Bir seferinde Kosir gecekondu semtlerinde rutin kontroller
yapan bir polis devriyesine eşlik etme fırsatım olmuştu: Metruk bir tuğla
fabrikası, yoksul apartmanlar, küçücük evler, derme çatma kulübeler… Eskiden
bir köy olan ve şimdilerde kent çeperinin yuttuğu bu mekânlar, yerleşim yerleri
sıralamasında –mağaralardan başka- yirminci yüzyıl insanının hayatta
kalma yeteneğine iyi bir örnektir.
“Kapıyı açın, polis!” Genç bir adam kapıyı açtı.
Hepitopu birkaç metrekarelik bir barınak; içerisi bomboştu, bir sandalye hatta
insanın kendini –bir elbise gibi- asabileceği bir çivi bile yoktu. El fenerinin
ışıkları duvarlarda dolaştıktan sonra nihayet köşede bir avuç paçavranın
üzerinde durdu. Hamileliğinin son haftalarında bir kadın yavaşça ayağa kalktı.
“Nerede çalışıyorsunuz?” Genç adam yutkunarak yanıtladı:”Şu anda işsizim.”
Gelecek için ideal bir aile!
Yan taraftaki ev yine birkaç metrekarelik bir delik; boğucu
bir hava, iki yatak, içinde uyuyan on bir kişi. Yerde yedi çocuk, iki aile,
polislerin kasklarına ve düğmelerine kendinden geçerek bakan on dört göz… Ne
zafer ama! Ailelerden birinin evraklarında eksiklikler vardı; bunun anlamı,
onca laf ve azarlanmadır tabii. Bu arada dört açılmış on dört göz, nefes
almaksızın polis kasklarına sabitlenmişti.
Yine aynı şekilde bir delik daha, bir kadının yer mağarası
ve beş yavrusu, köşede buruşuk uçları yorganın dışına taşmış bir yatak.
“Yataktaki kim?”
“Kızım ile arkadaşı” diyor anne kayıtsızca.
“Bunlar senin çocukların mı?”
“Birisi kızımın.”
“Kocan nerede?”
“Karlova Meydanında.” Bunun anlamı şu: Tutuklu.
Nefret dolu dört göz parıldıyor yorganın altında.
“Evrakların yanında mı?”
“Evet.”
“Ver de bir bakalım, anne,” diyor genç polis memuru kibarca.
Uçları kıvrılmış sayfaları çevirerek zaman geçiriyordu. Bu arada tek bir çulun
altına girmiş kızlı oğlanlı beş çocuk polislerin arasındaki beyefendiye
bakıyor.
Bitişikteki ev: sekiz çocuk; üçü anneanne ile yatakta
içinde, beşi yerde, diğer yatakta ise anne-baba.
“Hepsi sizin çocuğunuz mu?”
“Evet, hepsi.”
Buradakilerden biri hasta olmalı çünkü içerisi iğrenç bir
koku ile kaplı. Hadi çıkalım burada, çabuk!
Bir anneanne ve üç çocuk.
“Kimin bu çocuklar?”
“Oğlumun.”
“Oğlun nerede?”
“Karlova Meydanında.”
Bir başka yuvacık; bir karı-koca ve yerde üç çocuk.
“Şu kim?”
“Kız kardeşimin kızı.”
“Peki o adam?”
“Hiç… Sadece bir arkadaş”
Yerdeki çocuklardan biri on dört yaşında bir kız.
Tanrım, nasıl da pis bir bluz o öyle!
Duvara oyulmuş bir in daha, bu kez tek bir leke yok,
tertemiz, iki solgun, cılız çocuklu zayıf bir kadın.
“Ne iş yapıyorsun sen?”
Hizmetçilik, efendim.”
“Kocan yok mu?”
“Yok, efendim.”
Bir anneanne ve dört çocuk. Sefalet kafesi ama tümden tüme
de keyifsiz değil. Anneanne gururla göstermek için yeni ayakkabıları arıyor.
“Oğlana okuldan vermişler, Şükür Tanrıya. Tek isteğim hemen eskitmemesi.”
“Bu kadın bir dilenci,” diye fısıldıyor polislerden biri.
Güzel, elitler grubuna doğru şimdiden küçük bir adım bu. Çiçek desenli temiz
bardaklar, perdeye yakın bir örtüyle kapalı pencereler. Anneanne bizi nezaket
dolu bir hareketle kapıya kadar geçiriyor.
“Tanrı sizi kutsasın beyler, bu ayakkabılar için…”
Ve böyle devam edip gidiyor: yirmi, otuz yer daha, en az yüz
çocuk. Yoksulluk en bereketli şey ve katlanarak büyüyor. İnanın bana, bir kez
kendi gözlerinizle gördükten sonra yoksulluğun nasıl doğup, beslendiğini
anlıyorsunuz. Yapacak bir şey yok: Bu şekilde büyüyen çocuklar için bir çıkış
yolu yok, bir gelişme olmayacak. Bu çocuklar acınacak, sınıfsızlaştırılmış
insanlar dışında asla başka bir şey olamayacaklar ve o berbat yoksulluğun insan
boyutunu çoğaltıp duracaklar. Yoksunluk hala harekete geçmek için bir itici güç
olabilir ama yoksulluk bir ilenmişlik halidir, kalıtımsal bir hastalık gibidir.
Eğer bu durum ortadan kaldırılacaksa bu işe çocuklardan başlamalıyız. Büyüklere
yardım edilebilir ama çocuklar hala dönüştürülebilir, dünyanın onlar için bile
en kötü sefaletten başka şeyler de sunabileceği gösterilebilir. Çocukların
Refahı programımızda, yoksulluğa doğmuş çocukları kurtarmaya özel bir önem
verilmeli. Onları yedirip içirmek, giydirmek yeterli değildir; topluma
katılmaları sağlanmalı, bu yer altı dünyasından dışarı çekilmeli, yoksulluk
adalarından alınıp evet acıların olduğu ama yine de tümden tüme umutsuzluğun
olmadığı kıyılara getirilmeliler.
Bu mağaravari yaşamların yoksulluğu içimizde yaşadığı sürece
kendimiz asla medeni bir toplum olarak göremeyiz. En fazla bir çoraklığın
kenarında yarı bir medeniyet olabiliriz.
Çeviren: Behlül Dündar