Fransız edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Yalnız
Gezerin Hayalleri Rousseau'nun son eseridir.1776 yılının sonbaharında kaleme
alınmaya başlanan,edebi ve felsefi vasiyetname niteliği taşıyan bu eserde tüm
Avrupa'nın tanıdığı, artık yaşlanmış ve ölümü yaklaşmış olan Rousseau kendini
arayan Yalnız gezer olarak çıkar karşımıza.
Yalnız Gezer güzergahını kendisinin belirlediği ve tamamen keyfi olan yürüyüşlere çıkar.İnsanlarla ortak bir yanı kalmadığını düşünen ve bu dünyada mutluluğu bulmaktan vazgeçmiş olan Yalnız Gezer için doğada yaptığı bu gezintiler, kendisiyle baş başa kalarak sohbet etme imkanı bulduğu yegane anlardır.Doğanın büyüleyiciliği onu botanikle uğraşmaya iter; öğrenme ve keşfetme arzusunun körüklendiği bu anlarda doğanın renkleri, biçimleri, kokuları sayesinde mutluluğu tadar; geçmişin dehşet ve sancısının artık yok olduğuna kendini inandırmak ister.Arzularını gerçeklerin yerine koymaya eğilim gösteren Yalnız Gezer gezintiler sırasında ruhunu gerçeklikten koparır ve kendini, hayal gücünün kollarına bırakır.Onun için hayal kurmak; ruhuna ulaşmanın yolu; kendiyle kurulan ilişkinin yeni bir türüdür.Dünyanın matlığı yerini benin şeffaflığına, ötekiyle ilişki yerini varlığının tadını çıkarmaya bırakır.Hayaller varlığın açılımı, doğayla temas ise var olma bilincinin mutluluk kaynağı haline gelir.
On gezintiden oluşan Yalnız Gezerin Hayalleri'nde yeniden keşfettiği doğada sessizce yürüyerek, insanın ruhu ve niteliği üzerine derin düşünmelere dalan Rousseau, okuyucuyu da yalnız başına çıkılan bir yürüyüşte hayatı hayal etmeye davet eder.
*
Jean- Jacques Rousseau yalnızca büyük ve önemli
felsefe/sosyoloji yapıtları ile değil aynı zamanda düzyazı metinleri ile
de ünlüdür. İtiraf Edebiyatı’nın ilk akla gelen isimlerindendir, hatta
birincisidir. Dev yapıtı İtiraflar bu alanın en ünlüsüdür belki de.
Son yapıtlarından olan Yalnız Gezerin Hayalleri -Les
Rêveries du Promeneur Solitaire- şöyle açılıyor: Me voici donc seul sur
la terre, işte artık yeryüzünde yapayalnızım.
Şiirsel bir dille, on ayrı bölümden oluşuyor bu hayaller.
Başlıktaki hayal (veya düş) sözcüğü aslında biraz yanıltıcı. (reverie daha çok
ingilizcede daydream denen, gündüz düşleri anlamına gelir, düşüncelere ve
hayallere dalıp gitme hali yani)
Hayal genelde geleceğe ilişkindir, oysa yazar burada bitmiş,
sönmüş bir yaşamdan bahsediyor çoğunlukla. Mesela Yedinci Gezi’nin giriş
cümlesi şöyledir:”Uzun hayallerimi kaleme almaya daha yeni başladım ama
şimdiden sonuna geldiğimi hissediyorum.” Başlıktaki ‘Yalnız Gezer’ bize
anlatıcının geziler yaptığını gösteriyor ve buna bağlı olarak her metin bir
gezi olarak adlandırılmıştır.
İnsan gezerken, özellikle yalnızsa hayaller kurar. Ama
burada Rousseau artık ilerlemiş yaşının da etkisiyle hayalden çok bir dertleşme
içine giriyor. Tabii bunu yapan kişi büyük bir filozof olunca derin ve felsefi
bir kitabın ortaya çıkması hiç sürpriz değil.
Tolstoy gibi o da doğaya dönüşü bir çeşit kurtuluş kabul
ediyor. Bitkileri incelemesi, uzun yürüyüşlere çıkması bunun ispatı. Gelgelelim
yaşamın ve insanların kendisine yaptığı kötülükler bir kâbus gibi yine de
yakasını bırakmıyor.
Rousseau’dan İtiraflar’ı kadar güçlü ve bir o kadar
etkileyici bir klasik. Kendisiyle ve yaşamla hesaplaşan bir adamın, ay ışığında
değil adeta cehennem alevinin parıltısında görülen hayalleri.
*
Rousseau’dan başka itiraflar
A. ESRA YALAZAN
Jean Jacques Rousseau’nun 1776 yılının sonbaharında yazmaya
başladığı Yalnız Gezerin Hayalleri, sadece onun edebi vasiyetnamesi değil, aynı
zamanda tabiatın önünde saygıyla eğilen münzevi bir yazarın itirafları olarak
da okunabilir.
YALNIZ GEZERİN HAYALLERİ, JEAN JACQUES ROUSSEAU, ÇEV.: HASAN
FEHMİ NEMLİ, PİNHAN YAYINCILIK, 120 SAYFA
Bazı yazarların hayatlarını hayal etmek güçtür. Haklarında
hazırlanan onlarca makale, inceleme ve biyografiye rağmen tam olarak nerede
durduğunu kestiremezsiniz. İnsanlığa dair kurdukları büyük, tumturaklı cümleler
aydınlatıcı gibi görünse de kendi hayatlarıyla çelişen zıtlıkları zihinleri
bulandırır. ‘İtirafçı’ cümleleriyle kendilerini soymaları da onları büsbütün
‘çıplak’ kılmaz. “Yaşayanlardan hiçbiri gibi yaratılmamış olduğuma inanmak
cüretini gösteriyorum” diyen Jean-Jacques Rousseau onlardan biri benim için.
İtiraflar’ını gençliğin kafası karışık döneminde okumaya başladığımda henüz
tomurcuklanmaya başlayan düşünce sistematiğim biraz sarsılmıştı. Sonra o
yazılara daha olgun bir akıl ve duygu bütünlüğüyle baktığımda idrak edebildim,
lakin zihnim yine biraz puslu kaldı.
Paranoyalar, sanrılar….
Fransız İhtilali’ne zemin hazırlayan düşünceleriyle
kendisinden sonraki felsefecileri etkileyen Rousseau, mektuplarında her daim
rekabet ettiği Voltaire’den ne çok nefret duyduğunu itiraf etmiş. Voltaire ise
onu duygularının gizlemeyi beceremediği için ‘yetersiz’ olmakla itham edip alay
ediyormuş. Hayatının büyük bir bölümünü kuşatan paranoyalar, sanrılar onun
delilikle dehanın buluştuğu tehlikeli bir uçuruma sürüklemiş ama o
düşündüklerini kendi acı, şiirsel, keskin diline tercüme etmekten hiç
vazgeçmemiş.
Özellikle insanların kendine sürekli
tuzak kurduğuna, onu öldürmeden öldürdüklerine, yazmaması için mürekkep
şişesine su doldurduklarını iddia ediyormuş. Yalnız Gezerin Hayalleri’ni
okuduğum gün, nedense hep onu kendi kendine konuşurken, üzerindeki beyaz
entarisiyle odasının içinde volta atıp saçmalarken veya ormanlarda ağaçlarla,
kuşlarla sohbet ederken hayal ettim. 1776 yılının sonbaharında yazmaya
başladığı bu eser sadece onun edebi vasiyetnamesi değil, aynı zamanda tabiatın
önünde saygıyla eğilen münzevi bir yazarın itirafları olarak da okunabilir.
Kitabı neden yazdığına dair açıklamaların
yer aldığı “İlk Gezinti” başlıklı bölümde, bu eserin İtiraf’ların devamı
niteliğinde olduğunu ancak bu ada lâyık söylenecek hiçbir şeyin kalmadığını
belirtiyor. Onu insanlar arasında kendisini bir ‘hiç’ gibi hissetmeye
sürükleyen karamsarlığın kaynağı neydi tam olarak bilemeyiz ama miras bıraktığı
eserler arasında önemli bir yer tutması açısından bunun işe yaradığı aşikâr.
Peki, herkesten sakladığı bu denemelerde kendisiyle konuşan yazarın, bu
‘denememsi itirafları’ Montaigne’in amaçladığının tersine, yalnızca kendisi
için yazdığına inanmalı mıyız?
Çocuk Jean’ın meraklı ama dingin
bakışlarıyla tabiatı inceleyip hayallerini bir şair inceliğinde yazan bir ihtiyar,
has edebiyatseverlerin gayet iyi tahmin edeceği gibi sadece kendisi için
yazıyor olamaz. Ballıbaba, ısırgan otunun erkek organlarına, kınaçiçeği
meyvesinin patlamasına duyduğu hayranlığı ifade ederken ruh hallerini
ayrıntılarıyla anlatma çabası onun bu kitabının geleceğini de pekâlâ
öngördüğünü gösteriyor. Akşamüstleri göl kıyısındaki kumsalda kuytu bir yer
buluyor kendine. Orada tatlı hayallerle avunuyor bir süre. Dalgaların usul
gelgit hareketleriyle, suyun çalkantısıyla her an değişen ‘dünya işlerinden’
uzaklaşıp zamanın akışında kayboluyor ve ‘anın’ sürekliliğine, mutluluğun özüne
dair gelecekte hatırlanacak cümleler yazıyor not defterine: “Ruhumun, geçmişi
anımsamaya veya geleceğe uzanmaya ihtiyaç duymadan bütünüyle dayanabileceği ve
tüm varlığını orada yoğunlaştırabileceği, zamanın önemini yitirdiği, şimdiki
zamanın akıp gitmekte olduğunu hiç belli etmeksizin hep sürdüğü varlığımızı
hissetmenin dışında hiçbir yoksunluk veya neşe, zevk veya acı, arzu veya korku
duymadan sürüp gittiği, bu duygunun bütün benliğimizi doldurduğu bir hal varsa,
bu hal devam ettiği sürece insan kendini mutlu sayabilir.”
Trajediler ve hastalıklarla savaştı
Anlaşılan Rouessau o ‘esrik mutluluk haline’ tabiatın
kudretine, yaratma enerjisine teslim olduğu nadir anlarda kavuşabilmişti. Hayat
hikâyesi onun genellikle trajediler ve hastalıklarla savaştığını gösteriyor.
Onu besleyen bu korkunç zıtlıktı muhtemelen. Kendi sınıfından olmayan, okuma
yazma bilmeyen ama hayatının son anına kadar sahip çıkan Terese’ten yaptığı beş
çocuğu kimsesizler yurduna bırakmakla, nikâhsız bir kadınla yaşadığı için
vicdansız olmakla suçlanmıştı. Ve aynı adam, bilindiği gibi dönemin eğitim
hayatına yön veren Emil’i de yazmıştı. Toplumsal özgürlük düşüncesini yaşadığı
sürece savunan düşünür Rousseau, ancak ruhunu cümlelere dönüştürürken kim
olduğunu unutabildiği için derin maneviyatının felsefesini üretmeyi becerdi.
Kişisel hazların ruhunu ele geçiremediğini, varlıklar sistemi içinde erimekten
zevk duyduğunu sıkça vurguluyor bu yazılarda. Sanatın, bilimin insan ahlakını
düzeltemediğini söylemesi ama daima bunun için uğraşması oldukça ironik bir
durum. Yine de topluma günahlarını, düşüncelerini, en çıplak duygularını
çekinmeden itiraf edebilen birini iki asır sonra hâlâ merakla dinlerken insan
ancak ‘beyana itimat esastır’ diyebilir. Öyle değil mi?