"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

15 Kasım 2012 Perşembe

İDAM-FYODOR M.DOSTOYEVSKİ

İdamın tartışıldığı bugünlerde, kendisi de idam cezasına çarptırılıp, idamını beklerken affedildiği yüzüne söylenen,( daha doğrusu idam cezası Sibirya′da mahkumiyete çevrilmiştir) gelmiş geçmiş en büyük romancı Dostoyevski, idam hakkında söyleyeceklerini Budala’da en güzel kahramanı Prens Mişkin’in ağzından şöyle anlatıyor:


“Mahkemeler? Hım. Doğru, mahkemeler… Nasıl, yurtdışının mahkemeleri bizimkilerden daha mı adil?”
“Bilmem. Bizim mahkemelere dair çok iyi şeyler duydum. Ölüm cezası yok mesela bizde.”
“Oralarda var mı?”
“Var. Fransa’da gördüm ben. Lion’da. Schneider götürmüştü beni orata.”
“Astılar mı adamı?”
“Hayır. Fransa’da kafa keserler daima.”
“Bağırdı mı adam peki kafası kesilirken?”
“İmkân mı var bağırsın! Bir anda olup bitiyor her şey. Adama diz çöktürüyorlar, giyotin adını verdikleri kocaman bir makinanın geniş, ağır bıçağı hızla aşağı düşüyor… ve göz açıp kapamalık bir anda, kafa gövdeden ayrılıyor. Sanırım, burada insana en ağır gelen, en ürkütücü olan hazırlıklar. Ölüm kararı verildikten sonra, hükümlüye özel giysi giydiriliyor, ellerini bağlıyorlar, sehpaya çıkarıyorlar… Bunlardır zor olan! Sonra millet güle oynaya seyre geliyor, hatta kadınlar bile… Gerçi kadınlar seyretmesin diyenler de var ama…”
“Tabii ya… Ne işi var kadınların orda?”
 “Tabii, tabii! Böyle bir acıya seyirci olmak!.. Benim gördüğüm suçlu bir adamdı, Legros’du galiba adı, yaşını başını almış, korkusuz, güçlü bir adamdı. İster inanın ister inanmayın, adamı sehpaya çıkardıklarında yüzü kireç gibiydi, ağlıyordu. Korkunçtu tek kelimeyle! Olur şey değil: kim ağlar korkudan, söyler misiniz bana? Bir çocuk ağlayabilir, anlarım bunu; ama kırk beşini geride bırakmış, hayatı boyunca korkudan hiç ağlamamış, koskoca bir adam..?Bir anda ruhunda olup bitenler nedir kişinin? Nasıl bir takım kıvranışlar içindedir? Bu, ruha hakaretten başka bir şey değildir! Ruha tecavüzdür bunun adı! Kirletilmesidir ruhun! ‘Öldürme!’ denilmiştir Kutsal Kitapta. O birini öldürdü diye onu da öldürüyorlar! Hayır, asla kabul edilemez bir şey bu!...
…  İşkence edilen bir adamı düşünün; her yanın yara bere içinde, bedeni acıyla kıvranıyor… bütün bu bedensel acılar, onun ruhsal acı duymasını engeller; yani sonuçta, ölüm gelip her şeye nokta koyana dek yalnızca yaralarından berelerinden acı duyarsın. Oysa, kim bilir, esas acı, insana en acı veren acı yara bereden değil de, az sonra öleceğini bilmekten kaynaklanan acıdır. Az sonra: bir saat, on dakika, yarım dakika sonra, işte şimdi, şu anda, ruh bedenden uçacak ve senin bir insan olarak varlığın sona erecek, et yığınına dönüşeceksin… ve bu kesinlikle böyle olacak; burada önemli olan bu kesinlikledir.
Kafanı kütüğe, bıçağın altına koydun ve bıçağın yukardan aşağı inerken çıkardığı hışırtıyı duyuyorsun;  işte bu bir saniye bile sürmeyen andır en korkunç an. Bütün bunlar benim hayalgücümün ürünü değil, pek çok kişi böyle düşünüyor. … Öldürmenin cezası olarak öldürmede, işlenen suçla karşılaştırılamayacak ölçüde ağır bir cezalandırma sözkonusudur. Adli yargılama sonucu öldürmek, eşkıya tarafından öldürülmekten çok daha korkunçtur. Haydutların geceleyin ormanda yakalayıp da boğazına bıçak dayadıkları biri, son ana dek kurtulmayı umabilir. Boğazı kesildiği halde hâlâ kurtulmayı umanlara, bu haldeyken kaçmaya çalışanlara, yalvarıp yakaranlara dair pek çok örnek vardır. Burada ise, ölümü belki on kez daha kolaylaştırabilecek olan o son umut, şu meşum kesinlikle elinden alınıyor. Burada bir hüküm var ve kesinlikle bu hükümden kaçış, kurtuluş yok. Dünyada bundan daha büyük bir acı olabilir mi? Savaşta bir askeri alın ve bir topun namlusunun ağzına getirip tetiği çekin. Kendisine ateş edilen ana dek bir umudu olacaktır askerin.; oysa aynı askere ölüme hüküm giydirildiğini bildirin –kesinlikle-, ya çıldıracak ya ağlayacaktır. İnsanoğlu çıldırmadan dayanabilir mi böyle bir şeye? Niçin bu aşağılama, bu boş, çirkin, gereksiz vahşet? Kim bilir dünyada yüzüne ölüm hükmü okunup işkencesi başlatılan, sonra da bağışlandın, gidebilirsin denen bir adam vardır ve o adam bize anlatabilir burada neler duyulduğunu. İsa bile sözünü etmiştir bu korkunç işkencenin. Hayır, insana reva görülemez bu!”
……… ………..
“Tamam, bir gün anlatırsınız, ama siz bana başının kesilmesini bekleyen adamdan nasıl bir tablo çıkacağını anlatın önce. … Bu yüzü nasıl çizmeli? Ya da ondan önce: Nasıl bir yüzdür bu?”
Prens Mişkin:
“Ölümden önceki ânın yüzüdür bu,”dedi. Sanki hep bu anı bekliyormuş gibi istekle konuşuyordu. …  “Mâhkumun sehpada, az sonra altına boynunu uzatacağı büyük, ağır bıçağın karşısında durduğu ânın yüzü…. Giyotinin karşısına getirilmezden önce herhalde zindandaydı bu mahkum ve idamına da hiç değilse bir hafta kadar bir süre olduğunu sanıyordu. Olağan formalitelerin, işte bazı kâğıtların bir takım yerlere imzaya gidip gelmesinin bir haftayı bulabileceğini hesaplıyordu. Ama ne olduysa, nasıl olduysa, işlemler hızla tamamlanıverdi. Sabah saat beşte hücresinde uyuyordu. Ekim sonlarıydı. Ekimde sabah erken hava hem soğuk hem de karanlık olur. Bir görevli gardiyanla birlikte hücresine girip, usulca omzuna dokununca yatağında doğruldu, dirseğine dayandı, gözlerini kırpıştırarak ışığa baktı: “Ne var, ne oluyor?” diye sordu. “Saat onda idam edileceksiniz!” dediler. Uyku sersemliğiyle, kâğıtların filanca yerlere imzaya gidip gelmesinin bir hafta kadar tutması gerektiğini açıklamaya girişti; sonra iyice uyanıp da kendine gelince tartışmayı kesti, sustu.-Aynen böyle anlattılar bana.-Sonra, ‘Böyle birdenbire olması ağrına gidiyor insanın… diye mırıldandı, sonra yine sustu, bir şey söylemek istemiyordu canı. Üç dört saat kadar sürecek hazırlıklara başlandı sonra; bilinen şeyler işte: papaz, şarap, sığır eti ve kahveden oluşan yemek (gülünç değil mi: bir yandan son derece acımasız bir hüküm, bir yandan da hiçbir suçu günahı olmayan görevlilerin insanseverlik adına olduğuna inandıkları, içten olduğu kuşkusuz davranışları). Tuvalet de yapıldıktan sonra (bir ölüm mahkûmunun tuvaletinin ne olduğunu bilirsiniz), bir arabaya bindirildi ve kenti ağır ağır geçerek idam edileceği yere götürüldü. Sanırım yol boyunca da, önünde yaşamak için sonsuz bir zaman varmış gibi geliyordu kendisine. Şöyle düşünüyordu herhalde: ‘Yaşamımın sona ermesine daha çok var; en az üç sokak daha yaşayacağım daha; şu sokağı da geçtikten sonra, onun arkasındaki dar sokakla, sağ kolda ekmekçi olan sokak var… Ekmekçiye kadar çok var daha.’ Çevrede halk birikmiş; ıslıklar, bağırışlar… Binlerce insan, binlerce çift göz… daha bunlara katlanması gerek. Ama en ağırı: ‘İşte, belki on bin insan! Hepsi yaşıyor, yaşayacak; bir beni öldürüyorlar!’ … Giyotinin bulunduğu sahanlığa çıkan basamakların başına gelince mahkumun birden ağlamaya başladığı görüldü. Oysa güçlü kuvvetli, gözükara biriydi; tam bir kıyıcı, kan içici olduğu söyleniyordu. Papaz yanından hiç ayrılmıyordu; arabadayken de kulağının dibinde habire dualar edip durmuştu, ama o herhalde bunları hiç duymamıştı; aslında hep dinlemeye çalışıyor, ama üçüncü sözcükten sonra ip kopuyor, bir şey anlamıyordu. Yani herhalde böyleydi. Sonunda sehpaya uzanan basamakları çıkmaya başladı. Ayakları bağlı olduğu için küçük adımlar atabiliyordu ancak. … Arabadan indirilip merdivenlerin başına getirildiğinde de rengi çok soluktu ama, merdivenleri tırmanıp ta giyotinin bulunduğu sahanlığa çıkınca yüzü kâğıt gibi bembeyaz oldu. Herhalde bacakları da duyarsızlaşmıştı ya da sendelediğine bakılırsa artık bedenini taşıyamıyorlar gibiydi. Sonra, sanki boğazını sıkıyorlarmış gibi, ciğerlerinde karıncalanma hissediyor, midesi bulanıyordu. İnsanın çok korktuğu anlarda olur bu; bilinç yerindedir, ama bağlanmış gibidir, elden bir şey gelmez. Önlenemez bir felaket anında… Örneğin üzerinize doğru yıkılmakta olan bir ev karşısında, oturur, gözlerinizi kapatır ve beklersiniz: ne olacaksa olsun varsın! İşte mahkumda da bu bedensel  çöküş anı başlayınca, papaz hiçbir şey söylemeden, elindeki haçı öpmesi için çabuk çabuk onun dudaklarına doğru uzatıyordu. … Haçı doymazca öpüyordu, öpmek için acele ediyordu… sanki ne olur ne olmaz diye yanına almak istediği şeyi unutmaktan korkan birinin telaşı içindeydi; ama bu anda herhalde hiçbir dinsel duygu duymuyordu. … İnsanın kafası her zamankinden de zinde oluyor böyle durumlarda, zinde ve çok çalışkan: kopuk kopuk, değişik, gülünç bir takım düşünceler üşüşüyor insanın kafasına: ‘Şu adamın alnının tam ortasında bir siğil çıkmış; cellatın ceketinin alt düğmesi paslanmış…’ Her şeyi bilir, her şeyi anımsarsınız. Hele bir nokta vardır ki, ne unutabilirsiniz ne es geçebilirsiniz…  her şey onun çevresinde döner. Saniyenin son çeyreğine dek… mahkumun kafasını kütüğün üstüne koyduğu ve artık beklediği o son ana dek bunun çevresinde döner… Mahkum başını uzatmış, bekler ve artık bilir… derken birdenbire başının üzerinde demirin hışırtısını duyar! Bunu kesinlikle duyar! Kütüğün üzerine başını koyan ben olsam, ben özellikle kulak kesilir ve duyardım! …  

Çeviren: Mazlum Beyhan
(Budala′nın muhtelif kısımlarından alınmıştır, başlık bize aittir)

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9