—Yirmi beş sene sonra—
İhtiyar
Fon Sadriştayn bir haftadır apartmanından dışarı çıkamamıştı. "Oburluğun
zarurî neticesi" olan nikris sızıları onu, geniş pencereye dayalı derin
koltuğunda ölüm için işkenceye konulmuş, ümitsiz bir esir azabıyla kıvrandırıyordu.Gecelerden
beri uyku yüzü görmeyen kanlı gözleri yorgun bir bakışla Fındıklı'nın üstünden
geçiyor, mavi Boğaz'ı aşarak uzaklara, tâ Çamlıca tepesine dikilip kalıyordu. Hava
bir genç kız kahkahası kadar berraktı, saftı, aydınlıktı. Şuh mayısın sabah güneşi,
bütün İstanbul'u beyaz altından bir ziya tufanı içinde parlatıyordu. Nihayetsiz
tayyare kümeleri, mukaddes bir Kâbe'yi tavaf eden şeffaf Cennet kuşları gibi Çamlıca
tepesinin üstünde dönüyor, dolaşıyordu. Bugün İstanbul'un... yalnız İstanbul'un
değil, bütün Türklerin millî bir bayramıydı! Fon Sadriştayn gözlerini şeffaf kuşlardan
indirdi. Üsküdar köprüsüne baktı. Otolar, tramvaylar, arabalar, alaylar... Bir
karınca seli halinde akıyor; asma kulelerde, yaldızlı tanklarda büyük bayraklar
sallanıyordu. Limanın sahilleri, en büyük vapurlardan en küçük kanolara varıncaya
kadar ne varsa hepsi donatılmıştı. Millet genç dâhisinin doğduğu günü tebcîl
ediyordu! Fon Sadriştayn, gözlerinden ruhuna dolan tatlı, aydınlık bir sevincin
asabına süzüldüğünü, yavaş yavaş bütün vücuduna yayıldığını hisseder gibi oldu.
Ayaklarının ağrılarını bir an unuttu. Gülümsedi. Titreyen parmaklarıyla ak düşmüş
çatal sakalını kaşırken kalbinde, şimdiye kadar hiç farkına varmadığı, ince bir
heyecanın hızla ürperdiğini duydu. Doğruldu. Tekrar dışarıya baktı. Her yer,
hatta Dolmabahçe Sarayı bile baştan aşağı taflanlarla, tanklarla donatılmıştı. Ayaspaşa'dan
kabataş'a inen dik ana yokuş iğne atılsa yere düşmeyecek derecede kalabalıktı. Bandoların,
marşların, şarkıların akisleri yükseliyor, esmeyen bir rüzgâr cereyanı gibi
pencereden giriyordu. Bütün İstanbul sevinçten taşıyor, kabına sığamıyordu. Fon
Sadriştayn gayr-i ihtiyarî:
— Lida!
Diye
bağırdı. Üç odadan ibaret olan bu mini mini apartıman bir avuç kadar dardı. Mutfaktan
karısı sordu:
— Ne
var?
— Çabuk
giyin, rica ederim.
— Ne
olacak?
— Dışarı
çıkalım.
Kapıdan
Madam Sadriştayn göründü. Kalın gözlükleri altında iri mavi gözleri süzüyordu. Altmışlık
şişman bir ihtiyar sanılacaktı. Halbuki bu zavallı kadıncağız, henüz kırk beşinde
bile değildi. Yirmi beş sene mütemadî, ağır, nihayetsiz bir iktisat sabrıyle dişten,
tırnaktan arttırarak biriktirdiği servetin dünyada en ziyade sevilmesi icap
eden bir vücut tarafından aşırılması, onu birdenbire çökertmiş, birkaç ay içinde
saçlarını ağartmıştı. İhtiyarlık teminat akçasından mahrum hasta bir kocayla
yapayalnız, ümitsiz kalınca, yine cesareti kırılmadı. Şimendifer kumpanyasından
aldıkları tekâüt maaşıyla intizam içinde, iktisat içinde yine soğukkanlılıkla,
rahat rahat yaşıyorlardı.
— Dışarda
ne yapacağız? Bir işimiz mi var?
— Yok.
— Eh?..
— Orhan
Bey'in doğduğu gün de...
— Orhan
Bey kim?
— Bilmiyor
musun?
— Hayır.
— Tuhaf!
Madam
Sadriştayn, işte otuz seneye yakın kocası Türk olduğu, Türkiye'de yaşadığı halde
oturduğu memleketin hiçbir şeyini bilmiyordu.
— Kim
bu?
— Bizim
milli şairimiz! Genç dâhimiz!..
— Ey,
ne olmuş ona?
— Birşey
olmamış, doğduğu günü, bu seneden itibaren Türkler kendilerine millî bayram
yaptılar. Bak her taraf donanmış...
— .......
Madam
Sadriştayn yürüdü. Ortadaki boş masaya elini dokundurarak geçti. Pencereye
yaklaştı. Kayıtsız bir tavırla dışarı baktı. Sonra:
— İyi...
Deyip
çekilirken kocası:
— Haydi
beraber çıkalım, Lida...
Dedi.
— Benim
mutfakta işim var. Sen yalnız çık!
— Gel
işini bırak, Lida, büyük günün şerefine!
Ciddî
kadın ihtiyar kocasının bu çocukça arzusuna güldü:
— Bu
büyük günden bana ne? dedi, sizin kendi bayramınız.
—.......
Cevap
beklemeden odadan çıktı. Fon Sadriştayn gözlerini alçı tavana kaldırdı. Ayaklarının
sızıları sanki kalbinde toplandı. Evet, doğruydu. Kendi bayramından ona neydi?
Kendi onun bayramlarına bir nezaket olsun diye iştirak ederken tatsız bir
angarya ağırlığı duymuyor muydu? İşte yirmi sekiz sene bir çatı altında beraber
ihtiyarladıkları halde ruhları birbirlerine yabancıydı. Aralarında ummanların,
karlı şâhikaların ayırdığı geçilmez bir hudut var gibiydi. İhtiyarladıkça,
ihtiyarlayıp hastalandıkça, bu çorak buz çölü daha ziyade genişliyor, daha
ziyade büyüyordu. Artık eski kayıtsızlığından eser kalmamıştı. Her şeye
sinirleniyor, vakasız geçen bir hayatın, tek tük hâtıralarından kendine derin
bir elem yaratıyordu. Kitap okuyamıyor, kırlarda gezemiyor, yemek yiyemiyor,
bira içemiyor... Sofradaki saatin, sızılarına karışan tiktaklarını dinleyip
oturuyordu. Karısının böyle soğuk davranışı bir an evvel kalbinde tutuşan
iftihar alevini söndürmüştü. Ayakları tekrar zonklamaya başladı. Elleriyle
dizlerini sıkıyor, yüzünü buruşturuyor; davranmak, kalkıp dışarı çıkmak için
kendinde kuvvet bulamıyordu. Ansınız sokaktan bir çığlık aksetti:
— Vakit,
Havadis,Tanî, Turan, İkdam, Büyük Gazete... Büyük Gazete... Yarın, Haliç, Güzel
İstanbul, havadis... havadis...
. .
. . . . . .
Müvezzî
geçiyordu. Fon Sadriştayn koltuğundan kalktı. Pencereden başını çıkardı. Seslendi:
— Gazeteci,
gazeteci!..
Bu,
ufak bir çocuktu. Durdu. Yukarı baktı.
— Beşinci
kata gel!
— Asansör
var mı?
— Yok.
— Gelemem.
Halbuki
bu müstesna günde gazetelerin ne yazdığını Fon Sadriştayn çok merak ediyordu.
— Ne
kadar gazeten varsa hepsinden birer tane alacağım... dedi.
— ......
Çocuk
cevap vermedi. Nazlı nazlı sarı badanalı binanın yüksekliğini süzdü.
— Bahşiş
de veririm.
— Geliyorum...
. .
. . . . . .
Çocuk
apartımanın kapısından girince Fon Sadriştayn duramadı. Yatak odasına geçerken
gözü mutfağa kaçtı. Karısı ocağın başında saat rakkası gibi sallanarak bir kap çalkalıyordu.
Çantasından on kuruş aldı. Hastalara mahsus o müvesvis adımlarla sanki çürük
bir zemine basıyormuş gibi dikkatle yürüdü. Gitti, apartımanın dar merdivenine
açılan kapısını aralık etti. Dayandı. Bekledi. O kadar sabırsızlanıyordu ki... Bir
dakika içinde iki saat bekledim sandı. Çocuk nefes nefese çıkınca her gazeteden
birer tane aldı, geri kalan parayı ona bağışladı... Kapıyı hızla iterek odasına
döndü. Derin koltuğa çöktü. Zayıf dizlerinin üstünde gazeteleri açmaya başladı.
Her gazete bugünkü nüshasını Orhan Bey'e hasretmişti. Ayaklarının sızılarını unuttu.
Bu yüksek pencereden kuş bakışıyla şaşaasını gördüğü İstanbul'un kalbi sanki bu
kağıtların içindeydi. Hepsi Orhan Bey'in çehresini tabiî büyüklükte ilk sahifelerine
basmışlardı. Fon Sadriştayn, şimdiye kadar bu meşhur genç dâhinin kendisini hiç
görmemişti. Ama resmini birdenbire tanır gibi oldu. Bu ince kaşlar, bu derin gözler,
bu tatlı gülüş... Ona hiç yabancı gelmedi. Bu necip yüzü çok görmüştü. Ama
nerede? Ne vakit? Nasıl? Dikkatle bakarak düşündü, düşündü. Bir türlü hatırlayamıyordu.
Haliçin başındaki programa bir göz gezdirdi. Bu bayrama İstanbul'un bütün ilmî,
edebî, siyasî mahfilleri, darülfünunları, ressam, musikişinas, mimar, heykeltraş,
tiyatro cemiyetleri; liseler, deniz, kara, hava spor kulüpleri; elektrikçilik,
tayyarecilik, tahtelbahircilik dernekleri filan hepsi iştirak ediyor, ordu İstanbul'daki
kıtalarını geçit yaptırmak için sabahleyin erkenden Çamlıca'da topluyordu. Sevgili
dâhinin doğduğu, büyüdüğü, hâlâ içinde yaşadığı küçük köşk oradaydı. Bütün halk
denizden, Üsküdar köprüsünden o tarafa doğru akiyordu. Fon Sadriştayn bile
edebiyatı hiç sevmezken, Orhan Bey'in eserlerinden bazılarını okumuştu. Ülkenin
Uyanışı unvanlı şiirini hatırlayınca ruhunda tatlı bir heyecan dalgalandı..Programdan
sonra Orhan Bey'in hayatına dair yazılan şeyleri okumaya başladı. Bu büyük şair
henüz yirmi yedi yaşındaydı. Bir âşık gibi halkı sevmiş, daima halkın içinde yaşamış,
birbiri arkasına on cilde yakın eserler çıkarmıştı. On dokuz yaşındayken
Anadolu'yu gezmiş, köylerde, kulübelerde, obalarda misafir kalarak Türkler'in
millî destanını dinlemiş, onun ruhuna hulûl etmişti. Sonra milletine üç cilt
nefis şiir, iki cilt roman vermiş, üç mükemmel trajedi yazmıştı. Turanın altın
harflerle bastığı satırlar ruhunda gayet ulvî, gayet büyük bir takdir uyandırdı.
Tekrar tekrar okudu:
"...
Orhan, asrımızın en büyük dâhisidir. O, devirlerden beri gaflet kâbusuyla uyuşmuş
bir millete yüksek vicdanını duyurdu. Lisanını öğretti. Ondan evvel Türkler'in
umumî bir lisanı yoktu. İstanbul'da "tabiî Türkçe" tahkir olunuyor,
birtakım şair, birtakım edip taslakları "Servet-i Fünun" un, mâhut
Frenk mukallitlerini taklit ederek Arapça, Acemce terkip düzmeyi bir marifet,
bir sanat sayıyorlardı. Yahut "Tasfiyeciler" in sunî lisanını millî Türkçe
zannediyorlardı. Orhan Bey, ilk darbeyi bu gafillere indirdi. Edebî şaheserlerindeki
tabiîliğin olanca büyüklüğüyle demek istedi ki:
— Edebiyat,
sanat, bir zümre için, bir sınıf için, birkaç kişinin marazî keyfi için değildir.
Sanat bütün bir milletindir! Onun konuştuğu, kitaplardan öğrenmeden bildiği
tabiî lisanla edâ olunmalıdır!"
Büyün
Gazete genç şairi tebcil ederken ne yapacağını şaşırıyor:
"Ey
genç dâhi! Sen bizim hâlikimizsin! Senden evvel Türk milleti birbirini tanımazdı.
Hıyve, Buhara, Semerkant, Kâşgar, Kafkasya, Azerbeycan, Anadolu, İstanbul'un
lisanını anlamazdı. İstanbul'un içinde, yaşayanlar bile kendi memleketlerinin
edebiyatını duymazlardı. Senden evvel şairler, bütün duygularını ondan saklarlardı.
Dinin sırrî derinliklerine istiğrak ederek orada lâhutî vecitler yaşamazlardı. Edebiyatımıza
asrî bir diyaneti, bugünkü felsefeye uygun bir tasarrufu ilk defa sokan sen
oldun. Sen mukaddes bir güneş gibi doğdun! Gökteki hayat verici güneş nasıl arzın
yüksek, alçak yerlerine seyyanen aydınlığını serperse, sen de tıpkı onun gibi
milletini "avam, havas", diye ikiye ayırmadın. Hepsinin üstüne dinî bir
vecdin, millî bir mefkurenin şulelerini saçtın. İstanbul'un narin kızları,
Anadolu'nun pehlivan çocukları, hatta Türkistan'ın saf çobanları şiirlerini
ezberlerdi. Yüzlerce seneden beri kalbimizde uyuyan ilâhî aşk, senin bir mısranla
tekrar tutuştu..." diyordu. Güzel İstanbul gazetesinin hiçbir şeyi beğenmemekle,
her şeye taarruz etmekle şöhret alan münekkidi bile: "Ben Orhan Bey'in
dehası karşısında secde ederim. Ona kadar tabiî lisanlarıydı, bu kadar yüksek
eserler yazılmamıştı. O, İstanbul lehçesini bütün türk milletine sevdirdi. İstanbul
lehçesi onun sayesinde bütün bir milletin samimî lisanı oldu.Ona kadar herkes
ya Acem'i ya Frenk'i taklit ediyordu. O ne Frenk'e ne Acem'e baktı. Ne de âşık
sazlarını, tekke neylerini taklit etti. Gözlerini kendi ruhuna çevirdi. Türk
hissini duydu. Kahramanlıklarını, hikâyelerini, mevzularını, lisanını hep Türk
vicdanında buldu..." diye takdirden kendini alamıyordu. Fon Sadriştayn,
gazetelere öyle dalmıştı ki... Karısının dışarıdan kendisini çağırdığını işitmedi.
Kapı birden açılınca toplandı:
— Yemek
hazır!
— Ben
yiyemeyeceğim. Midem bozuk.
— Süt
iç.
— Sonra.
— Pekala!
— .......
Okuduğu
gazeteler sağ yanında bir yığın olmuş, deminden önünde, kahverengi muşambanın üstüne
akseden ziya müstatîli tamamıyla silinmişti. Birden top sesleri başladı. Pencereden
baktı. Programın dediği gibi, donanma Çamlıca karşısında geçit yapıyor, şairi
selamlıyordu. Demek ki saat on ikiydi:
— Akşama
doğru çıkarım. Gece alayında bulunurum, dedi.
Yine
gazetelere daldı. Milletinin bu kadar büyük bir dâhi yaratması, lezzeti anlatılmaz
bir sevinçle onu sarsıyordu. Yarın gazetesinin muhabiri genç şairle yaptığı bir
mülakatı da yazıyordu. Fon Sadriştayn, Orhan'ın sözlerini tekrar tekrar okudu. Bu
dâhi: "Ben her şeyi annemden öğrendim. Annem beni dinî bir vecd içinde büyüttü.
Şiirimde duyduğunuz "lirizm" in menbâı ondan aldığım dinî terbiyenin
heyecanlarıdır. Şiirlerimi, hikâyelerimi, trajedilerimi evvela masal halinde
ondan işittim. Onun halktan olan ruhu bana halk sevgisini, halk aşkını,
nefhetti. Bundan dolayıdır ki, kafiyelerim halkın tâbirleri, musikim halkın
dilindeki ahenktir..." diyordu. On cilt eseri başka başka matbaalar tarafından
ayrı ayrı şekillerde basılmıştı. Yarın her şekilden bir örneğin resmini gösteriyor,
bütün eserlerinin mevzularına dair malûmat veriyordu.
Fon
Sadriştayn, saatlerce bu tafsilâtı okudu. Bin seneden beri bir milletin ruhunda
akmadan biriken rebâbeti taşırmak, yetmiş seksen milyonluk bir milletin uyuyan
vicdanını uyandırmak... Şüphesiz dünyada yapılacak ilâhî işlerin en büyüğüydü! Hiçbir
dahi bu kadar gençken milleti tarafından anlaşılmamıştı. Turan'ın her tarafından
onu selamlamak için heyetler gelmişti. Kâşgar'dan, Buhara'dan, Fargane'den, Hıyve'den,
Altay şehirlerinden, her yerden, her yerden... Mesut şair, ebediliğin lezzetini
ebedi hayata karışmadan tadıyordu. Fon Sadriştayn böyle takdirler, tahayyürler,
meftunluklar içinde düşünürken, ansızın bütün nikris sızılarını yine kalbinde
duydu. Duyduğu acıdan az daha ölecekti. Elini göğsüne koydu. Yüzünü buruşturdu.
Başını eğdi. Dişlerini sıktı. Kendi oğlu aklına gelmişti. Gözlerini kapadı. Fakat
hâtırasını kapayamazdı. Arzusuna rağmen hayalinde onun yüzünden çektiği ıstıraplar
maziden daha şedîd bir vuzuhla uyanıyordu. O da şimdi Orhan Bey gibi yirmi yedi
yaşındaydı. Tahsili için, terbiyesi için o kadar çalıştığı halde, onda her
faziletin ölümünü görmekten başka bir şey elde edememişti. Şüphesiz Orhan gibi
dâhiler milyarda bir doğardı. Kimbilir, bu yaratıcı ruhu ona veren annesi ne
ulvî, ne mükemmel bir kadındı. Fakat kendi karısı da fena mıydı? Fedakârdı. Namusluydu.
Muktesitti. Çalışkandı. Ciddiydi. Halbuki oğlu hodgâm, azimsiz, müsrif, tembel,
karaktersiz bir serseriydi. Daha küçükken riyakârlığa başlamıştı. Annesine:
"Ben Alman'ım! Türkler eşektir!", kendisine: "Ben Türk'üm! Almanlığı
kabul etmem" diyerek ikisinin arasında gizli gizli buz dağları yükseltir;
sonra yalanla, düzenle her birisinin muhabbetini ayrı ayrı çalar, çaldığı iki
muhabbeti sahiplerine karşı birer şantaj âleti yapardı. Fon Sadriştayn, tamamıyla
tepesi dökülmüş başını ellerine aldı:
— Niçin
böyle oldu? Niçin böyle oldu?
Diye
inledi. Annesinin faziletleri niçin ona geçmemişti? Kendisi fenalıktan nefret
eden, sakin, akıllı, çalışkan bir adamdı. Niçin bu halleri çocuğuna geçmemişti?
Hususiyle Orhan gibi mükemmel bir şahsiyet yalnız annesine kalmış bir yetimdi. Hayatının
hikâyesine bakılırsa, daha kendi bir yaşında iken babası Çanakkale'de şehit düşmüştü.
Kalbi hızla çarpmaya başladı. Oğlunun rezaletlerini hatırladıkça tıkanacak gibi
oluyordu... Yirmi beş sene içinde bin türlü sıkıntı ile istikballeri için
biriktirdikleri serveti bankadaki kasadan Arsen Lüpenvarî bir entrika ile aşırıp
Amerika'ya kaçtığından beri, karı koca, ismini bile ağızlarına almıyorlardı. Madam
Sadriştayn, oğlu aklına gelince, kendisi gibi heyecana düşer, yüzü kızarır,
elleri ayakları titrer:
— Şeytan
alsın, şeytan alsın! Onun yüzünü bir daha bize gösterme Allahım!
Diye
diz çökerek yanık yanık ibadet etmeye başlar, gözlerinden acı gözyaşları boşanırdı.
Şimdi kimbilir neredeydi? Ne Türk olabilmişti, ne de Alman... Her milletin
haricinde, her ahlâkın dûnunda, kötü bir enmûzeçti. İki ziyadan karanlık hâsıl
olması gibi; annesinin, babasının milliyetlerindeki faziletler de, sanki onda
birleşince bir fezâhat haline geçmişti. Fon Sadriştayn, genç yaşında milletine
mefkûre peygamberi olan Orhan'ın ailesini düşündü. Oğullarının bu mazhariyeti,
bu şerefi için ne kadar mesut olmuşlar, ne kadar iftihar etmişlerdi! Daima
hayalin fevkinde, olmayacak şeyleri isteyen marazî bir baba gıptasıyla: "Ah,
benim Hasip de böyle bir dâhi olsaydı..." diyordu. Orhan Bey... İşte her dâhi
gibi onu da annesi yaratmıştı.
Acaba
annesi nasıl ulvî, nasıl mükemmel bir kadındı? Oğlunu ilhamın, hayatın,
hakikatin tabiî membâlarına götüren, koca bir millete halaskar yapacak kadar
millî bir terbiye veren bir kadın acaba nasıl bir vücuttu? İhtiyar Fon Sadriştayn,
içinden ruhuna akseden bu sualleri düşüne düşüne zayıf dimağını yordu. Koltuğunda
bir afyon sarhoşu gibi sızıverdi.
Karısı
pencereyi kaparken uyandığı zaman güneş çoktan batmış, ortalık tamamıyla kararmıştı.
Boğaz, saraylar, karşı yaka, bütün liman, Üsküdar köprüsü, Çamlıca tepesi
elektrik çiçekleriyle donatılmış; alkış, musiki, bando sesleri esirî bir tufan
gibi her tarafı kaplamıştı.
— Bu
gece rutubet var!
— Ben
çıkacağım.
Madam
Sadriştayn sordu:
— Niçin?
— Gezmeye...
— Maksadın
şenliği görmekse, buradan daha iyi görünüyor. Sokakta ne yapacaksın?
— Hiç.
— Bak...
İkisi
tâ yemek zamanına kadar pencereden güzel İstanbul'un nur içinde parlayışına
uzun uzun baktılar. Hiç konuşmadılar.
Fon
Sadriştayn bu milli bayramın ertesi günü, daha ertesi günü rahat edemedi. Vâkıâ
nikris sızıları durmuştu. Lâkin "sabit bir fikir" ruhuna sükûn
vermiyor, onu eski kayıtsızlığına döndürmüyordu. Acaba cihana böyle bir dâhi
yetiştiren kadın nasıl bir şeydi?
— Ah
onu bir görsem...
Diyordu.
Arzusunu
unutamayan hasta bir ihtiyar asabiyetiyle üzülüyor, koltuğunda oturamıyordu. Öğle
yemeğinden kalkınca yatak odasına geçti, giyindi. Kalın meşe bastonunu aldı. Sofrayı
toplayan karısı:
— Nereye
gidiyorsun?
Diye
sordu.
— Gezmeye.
— Geç
kalma. Akşamlar rutubetli oluyor.
— Pekala.
Kapıdan
çıktı. Dar, karanlık merdivenleri dinlene dinlene indi. Yokuşa saptı. Ayazpaşa
Parkı'nın önündeki küçük telefon merkezine girdi. Rehberde Orhan Bey'in
adresini aradı, buldu. Telefonu eline aldı:
— Çamlıca,
bir, beş...
— Buyurun.
— Allo.
— Efendim.
— Orhan
Bey'in köşkü mü?
— Evet
efendim.
Bu,
ince bir kız sesiydi. Fon Sadriştayn tekrar sordu:
— Anneleri
hanımefendi orada mı?
— Buradalar.
— Ben
kendilerini tebrike gelmek, ziyaret etmek istiyorum. Kabul buyururlar mı?
— Kimsiniz?
Sorayım efendim.
— Bir
ihtiyar deyiniz.
— İsminiz?
— Meşhur
bir adam değil. Sadrettin, Anadolu Şimendifer Kumpanyası mütekâit memurlarından...
Şöhretim Sadriştayn...
— Sorayım
efendim, bekleyiniz.
. .
. . . . . .
İki
dakika kadar bekledi. İnce ses âletin içinden tekrar aksetti:
— Alo...
— Efendim.
— Buyurunuz,
kabul edecekler. Ne vakit geleceksiniz?
— Şimdi.
— Buyurun
efendim.
Fon
Sadriştayn kulübeden çıkınca parkın önünde duran otomobillerden birine atladı:
"Çamlıca, Orhan Bey'in köşküne" dedi. Görmeyen gözlerle etrafına bakıyor,
göreceği büyük kadını düşünüyordu. Otomobil ona pek ağır yürüyor gibi geldi. Üsküdar
köprüsünü geçerken dayanamadı. Şoföre: "Daha çabuk!.." diye rica etti.
Onbeş
dakikada Çamlıca'ya gelmişti. Otomobilcinin gösterdiği demir parmaklıklı bir
kapıdan girince, karşısında kaldığı manzaranın letafetinden şaşırdı. Balıksırtı
geniş bir yolun iki tarafında büyük akasyalar sakin gölgeleriyle her tarafı kaplıyor,
zarif tarhlarda isimlerini bilmediği çiçekler, vücutları görünmeyen peri gözleri
gibi kendine bakıyorlardı. Tatlı kokular içinde yürüdü. İleride, bu gayet loş gölgeler
altında daha beyaz duran mermer bir havuz vardı. Onun başına gelince durdu. Bir
bülbül ötüyordu. Etrafına tekrar bir göz gezdirdi. Yasemin kemerlerle örtülü keçi
yolları sarmaşıktan kameriyelere gidiyor, büyük büyük çamlar bahçe duvarlarını gizliyordu.
Havuzun kenarındaki kamıştan kanepeye uzanacağı geldi. Berrak suyun içinde kırmızı
balıklar uyuyorlardı.
—Ne
letafet yarabbi!
Dedi.
Burası küçük bir cennete benziyordu. Orhan'ın nefis mısraları kadar hülya, haz,
hayat doluydu. İstemeye, istemeye kendi hayatını hatırladı. Böyle bir bahçenin
hayali, rüyasına bile girmemişti. Dar merdivenler, kalın möbleler, kaba
dolaplar... Halbuki bu muhit baştan aşağı bir şiirdi. Kendi hayatı bu samimî şiirin
yanında ağır bir nesre, bir bakkal dükkanının ilanına benziyordu. Evet, kendi
hayatı çirkin değilse bile, hiç de güzel değildi. Vaktiyle kazandığı paralarla
pekala böyle güzel bir köşede yaşayabilir, yaşamının ulvî zevkini tadabilirdi. Ama
iktisat hırsı... Onu her türlü güzellikten uzak bulundurmuş, "faydalı"
dan başka her şeye düşman etmişti. Neticede ne kâr vardı? Biriktirdikleri
paraları oğlu çalıp kaçmamış mıydı? Yine teessüründen kalbi burkuldu. Duramadı.
Köşkün mermer peronuna ilerledi. Geniş pencerelerinin beyaz tülleri rüzgârla
sallanıyordu. Önündeki havuzuyle neftî gölgeler altında uyuyan bu mini mini
yuva öyle nefis, öyle bediî bir dekor teşkil ediyordu ki... Fon Sadriştayn:
— Bu
sahnede doğan, büyüyen nasıl dâhi olmaz?
Dedi.
Hayatında ilk defa, düşünmeden güzelliğin rolünü anlıyordu. Temiz basamakları yavaş
yavaş çıktı. Camlı beyaz kapının elektrik düğmesine bastı, genç bir kız karşısına
çıktı:
— Hanımefendiyi
ziyarete geldim.
— Telefonla
söylemiştiniz, değil mi efendim?
— Evet.
— Buyurunuz.
Yol
verdi. Fon Sadriştayn büyük şairin evini çok kalabalık tasavvur ediyordu. Halbuki
burada çıt bile yoktu. Bastonunu portmantoya dayarken kıza: "Orhan Bey
burada mı?" diye sordu.
— Hayır
efendim.
— Ya
nerede?
— İki
hafta evvel Bolu'ya gitti.
— Kendi
şenliğinde bulunmadı mı?
— Hayır
efendim.
Kızın
kapısını açtığı küçük bir salona girdi. Sedirleri, duvarları, perdeleri o kadar
zarifti ki... Daha hepsine ayrı ayrı bakmadan yüreğinde tatlı bir heyecan duydu.
Kız:
— Hanımefendiye
haber vereyim.
Diye
çekildi. Duvarlarda en meşhur Türk ressamlarının levhaları vardı. Tâ kapının
karşısında otuz sene evvelki seferi formalı bir genç zabit resmi asılmıştı. Bakışında
necib bir derinlik parlıyordu. Fon Sadriştayn: "Bu mutlaka şairin Çanakkale'de
şehit düşen babası olacak!" dedi. Tavanın nakışlarında, yerdeki halının, döşemelerin
renklerinde öyle bir ahenk vardı ki, insan bakarken kendisini bir "sükûn
musikisi" içinde sanacaktı. Kız, arkasından:
— Buyurun
efendim
Dedi.
Fon Sadriştayn döndü. Kapıdan çıktı. Mermer sofayı geçti. Şimdi bu şiirden
yuvayı yapan, bu şiirin içinde büyük dâhiyi yetiştiren büyük kadını görecekti. Yüreği
yine tatlı bir heyecanla çarpmaya başladı. Önünde açılan kapıdan girdi. İndirilmiş
bir perdenin yarım aydınlık gölgesinde henüz genç denecek bir kadının ayakta
durduğunu gördü. Birden gözlerine inanamadı. Dikkatle baktı. Taş kesildi. Nefesi
tutuldu. Etrafı karardı, düşecekti.
— !..
— Değil
mi? Sadrettin Bey?
— .......
— Tanıdınız.
— .......
— Evet,
buyurun oturunuz.
— .......
Fon
Sadriştayn düşmemek için arkasına dayandı. Başını yere eğdi, elleriyle yüzünü kapadı:
— Beni
affediniz, beni affediniz! diyebildi.
Orhan'ın
annesi, gayet yüksek bir âlemden günahkârlara seslenen şefkatli bir melâike
gibi sordu:
— Zaman
her elemi siler, Sadrettin Bey, sıkılmayınız. Size artık bir dargınlığım kalmadı
ki, affedeyim. Yirmi beş sene... Fakat, haydi beni boşadınız, Almanya'da sevdiğiniz
bir kadını üzerime aldınız, neyse... Fakat niçin bana iftira ettiniz?
Biliyordunuz ki, ben gayet afifim. Niçin o iftirayı geveze bir romancıya anlatıp
yazdırdınız? İşte bu yara hâlâ içimde sızlıyor.
— Ben...
söyle... medim!
— O
halde, onun o kadar mübalâğaları yetmiyormuş gibi, keyfi için bana attığı iftiraya
niçin "yalan" demediniz.
Fon
Sadriştayn heyecandan boğuluyordu:
— Onu
da affediniz!
Diye
kekeledi. Başka birşey söyleyemedi. Bu karanlıkta duramadı. Düşünemedi. Döndü. Kapıdan
çıktı. Ürkmüş bir deli gibi kendisini bahçeye attı. Vaktiyle hakikatini inkâr
ettiği bir mâbetten kovulan perişan bir dinsiz nedametiyle bu zümrüt yuvadan,
milletin bu mukaddes kâbesinden hızla uzaklaştı.
Apartımanın
kapısını açan Madam Sadriştayn haykırdı:
— Hani
bastonun?
— ......
Kocasının
cevap vermediğini görünce hiddetlendi:
— Kânun-ı
sânîden beri dört bastondur kaybediyorsun. Bu dalgınlık değil, sersemlik!..
— ......
Fon
Sadriştayn odasına doğru yürüdü.
— Artık,
yalnız çıkarken, eline baston almaktan seni men ederim!
— ......
Yine
cevap vermedi. Koltuğuna çöktü. Yaşarmış gözlerini Çamlıca Tepesi'ne dikti. Sofadaki
duvar saatinin tik takları, mutfakta kaynayan patates tenceresinin fıkırtısıyla
karışarak kulakalrında büyüyor, müthiş bir gürültü gibi beyninin tâ içinde gümbürdüyordu.