Çok uzak zamanlarda değil, günümüzün otuz, bilemediniz elli
yıl öncesinde, üstelik hep “ülkemizde” geçiyor Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri.
Ancak... Sanki o zamanlardan ve o mekânlardan değil de, başka zaman ve
mekânlardan, hatta başka dillerden aşina olduğumuz hikâyeler...
Yani, Puslu
Kıtalar Atlası’nı ve Kitab-ül Hiyel’i okumuş olanların tahmin edebilecekleri
gibi, üzerine söz söylemesi zor, “içine dalması” keyif verici kitaplardan:
Estetik’le oyun’un, mizah’la felsefe’nin bir edebî buluşması...
*
Cesaretini topladıktan sonra bu kitabı alıp inceleyen
Aptülzeyyat, onun Dünya Tarihi adlı bir eser olduğunu gördü.Bir kitaptaki
metafizik uykusundan uyanan hayalet,aynı uykuyu bir başka kitapta sürdürmeyi
uygun görmüş olmalıydı.
Atlattığı onca vartadan sonra harap ve bitap düşmüş olan
Aptülzeyyat, o sıcak odada döşeğine kıvrılarak sızdığı vakit,rüyasında
kendisini tıpkı o hayalet gibi Dünya tarihi içinde, ama aç bir kitap kurdu
olarak gördü.Daha ilk sayfanın üzerinde,iri puntolu,”yasak meyva” kelimesini
ısırarak yemeye başladı. İkinci sayfada, “düşüşün azabı”nı tattı. “Mesih’in
Etini” yedi, “O’nun kanı”nın lezzetine vardı. “Veba”yı, “Savaşlar”ı
,”Felaketler”i ve daha bir nicesini geçtikten sonra son sayfaya geldi.
Bir
sapiens olarak artık kozasını örebilirdi. Kozanın içindeki Minerva’nın
karanlığında kurtuluşunu bekledi. Zaman geldiğinde , tattığı her güzellikle
kanatları süslü bir kelebek olarak karanlıktan ışığa çıktı; artık cennete
uçabilirdi.