi sana altın tepside sunuldu. Çok bilmiş.
Sanki benim hayatım da çok güllük gülistanlıktı. Bodoslamadan boşanmaya doğru gidiyordum. İlk boşanmamdı; dünyanın sonu geldi sanıyordum. Öyle günler oluyordu ki mutfaktan banyoya giderken en az bir kere yere diz çöküyor sonra toparlanıp yoluma devam ediyordum.
Babam pek acil projesi her neyse onun peşinden Vålerenga'ya gitmişti kuşkusuz, hem onun doğum yeriydi Vålerenga hem de savaştan yedi yıl sonra benim doğduğum yerdi ve kendilerine ihtiyar delikanlılar diyen, onun yaşlarında, onun mazisini paylaşan arkadaşlarıyla buluşmaya giderdi oraya. Eve döndüğünde annem hâlâ mutfak masasında oturuyordu. Elinde sigara vardı, Salem ya da belki Cooly; akciğer kanserinden korkanlar mentollü sigara içer.
Babam kapıda öylece kalakalmıştı, elinde iyice eskimiş bir çanta, benim altıncı ve yedinci sınıfa giderken kullandığım, o zamanlar herkesin kullandığı çantalara benzeyen bir çanta, hatta belki ta kendisi. Yani yirmi beş yaşını devirmiş bir çanta.
"Ben bugün yola çıkıyorum," dedi annem.
"Nereye?" dedi babam.
"Eve."
"Eve," dedi babam. "Hemen bugün mü? Önce bir konuşsak daha iyi olmaz mı? Benim de bu konuda biraz düşünmeme izin yok mu?"
"Konuşacak bir şey yok," dedi annem. "Biletimi ayırttım. Aker Hastanesi'nden demin mektup geldi. Kansermişim."
"Ne, kanser mi?"
"Evet. Mide kanseri. Bir süreliğine evime gitmem lazım."
Tamı tamına kırk yıldır Norveç'te, Oslo'da yaşadığı halde, ne zaman Danimarka'nın, o küçücük ülkenin kuzeyindeki kasabasından bahsetse evim derdi.
"İyi ama tek başına gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?"
"Evet," dedi annem. "Tek başına gitmek istiyorum."
Bu şekilde konuştuğunda babamın incineceğini ve üzüleceğini bildiği için bu sözleri söylemek hiç hoşuna gitmedi, aksine birlikte bu kadar hayattan sonra babamın daha iyi muameleyi hak ettiğini düşünüyordu ama başka seçeneği yoktu. Tek başına gitmesi gerekiyordu.
"Herhalde fazla uzun kalmam," dedi. "Bir-iki gün durup geri dönerim. Hastaneye yatmam gerekecek. Belki ameliyat olabilirim. Umarım. Öyle ya da böyle bu akşamki gemiye biniyorum."
Saatine baktı.
"Üç saat kalmış. Yukarı çıkıp bavulumu hazırlasam iyi olacak."
Zemin katında mutfak ve oturma odası, üst katta üç küçük yatak odası ve bir banyo olan, balkonlu bir evde oturuyorlardı. Ben de o evde büyümüştüm. Duvar kâğıtlarındaki her yırtığı, zemin tahtalarındaki her çatlağı, bodrumdaki her korkunç noktayı bilirdim. Ucuz evlerdendi. Duvara hızlı bir tekme atacak olsan bacağın komşunun oturma odasına geçerdi.
Annem masadaki kültablasında sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Babam hâlâ yerinden kıpırdamamıştı, bir elinde çanta, öteki eli tereddütle anneme doğru uzanmış. Babam boks ringi hariç fiziksel temas konusunda pek cevval sayılmazdı, dürüst olmak gerekirse annemin de en kuvvetli noktası değildi bu; babamı özenle, neredeyse sevecenlikle kenara itti yanından geçebilmek için. Babam çekildi ama gönülsüzce, kelimelere dökmeden anneme elle tutulur bir şey, bir işaret vermek istediğini gösteren bir yavaşlık ve kararlılıkla. Ama bunun için çok geç, diye geçirdi annem içinden, çok geç, dedi ama babam onu duymadı. Yine de babamın ona sarılmasına izin verdi; kırk yılın ve biri ölmüş olsa da dört erkek evladın ardından aralarında, birlikte aynı evde yaşamaya, birbirlerini beklemeye ve önemli bir şey olduğunda çekip gitmemeye yetecek şeyler olduğunu gösterecek kadar.
Annemin bindiği, güneye gittiğimizde hepimizin bindiği geminin adı Holger Danske'ydi. Araştırdım da gemi sonraları, önce Stockholm'de ardından Malmö'de göçmenler için barınak olarak kullanılmış, şimdiyse Asya'da, Hindistan ya da Bangladeş'te bir kumsalda parçalanıyormuş ama benim bahsettiğim günlerde hâlâ Oslo'yla Jutland'ın kuzeyindeki bu kasaba, annemin büyüdüğü kasaba arasında gidip geliyordu.
...

*


Anneye veda

A. ÖMER TÜRKEŞ

Acısını ve düş kırıklıklarını başkalarının hikâyeleri biçiminde kurgulayan Petterson 'Lanet Olsun Zaman Nehrine'de gösterişsiz ama çok etkileyici bir anlatım kuruyor

Uzun bir aradan sonra nihayet yeni bir Per Petterson romanıyla karşılaşıyoruz; ‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’… Romanın adının çağrıştırdığı gibi edebiyat dünyasında da zaman çok hızlı akıp geçiyor. Bu nedenle kısa bir hatırlatma; 2008 yılında ‘At Çalmaya Gidiyoruz’ romanı ile tanıştığımız Norveçli yazar Petterson, eserleri elliden fazla dile çevrilen Türkçeye çevrilen her iki romanı ile de gerek ülkesinde gerek uluslararası ölçekte önemli ödellere değer bulunan edebiyat kariyeri sağlam bir yazar.
‘At Çalmaya Gidiyoruz’a benzeyen bir hikâye bulacaksınız ‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’de. Hatırlanan dönemler farklı olmakla birlikte ilki gibi ikincisi de hatırlama üzerine. İlkinde yaşlı bir adam çocukluk ve ergenlik yıllarına dönüyor, o yıllarda anlamlandıramadığı puslu parçaları aydınlatmaya çalışıyordu. ‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’nin anlatıcısı da geçmiş zamanın peşinde. Ne var ki hatırlamaya başladığı tarihte, 1989’da çocuk ya da genç değil otuz yedi yaşında. Her ne kadar hatırladıkları 1989’dan çok gerilere kadar uzansa bile, hatırlama süreci anlamdırmaya, aydınlatmaya yönelik değil. Roman kahramanı Arvid Jansen daha çok onarmaya çalışıyor kendisini. Çünkü Arvid düş kırıklıklarının insanı; aradığını bulamamış, bulduğunu kaybetmiş, bastığı kaygan zeminde tereddütler içinde bocalayan bir adam…
‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’yi okurken Kamuran Şipal’in yine bir ana-oğul hikayesi üzerine kurulu ‘Sırrımsın Sırdaşımsın’ romanını hatırladım. “Doğduğu kente, geçmişe, çocukluğuna, anılarına, ne kadar çok sevdiğini –ve özlediğini- hatırladığı annesiyle yaşadığı günlere dönen bir adamın belleğinden yitip gitmiş bir zamana bakıyoruz.”

Kötü zamanlar
“Şimdi anlatacaklarım birkaç sene önce oldu” diye başlamış söze Arvid. Birkaç sene öncesi 1989’a, Arvid’in 37’sini sürdüğü yıla karşılık geliyor; ve bu hikayeyi anlatmasına yol açan olaya, annesine kanser tanısının konulduğu zamana… Annesi hastalık haberini alır almaz, yıllarca adım atmadığı halde hâlâ ‘ev’i saydığı yeri görmek ister. Danimarka’ya giden bir gemiye atlar ve Kuzey Jutland kasabasına doğru bir yolculuğa çıkar. Haberi alan Arvid de annesinin peşinden gidecektir çocukluğunun kasabasına. Niyeti annesine destek olmak. Ne var ki Arvid’in içinde bulunduğu vaziyet hiç de iç açıcı sayılmaz. Her açıdan kötü bir yıldır Arvid için. Bir yandan onca yılı birlikte geçirdiği karısından boşanma arifesine gelmesi, diğer yandan Berlin duvarının yıkılmasıyla simgelenen siyasi ve ideolojik yenilgi Arvid’i melankolik bir ruh haline sokmuştur.
Arvid annesinin ardından bu küçük kasabaya ayak atar atmaz hafıza patlamasına uğrayacaktır. Evliliğin yarattığı hayal kırıklığı ile ilk aşklarına, zihninde iz bırakan kadın imgelerine dönecek, siyasi yenilginin yarattığı hüsran duyguları üzerinden ise devrimci harekete katıldığı isyan günlerini anımsayacaktır. Çok yerde birbiriyle örtüşen ya da kesişen iki sürecin belki de en belirleyici ortak noktası ise annesidir. Geçmişin anıları bilincine parça parça sökün ederken hayat hikayesi ağır ağır tamamlanır. Anne ve babası işçidir Arvid’in. Ama annesi tavrıyla, meraklarıyla farklı bir kadındır; okuma düşkündür, sinema tutkunudur. Arvild pek çok kitabı annesinin tavsiyesi ile okumuş, pek çok filmi annesiyle izlemiştir. Hatırlamaya başladıkça bunların hayatında ne kadar önemli bir yer tkaladığının farkına varacaktır. Asıl farkına vardığı kendisini anne ve babasının sevgi ve ilgisinden uzak hissetmesinin boş bir kuruntu olduğudur. Duygularını gösteren insanlardan değildir onun ailesi; ne çocuklarına ne birbirlerine ne de başkalarına;
“Annem masadaki kültablasında sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Babam hâlâ yerinden kıpırdamamıştı, bir elinde çanta, öteki eli tereddütle anneme doğru uzanmış. Babam boks ringi hariç fiziksel temas konusunda pek cevval sayılmazdı, dürüst olmak gerekirse annemin de en kuvvetli noktası değildi bu; babamı özenle, neredeyse sevecenlikle kenara itti yanından geçebilmek için. Babam çekildi ama gönülsüzce, kelimelere dökmeden anneme elle tutulur bir şey, bir işaret vermek istediğini gösteren bir yavaşlık ve kararlılıkla. Ama bunun için çok geç, diye geçirdi annem içinden, çok geç, dedi ama babam onu duymadı. Yine de babamın ona sarılmasına izin verdi; kırk yılın ve biri ölmüş olsa da dört erkek evladın ardından aralarında, birlikte aynı evde yaşamaya, birbirlerini beklemeye ve önemli bir şey olduğunda çekip gitmemeye yetecek şeyler olduğunu gösterecek kadar.”
Ve ne yazık ki bu karakter yapısı Arvid’e de miras kalmıştır. Arvid’in hikâyesi sadece annesini kaybetme korkuları duyan bir adamın iç hesaplaşmasını anlatmıyor; okuduğumuz “duyguların bastırıldığı ve ilişkilerin mesafeli olduğu bir ortamda içindeki yoğun duyguları ifade etmeye, mesafeleri aşmaya çalışan bir adamın yaşadığı hüsranın hikâyesi”. Zaman tünelinin ucundaki bu eski evde, bu sessiz ve ıssız kasabada ana-oğul arasında belki de ilk kez duygusal bir dil kurulacaktır…

Zamanın akışı, bireyin hüznü
Per Petterson, Arvid özelinde insanın bir nehir gibi akan zamana, ölüme değil ömrün kısalığına duyduğu isyanı anlatırken ekonomik bir dil kullanmış. Yoklukları, boşlukları hikayesinin parçası haline getiriyor, açıkça söylediğinden çok daha fazlasını algılamamızı sağlıyor. Daha doğrusu okuyucuyu da davet ediyor parçaları birleştirmeye. Mesela Arvid’in kötü giden evliliği. Üzerinde fazla durmaz. Hikâyenin başında bundan sonra olacakları bir cümlede özetlemiştir zaten; “Sanki benim hayatım da güllük gülistanlıktı. Bodoslamadan boşanmaya gidiyordum. İlk boşanmamdı; dünyanın sonu geldi sanıyordum.” Böylelikle hikâye anlatma zamanında, 1989’da acısını çektiği evlililiğin çoktan bitmiş olduğunu biliriz, hatta fazlasını da biliriz; başka evlilikler yapıp en az birinden daha ayrıldığını laf arasında söyleyip geçmiştir Petterson.
Birinci tekil şahıs anlatısı ama bu tekniği değişik, hatta tuhaf biri biçimde kullanmış. Olayları Arvid’in gözünden izliyor, Arvid’in ağzından dinliyoruz. Ama Arvid çoğu zaman görüp duymadıklarını bile sanki görmüş, duymuş gibi nakledecektir okuyucuya. Yani o güvenirliği muğlak br anlatıcı. Anlıyoruz ki geçmişin olaylarına kafasında çeki düzen vermiş, tahayyül ve tasavvurlarını da sanki yaşanmışçasına aktarmış. Böyle bir anlatı tekniği ve ekonomisinden söz ettiğim dili ile Petterson insanın hatırlama ve anlatma sürecini yakalamak istiyor. Doğrusu başarıyor da.
Anne oğul ilişkisi üzerine kurulu bu hüzünlü anlatı yakın okumalara alışık okuyucuyu yanılgıya düşürecektir. Yakın okuma derken, hem yazarı hem romanda anlatılan hikayeyi tanımak, bilmek, yazarla hikaye arasında parallellik aramak ve onlarla bütünleşmek isteyen bir okuma tarzından söz ediyorum. Petterson’un henüz Türkçeye çevrilmeyen bazı romanlarında da Arvild karakterini kullanmış olması söz konusu okuma tarzını daha da provake edebilir. Oysa Per Petterson’un Türkçeye çevrilen ya da çevrilmeyen romanlarında anlatıkları kendi hayat hikâyesinden alınma değil. Arvild, Petterson’un ‘alter-ego’sunun temsilcisi de değil. Kahramanın başından geçenler, duygu ve düşünceleri yazarının -ve hatta bizim- başımızdan geçenlerle çakışıyorsa eğer, bu biraz tesadüflerin biraz da kurmaca ile gerçek arasındaki oyuncaklı ilişkinin eseridir. Ailesinin işçi sınıfından olması, Petterson’un sosyalist dünya görüşü ve bilmediğimiz başka ayrıntılarda benzer yanlar bulunabilir. Ancak gerçek anne ve babasını bir gemi kazasında kaybeden Per Petterson’u anlattığı hikâyelerle buluşturan yegane ortak duygu onları kaybetmenin acısı olmalı.
Acısını ve düş kırıklıklarını başkalarının hikâyeleri biçiminde kurgulayan Petterson pek çok iyi yazar gibi ‘hayatım roman’ klişesinin içini boşaltırken ‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’ romanında gösterişsiz ama çok etkileyici bir anlatım kuruyor.

LANET OLSUN ZAMAN NEHRİNE
Per Petterson
Çeviren: Aslı Biçen
Metis Yayınları
2012, 184 sayfa

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9