"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

20 Aralık 2013 Cuma

GÖLGESİZLER-HASAN ALİ TOPTAŞ

Devlet her zaman 15 yaşında olurdu, canını sıkıp bir kere küstürdün mü, artık dönüp de yüzüne bakmazdı.(s.24)

Yoksa bu köyde herkesin bir yoku mu var diye geçirdi içinden. Belki de doğru düşünüyordu, herkesin bir yoku vardı köyde, herkes kadar bir yoklar sürüsü vardı da evlerde girip çöıkıyorlardı insanlar gibi, kahveye oturup çay içiyor, tarlada çalışıyor, çınarın gölgesinde toplanıyor ve ölümlerde ağlayıp düğünlerde oynuyorlardı. Muhtarın haberi yoktu bunlardan, hiçbiriyle karşılaşmamıştı. Ola ki köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü, herkes kendi yokunu gizlice besliyordu.  Bu konuda herkesin kendine özgü bir yöntemi vardı belki; sözgelimi, kimi geceler boyu düş yedirirken kimi ninni içiriyordu yokuna, kimi türkülerle masallarla besliyordu, kimi sessizliğiyle büyütüp sesiyle uyutuyordu, kimi de kendini yedirtiyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiryordu. Cennet’in oğlu da mektuplarla besliyordu işte; hiçkimse dediği yokunu sözcük sözcük büyütüyordu gizlice, çiçek desenleriyle kokulandırıp kuş resimleriyle dillendiriyordu. (s.90 – 91)

Muhtar Cennet’in oğlunu düşünüyordu. Artık ona gore o da bir yok’tu;hem de yokolma yöntemiyle şimdiye kadarkilerden oldukça farklıydı. O ne Asker Hamdi ve ailesi gibi ansızın kaybolmuş, ne cerci gibi gelip geçmiş, ne Aynalı Fatma gibi dağlara yürüyüp gitmiş, ne de Güvercin gibi uçmuştu… Hatta Cıngıl Nuri gibi ruhum sıkılıyor diyerek yılların arkasına da kaçmamıştı. Gözgöre gore yok olmuştu o; kendi görünürlüğünün derinliklerine çekilmişti. (s.100)

*

Elindeki makasın ucunu bir an için havaya dikip onuruma içilecek bir kadeh gibi yavaşça kaldırarak, “Hoş geldin beyim,” dedi berber.
Belki çırak da aynı şeyi söyledi, ama onun sesi işitilmedi; yalnızca ağzı açılıp kapandı. Koltuğun çevresinde yarım adımlarla, berberin hareketlerini kollaya kollaya dönüyordu. Ustası makası şıkırdatarak kimsenin bilmediği bir oyun havası tutturmuştu da o durup dinlenmeden oynuyordu sanki. Kimi zaman da gözlerini devirip köşede oturanlara bakıyordu. Onlar birer seyirciydi kuşkusuz; gözleri çırağın hareketlerinde, kulakları ve gönülleri makas şıkırtısında sessizce bekliyorlardı.
Bir ara şıkırtılar durdu. Tıraş edilen adam, oyundan arta kalmış etten kemikten bir posa yığını gibi koltuktan kalkıp ceketini giydi. Çırağın eline bahşiş tutuştururken, “Ruhum sıkılıyor,” dedi berbere, “gene de geçmedi bak...”
Berber yanıt vermeden uzun uzun baktı kapıdan çıkan adama, sonra bekleyenlere döndü. Elinde zindan karası tespih tutan, sıra bende dercesine oturduğu yerde kıpırdanmıştı. Ama berber onun verdiği bu işareti görmedi, gördüyse de anlamadı ve buradaki her oyunu yalnızca kendisinin yönetebileceğini bir kez daha vurgulamak ister gibi, “Buyur,” dedi yanımda oturan keçi sakallıya.
“Yeni bir oyun başlıyor,” diye geçirdim içimden. Adam sessizce kalkmış koltuğa doğru yürüyordu. Havlusu çırağın elinde hazırdı. Berberse tezgâhın üstüne eğilmiş yanyana duran usturalardan birini seçmeye çalışıyor, bir yandan da arada bir gözlerini aynaya kaydırarak koltuğa yaklaşan keçi sakallıyı süzüyordu. Gözlerinde küçücük birer cellat gözü vardı şimdi, onlarla bakıyordu.
“Oyun kanlı olacak anlaşılan,” dedim iç sesimle. Zindan karası tespih şıkırdamaya başladı o sırada, taneler sırasını kaptırmış bir adamın öfkesiyle titreyerek üst üste düşüyordu. Çalgı değişmişti bir bakıma, üstelik şıkırtılardaki öfke kanlı bir oyun için uygundu. Aslında her şey o oyuna göreydi artık; keçi sakallı, dilsiz bir kurban gibi gidip koltuğa oturmuş, berber usturalardan birini seçip ayırmış, çırak da beyaz bir örtüyü adamın boynuna bağlayıp uçlarını (kan sıçramasın diye mi nedir) dizlerinin üstüne çekmişti.
Sonra, derin bir sessizlik girdi araya.



“Neden konuşmuyorsun beyim?” dedi berber.
“Ne anlatayım,” dedim kanlı bir oyunu seyretmeye hazırlananların tedirginliğiyle.
“Ne anlatırsan anlat,” dedi; “yeter ki anlat...”
Bir tür ön sorgudaydık sanki; koltuğa oturtmadan önce ufak tefek bilgiler almaya çalışıyordu. Gözlerindeki cellat gözleri arada bir parlayıp sönüyordu,görmüştüm.
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”


“Yazıyorum,”dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gözlerimi aynanın üstüne kaldırarak onun yaptığı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir güvercin resmiydi bu; sigara dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
“Adı ne?”
Aynada göz göze gelmiştik.
“Romanın mı,” dedim uzak bir sesle, “şimdilik bilmiyorum.”
Zindan karası tespih sustu birden. Berber, elindeki fırçayı bırakıp gözlerinde büyüyen cellat gözüyle caddeye baktı. Şehrin bütün caddelerini aşmıştı sanki, ço kuzaklarda, dağların ardında bir yeri görüyordu. Belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; söz gelimi bir köyde, yine böyle bir dükkânda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu.

*

Sonra, gözlerini köy meydanından geçen muhtara çevirdi; uzaktan uzağa el sallayarak selamlaştılar.
İçinden, “Artık sen de bu köylü sayılırsın,” dedi muhtar. Gülümsedi kendi kendine. Bu gülümseyiş evine dek mutlu etti onu, hafifletti, bir bakıma seçimden kalan bütün yorgunluğunu unutturdu. Çift kanatlı avlu kapısından girdiğinde, karısı marul salatasına zeytin serpiştiriyordu.
“Kazandın mı?” dedi havada kalan elini unutarak.
Muhtar, şapkasını çıkarıp kapıya doğru fırlattı.
“Kazandım,”dedi, “yeniden muhtarım!”
Dam başına çıkan merdiveni tırmandı sonra, bacanın dibine bağdaş kurup oturdu. Önündeki tepside bacaklarını havaya dikmiş salçalı bir tavuk, biber turşusu, tuzluk, dörde katlanmış birkaç yufka ve rakı vardı. Dört yılda bir hazırlatırdı bu sofrayı, tek başına oturup zaferini kutlardı. Kayalıkların gölgesindeki köye kısık gözlerle bakar, karanlık toprak damları tek tek yutuncaya dek bıyıklarını rakıyla sulardı. Gene de yeşermezdi bıyıkları, yıl geçtikçe ağarırdı.
Bu köyün Tanrı’ya ve devlete en uzak köy olduğunu düşünürdü sonra; kadehini her dikişinde gözleri karanlığa gömülen kayalıklara takılır, göremeyeceğini bile bile onların en yüksek noktasına çıkıp ormanların, yaylaların ve otlakların ötesindeki yerleri görmek isterdi. Ardından ovaya dönüp insana hiç ulaşılamayacakmış duygusu veren ufuk çizgisine uzun uzun bakardı. Derken, Tanrı köyü görebilsin ya da devlet başını çevirip bir kez olsun bakabilsin diye şu dağları yıktırmak gibi gülünesi şeyler de geçerdi kafasından. İşte o zaman,Tanrı’yı küçümsediğini düşünerek tövbe ederdi hemen; tüccarından demircisine, pehlivanından tabibine ne kadar peygamber tanıyorsa hepsinin adını mırıldanırdı. Hem bu denli içmesine gerek de yoktu belki; devlet bugün yarın kimsenin davetini beklemeden kendiliğinden gelip ovanın göbeğine gücünü yığacaktı. Sonra, buralarda bir yerde bayrağımı dalgalandırıp varlığımı tamamlayan bir köy olacaktı diyerek gelip muhtarlık odasının önüne dikilecekti. Ansızın gerçekleşen bu mucizeye en çok ak sakallı yaşlılar şaşıracaktı kuşkusuz; çünkü onlar tâ çocukluklarında işitmişlerdi sulama kanallarının açılacağını. Yıllardır anlatırlardı. Hatta kim bilir hangi seçim arifesinde, kimi milletvekillerinin ovaya gelip kanallar şuradan mı geçsin buradan mı diye tartıştıkları, belki de kazıkları çakıp ipleri çekerek yerlerini saptadıkları bile söyleniyordu. Gerçi ovaya gelen adamları köylülerden gören olmamıştı. Göremezlerdi de zaten; onca yolu yürüyüp yanlarına varıncaya dek adamlar otomobillerine binip çoktan başkente dönmüş olurlardı.
Kadehi hızla dikip bıyıklarını sıvazladı. Soluğu tıkanmak üzereydi gene, üşüyordu. Ceketinin önünü kapatıp büzüldü bir süre, sonra düğmeyi çözdü nedense, bedenini dik tutmaya çalıştı.
Derken, karısıyla oğlunun kollarında buldu kendini. Merdivenin başındaydılar. Karısı hiç konuşmuyordu, ama oğlu arada bir homurdanıp başını sallıyordu. Onun ne dediğini anlayamıyordu muhtar, iki adımda bir durup belini geriye bükerek yüzüne bakıyordu yalnızca. Aşağıya indiklerinde bunu da beceremez oldu artık, başını göğsüne düşürüp soluğunu kesti. Yatağa uzatılmadan önce de böğüre böğüre kustu. Domates dilimleri çıktı boğazından, ağzından gelişigüzel kıyılmış marulyaprakları sarktı. Gözleri dana gözü gibi büyümüştü, bir eliyle karnını kucaklarken ötekiyle boşluğu yakalamaya çalışıyordu. Başını yastığa koyunca derin bir soluk aldı. Gece boyunca dam başında rakı içtiğini sanıyordu.
“Bugün akşama dek uyandırmayın beni,” dedi.

*

Berber camın önüne dikilmiş, gözlerindeki cellat gözleriyle hâlâ köy meydanına bakıyordu.
Buraya geldiğinden beri zorunlu birkaç söz dışında hemen hemen hiç konuşmamıştı. İstese de konuşacak şey bulamıyordu zaten; belleğinde geçmiş diye bir şey kalmamıştı. Uzaklara geldiğini anımsıyordu yalnızca, çok uzaklardan. Ama orası neresiydi, bu köye gelmeyi kendisi mi istemişti ve yola hangi amaçla düşmüştü, bilmiyordu. Bu konuda yüzlerce düşünce yaratmıştı kafasında, yüzlercesini de öldürmüştü. “Daha önce belki bir şehirde oturuyordum,” demişti bir gün; “evim vardı sözgelimi, balkonum vardı bahçeye bakan, karım vardı tatlı düşler gibi, çocuklarım vardı. Bir de dükkânım tabii, berbersem. İşlek bir caddede, köşebaşı. Müşterilerim sonra; kimi genç kimi yaşlı, kimi konuşkan kimi sessiz... Bir de dertlerim. Ardından, müşterilerin dertleri. Alamadım satamadımlar, yapamadımlar, diyemedimler, gidemedimler...”
“Acaba onlardan mı sıkılmıştım,” diye geçirmişti içinden. Yani dağlara mı kaçmıştı şehrin ellerinden kurtulup? Berber dükkânındaki gerekli malzemeleri bir bavula doldurarak bir akşam karanlığında yollara mı düşmüştü tek başına? Gecelerden mi geçmişti kendinden geçercesine, dağlardan mı, ovalardan mı geçmişti nereye gittiğini bilmeden? Sonra bu köyün biricik berberi olan Cıngıl Nuri’nin artık mesleğini sürdürmediğini sezerek dağlardan inip muhtarlık odasının önüne mi gelmişti?
Bütün bunların hiçbirini bilmiyordu.
Belki de, hâlâ bir şehirde yaşıyordu. Dükkânındaydı şimdi; sabun ve krem kokularına sırtını dönmüş, camdan, dışarıdaki caddeye bakıyordu. Ya da, koltukta oturan keçi sakallının bile göremediği uzak mı uzak uzaklara...

*

Muhtar ertesi sabah gözlerini açtığında, karısı yatağın üstüne eğilmiş; “Kalk,” diyordu, “kalk, Reşit seninle görüşecekmiş.”
Bir düştü sanki; karısının ayaklarının dibinde uzun kuyruklu, kahverengi bir kedi dolaşıyordu. Gözleri bir çift ateş kuyusu.
“Beklesin,” dedi muhtar, “geliyorum.”
Kedinin gözlerini tıpkı böyle kor gibi yanarken bir kez daha görmüştü, anımsıyordu. “Ama ne zaman,” dedi kendi kendine; alnını tutup doğrulurken. Bir yanıt bulamadı. Karısıyla kedi odadan çıkarken uzun uzun baktı arkalarından. Bir yandan da, burnundan sarkan anason kokusunu koparabilecekmiş gibi üst üste bıyıklarını sıvazlayıp duruyordu.


Derken, birdenbire taş kesildi. Kor gibi yanan kedi gözlerini ne zaman gördüğünü bulmuştu.
On altı yıl önce ilk kez muhtar seçilişinin ertesi günü, gözlerini açtığında karısıyla karşılaşmıştı gene. Karısı bile denemezdi hatta, git gide silinen birgölgeydi yatağın üstüne eğilen ve “Kalk,” diyordu tıpkı az önceki gibi; “kalk, Cıngıl Nuri’nin karısı seninle görüşecekmiş.”
O gün, beklesin dememişti muhtar; hiç kuşkusuz, ilk görevinin heyecanına kapılarak hızla kalkıp giyinmişti. Avluya çıktığında, Cıngıl Nuri’nin karısı ellerine sarılmıştı hemen. Kadınla birlikte gelen üç çocuk da gözlerini dikip korkuyla bakmışlardı.
Muhtar şaşırmıştı önce; ellerini hangi konumda tutup nereye koyacağını bilememişti. Sonra, bu köyde bir şeye şaşıracak son kişinin muhtar olması gerektiğini düşünerek şaşkınlığını sigara dumanının arkasına gizlemiş ve çocukların yüzüne bakıp gülümsemişti.
Kadın iki gözü iki çeşme, saçları dağınık, dizleri ah çekilip dövülmekten yamyassı;kocasının dün akşam ruhum daralıyor diyerek evden çıktığını, bir daha da geri dönmediğini söylemişti. Çocuklar analarının iki yanına geçip yan yana sıralanmıştı o sırada ve muhtar, dört boncuklu bir tespihe benzetmişti onları; “İmamelerini arıyorlar,” demişti.
Kadın, kocasının dün neler yediğini, neler konuştuğunu, dükkândan eve gelirken gökyüzündeki kuşlara nasıl baktığını, küçük kızını eşikte neden tokatladığını ve ruhum daralıyor diye içini çektiğinde sırtında hangi gömleğin bulunduğunu anlatmıştı sonra; onun nereye gitmiş olabileceğini, öldürülüp bir dereye mi atıldığını, akbabalara yem mi olduğunu, yoksa kayalıklardan mı yuvarlandığını ya da kırklara mı karıştığını sormuştu.
Muhtar, bin yıllık muhtar gibi her şeyi ölçüp biçerek, sabırla dinlemişti onu. Bir yandan da peş peşe ateşlediği sigaraların dumanına boğulmuştu. Mezara girmekten başka kaybolma yolu bilmeyen şu köylülerden birinin, kendi kendini ortalıktan sileceğine inanamıyordu. Hiç kuşkusuz Cıngıl Nuri bir yere takılıp kalmıştı, belki bir içki âlemindeydi, sızmıştı, az sonra değilse de öğleye doğru gelir, dükkânını açıp köylüleri tıraş etmeye başlardı. Gene de muhtar o gün, Nuri’yi kartal çığlıklarıyla çınlayan kayalıkların arkasında ya da sapsarı bir ağıt hüznüyle genişleyen ovanın öteki ucunda görebilecekmiş gibi dama çıkıp tezek yığınlarının arasında gezinmiş, aşağıya indiğinde hiç gereği yokken dananın alnını okşamış ve Cıngıl Nuri’nin karısına doğru yürürken, kendisi Nuri olsa ve ruhu bir iğne deliği kadar daralsaydı şu üç çocuklu kadını bırakarak nereye gidebileceğini düşünmüştü. Bu düşünce korkutmuşu onu; içinde kocaman bir boşluk yaratmıştı. Sonra, kırk iki yıldır yaşadığı bu köyün taşına toprağına, köpeklerinin sesine, gübre kokusuna, hatta rüzgârlarının keskinliğiyle otlarının çıtırtısına ruhu, gözleri, derisi ve kulaklarıyla sımsıkı bağlandığını, artık istese de bir yere gidemeyeceğini anlayarak Nuri olmaktan vazgeçip kendi bedenine yerleşmiş; alnının kırışıklıklarını, gözlerini ve uykulu yüz çizgilerini takınarak kadının önüne gelip durmuştu.
“Sence, nereye gidebilir?”
Kadın gökyüzüne bakmıştı uzun uzun; muhtarın sorusunu Tanrı’ya aktarmıştı sanki,yanıt alamamıştı, ya da yanıt verilmişti verilmesine de o işitememişti. Bu sırada, muhtar, kadının bakışlarında derin bir boşluk görmüştü bir an ve sonraki yıllarda, sık sık anımsamıştı bu bakışları; her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı. Hatta, memeleri elma yarımı kadar kabarmış kabarmamış bütün kızların gözlerine dikkatle bakmıştı o boşluk doğuştan mı geliyor diye.
Nuri her köşede aranmıştı o gün, her yere sorulmuş, ama küçücük bir ipucu bile bulunamamıştı. Yoktu; öyle biri yaşamamıştı sanki, o adda biri bu köyde yıllarca berberlik yapmamıştı. Yüzü de unutulmuştu ansızın, burnu nasıldı, gözleri vardı da onlarla mı görürdü, ağzıyla mı yer içerdi, kimse anımsamıyordu. Dükkân onun varlığının biricik kanıtıydı bu yüzden; o da gitgide toza toprağa gömülüyordu. Camdan bakıldığında içerisi gözükmez olmuştu; makaslar, usturalar, havlular, dahası kolonya ve sabun kokularıyla aynalar artık dükkânda değil de, yalnızca anımsayabilenlerin belleğindeydi.
O günlerde, köye gelip kapı kapı dolaşan kalın dudaklı Çingene kadınları giderken sırtlarındaki bohçalarda Nuri’nin kayboluşunu götürmüşlerdi öteki köylere. Bir ara, “Nuri’yi bulursa onlar bulur,” demişti biri. O kimdi, şimdi bile bilinmiyor; ya köylülerdendi, ya Çingenelerden. Belki de kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği başka biriydi. Yanağında kıllı bir beni vardı sanki; erkekti ve uzaklara bakıyordu, ruhu başka bir yerdeymiş gibi. Kadınlara göreyse o bir kadındı, uzaklara bakmak da nereden çıkmıştı, düpedüz yere bakıyordu ve “Nuri’yi bulsa bulsa Çingene kadınlar bulur,” diyordu.
Çingeneler at arabalarıyla çıkıp geldiklerinde çoluk çocuk bütün köylü umutlanmıştı bu yüzden, köyün dışına kurulan kara çadırlara doğru koşmuşlardı. Kadınlar kadınlarla fısıl fısıl konuşurken, erkekler şapkaları yana yıkık burma bıyıklı Çingene beylerini ya kahveye, ya da avlulara kurulan içki sofralarına götürmüşlerdi. Küpler dolusu şarap içilmişti o günlerde, al ibikli horozlar kesilmiş, kınalı kuzular pişirilmişti. Çingenelerin bıyıkları hızla uzayıp birkaç günde koçboynuzu gibi serpilmişti. Kalın dudaklı esmer kadınlar çadırları terk edip köye dağılmış, sokaklardan avlulara, oradan evlere, dahası mutfaklara ve çeyiz sandıklarının gölgesine dek girmişlerdi. Gene de Nuri’ye ilişkin hiçbir haber alınamamıştı onlardan.
Heryaz kulağında bir dal çiğdemle, uyuz bir eşeğin arkasından salına salına gelip köy meydanına tezgâh kuran kalaycıyı görünce de umutlanmıştı köylüler. Adam daha eşeğinin yükünü indirmeden, gezip dolaştığı dağlarda, geçtiği yaylalarda ya da muhacir köylerinde Nuri’ye ilişkin bir şey işitip işitmediğini sormuşlardı. Kalaycı, ellerinin yarattığı onca ışıltıyı dengelemek istercesine kapkara susmuştu. Yüzlerce bakır tencereyi, çanağı, kaşığı ve kulpu zincirli su taslarını saray ışıltısına boğduktan sonra da tezgâhını toplayıp gitmişti. Üzülmüştü sanki, bir kayboluşa ucundan kıyısından bulaştığı ve elinden hiçbir şey gelmediği için kahrolmuş, hatta üst üste içini çekmişti. Giderken de bekçiye dönüp, “Yaşadığım yere gidiyorum,” demişti. Bekçi, kalaycı değirmenin yanındaki dereyi aştığı sırada anlamıştı bu sözü, afallamıştı.
“Sanki birkaç yerde birden yaşıyor,” demişti kendi kendine.
Kalaycının gidişinin üstünden bir hafta ya geçmiş ya geçmemiş, değirmenin yanından boz bir eşekle silindir şapkalı boyacı görünmüştü. Güneşin parıltısında azalıp çoğalarak köye doğru geliyorlardı. Bir süre sonra boyacı eşeğine benzemişti titreşen sıcağın altında, uzun kulaklarını oynata oynata dereye inmişti. Düzlüğe çıktıklarında boz eşek boyacıydı bu kez; başında silindir şapka vardı ve ağzından sigara dumanı savruluyordu. Bir süre öylece yürüdüler. Köye girdiklerinde yorgunluktan ölüyorlardı. Alandaki çınarın dibinde birbirlerinden ayrıldılar; boyacı boyacıydı artık, eşek eşek. Kahvenin önünde oturanlar hemen yer göstermişti boyacıya, eşekse sırtında iki boya kazanıyla her yıl gelip yerleştikleri dut ağacının altına yürümüş, eşekçe bir içgüdüyle kulaklarını gevşetip durmuştu.
Boyacı oturur oturmaz Cıngıl Nuri’yi sorunca, herkes bir haber getirdi umuduyla biraz daha sokulmuştu ona; tahta sandalyelerin yönü değişmişti. Ama, “Yalnızca kaybolduğunu işitmiştim,” demişti boyacı; bunun dışında hiçbir şey bilmiyordu. Bilmesine gerek de yoktu belki, gene de köylülerin bakışları ısrarlıydı. Hatta ertesi gün boya kazanlarının altını ateşe verdiğinde, Nuri’nin karısı üç çocuğuyla gelip karşısına dikilmiş, uzun süre de gitmemişti. Boyacı, kış boyunca kirmanlarda bükülen yünleri bayrak alına, cennet yeşiline, boncuk mavisine ya da zindan karasına boyuyorum diye Nuri’nin yokluğuna boyamıştı bu yüzden.
Sonra muhtar, “Devlete haber vereyim, kayıtlara geçirip asker ve polis marifetiyle arasınlar,” diyerek atına binip ilçeye gitmişti. Onun gidişiyle biraz daha kaybolmuştu Nuri, geride kalan berber dükkânı biraz daha tozlanmıştı. Köylüler günlerce muhtarın dönüşünü bekleyip sabahtan akşama dek damların tepesinden yola bakmışlardı. Muhtarı at sırtında, dağları, ovaları, yaylaları ve köyleri geçerken düşlemişti Nuri’nin karısı da; sonra gidip onun evinin önündeki taş yığınlarının üstüne oturmuş ve gözlerini çatıda dalgalanan bayrağa dikmişti. Onun renginde devlet kapılarını görmüştü büyük büyük; telaşlanmıştı. Korkuyor muydu, seviniyor muydu belli değildi; seviniyorsa korkulu bir sevinçti bu, korkuyorsa sevinçli bir korku.
Binlerceyıl sonra muhtar ilçeden dönüp geldiğinde, atı kadar yorgun bir sesle; “Tamam,” demişti kadına, “her şey tamam.”
Her yere haber vermişti dediğine göre; bütün devlet kapılarını çalıp Nuri’nin adını tutanaklara yazdırmış, oraya buraya şerh düşürmüş, hatta ilçede ne kadar kahve, ne kadar lokanta ya da han, hamam varsa tek tek dolaşıp olayı anlatmıştı. Herkes her şeyden haberliydi şimdi, herkes Nuri’nin yokluğu içindeydi. Geriye, sabırla beklemek kalıyordu, nasıl olsa bugün yarın bir haber gelirdi köye, al kanatlı bir muştu uçurulurdu.
Bunları işitince Nuri’nin karısı, kocası bulunmuş gibi sevinmişti. Bir yandan da hüngür hüngür ağlayıp çocuklarının çevresinde dönüyor, onlara sarılıp yüzlerce kez öpüyordu. Gene de muhtarın evine doğru yürüyordu her gün; taş yığınlarının üstüne oturup çatıdaki bayrağa bakmayı sürdürüyordu. Artık onun renginde gördüğü devlet kapıları eskisinden daha belirgindi. Kimi zaman o kapıların gölgesinde oturduğunu düşünerek telaşla ayağa kalkıyor, hatta içeride olup bitenleri anlamak için başını uzatıp bakıyordu. Büyük bir salon vardı içeride, alacakaranlık. Uzun yüzlü yazıcılar uzun bir masanın çevresine sıralanmış, kocasının adını yazıyorlardı. Ellerinde çoban sopasına benzer upuzun kalemler vardı ve oynadıkça parlayıp sönüyorlardı. Sonra mühür basılıyordu kâğıtlara, muhtarınkinden kat kat büyük bir mühür. Öyle büyük ki, mühürlerin dedesi gibi bir şey; kimse onun basıldığı yere gölgesini bile düşüremiyor.
Sonra zarflanıyordu kâğıtlar; kapı önlerinde bekleyen sivri yüzlü haberciler zarfları alıp alıp ceplerine koyuyorlardı. Gene de unutuluyordu zarflardan biri; orada, habercilerin kanatlarını hışırdattıkları salonun ortasında öylece kalıyordu. Nuri’nin karısı telaşlanıyordu belki de Nuri onun içindeki yazıdadır diye, birkaç adım yürüyor ve evinden çıkan muhtarın yüzüyle karşılaşıyordu.
Muhtara göre Nuri bugün yarın gelecekti.
Kapı yavaşça açıldı gene; kedi, dilini kırmızı bir mendil gibi sarkıtarak yalandı.
“Reşit hâlâ bekliyor,” dedi muhtarın karısı, “gelmiyor musun?”
Muhtar, önü kusmuk lekeleriyle dolu fanilasını çıkarıp duvarın dibine fırlattı.
“Geliyorum,” dedi öfkeyle; “beklesin!”


*

Metinlerini varoluş ve yokoluş üzerine kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, tıpkı Kafka gibi sade dilinden yükselen müzikle giderek hayatı yazıya, yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten bir yazar... 
Yazma serüvenini “hayatı kelime kelime genişletmek” olarak adlandıran Hasan Ali Toptaş, metinlerini birer senfoniye de dönüştürerek, dışarıyla içerinin, görünenle iç dünyanın, gerçeklikle rüyaların, somutla soyutun çarpışmasından doğan tekinsiz bir atmosfere çağırıyor okurunu. Tam bir yazı ustalığıyla, Türkçenin imkânlarını sonuna kadar zorlayarak, edebiyatın büyülü dünyasına kapılar açarak...

Cennet’in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. Bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. Belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlayamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına.

*

Bir köyde aniden birileri kaybolur, ama bu öyle bir kayboluştur ki sanki buharlaşmış ya da yer yarılmış içine düşmüşlerdir... Cıngıllı Nuri, Güvercin, onları aramaya kente kadar giden Muhtar, aklını yitirip kar neden yağar diye sorup duran Cennet'in oğlu, tıraş bıçağı almaya gidip kaybolan berber çırağı... Düşle gerçek olanın birbirine karıştığı, neredeyse şiire varan melodik bir üslupla yazılmış bir "kayıp insanlar, kayıp hayatlar" öyküsü Gölgesizler; "ruhu daralmış" insanların, "birdenbire derisi dar gelmiş bedenince; elleri kollarına, ayakları bacaklarına uymaz ve gözleri görmesine yetmez olmuş" insanların, kendilerini ve aynadaki diğer insanları arayışlarının öyküsü. Gölgesizler, gerçeküstü anlatımı ve sınırlarda gezinen olağanüstü dili ile tüm okurları kavrayacak, zorlayacak, şaşırtacak ve zenginleştirecek bir roman.

Ayrıca Finlandiya, Güney Kore, Almanya ve Hollanda'da kendi dillerine çevrilerek yayımlanmıştır.

"Genç edebiyatımız içinde Hasan Ali Toptaş'ın yazdığı romanların nereye konulabileceğini düşünüyorum. Sanıyorum genç edebiyatımızla sınırlı bir alanda değerlendirilmesi doğru da değil... Bu denli ayrıksı bir yaratıcılığın nereden doğduğunu merak ediyorum." - Semih Gümüş-

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9