"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

17 Aralık 2013 Salı

İSKENDER-ELİF ŞAFAK

Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır.
En derin yaralar ailede açılır,
Kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe...

Elif Şafak’ın yeni romanında içimizden bir ailenin, 
Toprak ailesinin yaşamlarına yakından tanık oluyoruz. 
Onların hayal kırıklıklarında ve umutlarında hem ilginç ve 
sıra dışı, hem de tanıdık ve bizden bir hikâyenin izdüşümlerini buluyoruz.

Bir Kürt köyünde başlar sürprizlerle dolu bu serüven. 
Oradan İstanbul’a, Londra’ya ve Abu Dabi’ye uzanır. 
Gidenler ve kalanlar, sevenler ve sevmeyi bilmeyenler üzerine 
bir roman bu; bir de değişmek, değişebilmek üzerine. 

1970’lerde Anadolu’dan Londra’ya göçmüş Toprak ailesinin 
hüzünlü, heyecanlı ve bir o kadar da umut dolu hikâyesi İskender.

Adem askerdeyken tanıdığı Pembe ile evlenip önce İstanbul’a gelir.
Yaşam şartlarının ağırlığı altında ezilerek daha iyi bir gelecek uğruna, 
70’li yılların sonlarına doğru Londra’ya göçerler. 
Üç çocukları olur, İskender, Esma ve Yunus. 
İskender annesinin gözbebeğidir. En çok kayırdığı, bir türlü toz kondurmadığı evladı. 
Esma  zeki, biraz da öfkelidir, dikkatli bir gözlemcidir. 
Yunus ise göçten sonra Londra’da doğar. 
İsmini en gönülsüz peygamberden alan yufka yürekli bir oğlan...

Roman boyunca Toprak ailesinin göç yollarını takip ederken 
insanın en yakınındakilerle nasıl uzak düşebildiğini, 
gurbeti içinde taşıyabildiğini ve geçmişin burukluklarının 
bir gölge gibi bizi takip ettiğini görüyoruz.

Pembe canından çok sevdiği ikiz kardeşi Cemile’yi ve 
alıştığı her şeyi geride bırakarak göç eder, eşi Âdem ile. 
Ne var ki kimsenin bilmediği karanlık bir sır saklıdır bu evlilikte. 
Pembe’nin hikâyesine yolculuk, göçmenlik, yalnızlık ve 
en nihayetinde yasak bir sevda siner.

İkizlerin iki bedende ikamet eden tek ruh olduğu söylenir.
Oysa onlar bundan da ötedir, 
Biri yaralandı mı öteki kanar.
Biri gözünü kapamayagörsün öteki kör olur.

Her konuda aynı olmalarına karşın aralarında hayati bir fark vardır 
Cemile ile Pembe’nin. 
Pembe, Fırat Nehri’nin ötesindeki dünyayı merak eder.
Başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne aldırmadan 
yüreğinin peşinden gider. 
Cemile köyde kalır bir başına, ebelik yapar doğduğu topraklarda.

Hayat ikizlerin yollarını ayırsa da, Cemile ve Pembe’nin aralarına
kilometreler girse de hep birlikte atar yürekleri. 
Ta ki bir cinayet onları ayırana kadar.

Elif Şafak’tan çok sevdiklerimiz ve çok kırdıklarımız üzerine 
içinize işleyecek bir hikaye.
İSKENDER

… Çünkü en çok en sevdiklerimizi incitiriz.

*

El insaf!


RÖPORTAJ
ARZU AKYOL

Türkiye´nin en çok okunan kadın yazarı Elif Şafak, son romanı İskender´le yine büyük bir başarı yakaladı. Ama bu başarının keyfini çıkardığı söylenemez. Çünkü İskender´in kapağıyla başlayan tartışmalar, romanda intihal yapıldığı iddiaları derken yine bir bardak suda fırtınalar koptu. O ise bu fırtınalar karşısında okuyucusunun sakin limanına sığınıyor ve sadece ´El insaf!´ diyor...


Elif Şafak´la yeni romanı İskender´i konuşmak için bir araya geldik. En acımasız eleştiriler karşısında bile sakinliğini ve zerafetini koruyabilmesine şaşırarak ayrıldık yanından.

İskender´i, geç bitsin diye bile isteye verdiğim bazı aralar dışında bir solukta okudum. Siz ne kadar zamanda yazdınız?

Toplam bir buçuk senemi aldı. Bunun ilk zamanları sadece araştırmakla, notlar almakla geçti. O dönemin ruhunu daha iyi anlayabilmek için 70´ler üzerine okudum, göçle ilgili kitaplar okudum. Ondan sonra yazma süreci on ay sürdü.

Tası tarağı toplayıp İngiltere´ye gittiniz İskender´i yazmak için. Yanınızda neler götürdünüz?

Annemi ve çocuklarımı...

Çocuklar neden babayla kalmadı? Yazar da olsa fedakarlık hep anneye mi düşüyor?

Eyüp için de çok yoğun bir dönemdi. Buna rağmen her ay düzenli olarak geldi, kaldı. Yani o anlamda bir kopukluk olmadı. Ama ne yalan söyleyeyim çocukların anneyle olması daha doğru geldi bana.

Aşk´ı yazarken kenarındaki etleri yolmaktan tırnağınız düşmüştü. İskender´de de var mı böyle bir konsantrasyon?

(Gülüyor) Ya farkında olmadan o kadar hırpalıyorum ki kendimi. Bunları gene yaptım. Bazen kendi kendime konuşuyorum. Bir kere yolda giderken bir şey okuyordum ve düştüm. Bunlar oluyor.

Kapakta bir erkek olarak yer almanız bir satış stratejisi mi? Yani tartışılsın diye mi yapıldı bu kapak?

Ben kapağın sunumuna önem veriyorum. Bu edebiyattan uzak bir kaygı değil. Ama bu kapağın tanıtımla bir ilgisi yok. .Bunu anlayabilmek için romanı okumak lazım. Bana göre bu kapak birden fazla şeye göndermede bulunuyor. Birincisi; ben bir buçuk senedir her gün İskender olmak nasıl bir şey bunu düşündüm. Yazarken İskender´leştim. Dolayısıyla kapak buna gönderme yapıyor. İkincisi; edebiyat kendini bir başkasının yerine koyabilme sanatıdır zaten. Ona gönderme yapıyor. Üçüncüsü ve belki en önemlisi de erkekliğin inşasında kadının rolüne dikkat çekmek... Dolayısıyla kapak, ´Erkek sureti gördüğünde, onun içindeki kadını da gör´ diyor. Çünkü İskender´i İskender yapan Pembe aslında. Yani annesi.

İskender´de kadınlık, erkeklik, ırkçılık, göçmenlik, Kürtlük, Türklük, birçok hal var. Bu kadar hal içinde boğulur giderim, karakterlerim derinleşemez diye korkmadınız mı?

Yok aslında ben hiç mesaj vermek yanlısı değilim. Okurla beraber bir hikaye kuruyorum. Bütün bu saydığınız şeyler, zaten hikayenin içinde vardı.. Ama bir tek şeyi özellikle önemsedim. Kadına yönelik şiddeti anlamak istedim. Çünkü ben bu konudan çok büyük üzüntü duyuyorum. Ve şuna da inanıyorum ben, İskender´i, İskenderler´in nasıl yetiştiğini anlamadan biz bu meseleyi çözemeyiz.

Erkeklerin hamurunu yoğuran yine kadınlar mı yani? Oğlan çocuklarımızı nasıl yetiştiriyoruz? Hakikaten eşit davranıyor muyuz?

Çünkü bence her can bu dünyaya kendi renkleriyle ve fıtratıyla gelir. Ona saygı göstermek, onu bir birey olarak almak bence yaradılışa da saygı göstermek demek. Türkiye´de Esma gibi çok fazla kız çocuğu var. Bu kız çocukları, annelerinin ağabeylerine nasıl ayrıcalıklı davrandıklarını görerek büyümüşler. Onun için Esma´nın sesini duymak benim için çok önemliydi bu romanda.

Bu kitabı okurken toplumdaki koşullandırılmaları açısından erkekler işinin de zor olduğunu farkettim...Ne dersiniz?

Ben bu sorduğunuz soruyu o kadar önemsiyorum ki. Tabii ki erkek egemen sistemde kadının durumu hiç kolay değil. Ama erkek olmak da hiç kolay değil. Çünkü o verilmiş erkeklik kalıbına uymazsanız ya alay konusu oluyorsunuz ya da eleştiri alıyorsunuz. Mesela Adem sırf etraf ne der dediği için sevdiği kadınla evlenemiyor. Bunun o kadar derin uzantıları var ki... Erkek de eziliyor yani.

İSKENDER KATİL Mİ YOKSA KURBAN MI?


İskender bir katil mi kurban mı size göre?

Zor soru...Çünkü çok iç içe. İskender çok inciten, etrafına çok müdahale eden bir insan. Ama aynı zamanda İskender´e de çok müdahale edilmiş, çok da incinmiş. Hem kaba hırçın hem de çok sırça bir yüreği var. Zaten işte o yüzden yumak gibi. O yumağı bütünüyle anlamak önemli bence.

Kitapta başkalarının laflarıyla hayatını çıkmaz bir sokağa götüren bir erkek çocuk var. Bizde çok yaygın ´Başkaları ne der´ sendromu değil mi?

Bu şekilde yaşamak hayatımızdan o kadar çok şey götürüyor ve bu o kadar yaygın bir durum ki. Sürekli başkalarının dedikodularını, zanlarını düşünmekten ve bu yüzden kendimizi kısıtlamaktan, kendi yüreğimizin ne fısıldadığını duymaya fırsatımız bile olmuyor. Kitapta da bu konuyu çok önemsedim. Çünkü bütün hayatımızı etkiliyor bu durum.

Yine ilk defa bu romanda bir erkeğin iç dünyasına bu kadar derin girmişsiniz.

Evet, doğru. Beni annem ve anneannem büyüttü. Etrafımda erkek figürü yoktu. Kadınların sözlü kültürünü, hayatlarını gözlemlemeyi severim... Geleneksel kadını da çok önemserim, eğitimli, bağımsız kadını da. Benim romanlarımda ikisi de vardır. Ama erkeği, erkekliği anlatmak anlamında biraz daha geri planda tutuyordum kendimi. İlk defa bu romanla bu kırıldı. Burada esas gayem aslında İskender´i anlamaktı. Ve oğlumun çok payı var bunda. Çünkü yazarken çok düşündüm acaba ben de aynı hataları yapıyor muyum diye.

Yapıyor musunuz peki? Mevcut kalıplar içinde oğlunuza farklı kızınıza farklı davranırken buldunuz mu kendinizi hiç?

Buna hakikaten dikkat ediyorum. Çünkü her çocuk birbirinden o kadar farklı ki. O yüzden birey olarak bakmaya özen gösteriyorum. Mesela kızlar pembe, oğlanlar mavi giyer gibi ayrımlara hiç uymadım. Hatta geçenlerde oğlum ablasına özenip tırnaklarını boyamak istedi. Bıraktım boyasın. Ama tabii ki bir de bizim dışımızda bir toplum var. İleride okula başladığında toplumsal normları da öğretmem lazım. Ama her ne seçerse seçsin onu yine seveceğimi hissettirerek büyütmek bana daha doğru geliyor.

BEN BİR PERGELİM

Tasavvuf kitapta Yunus ve Zişan aracılığıyla dönüştüren, değiştiren bir güç olarak yer almış yine...

Tasavvuf bence pasif bir öğreti değil, insanı dönüştüren bir yaşam felsefesi. Kitapta ilk olarak Yunus karakteriyle yer aldı. Yunus çok derviş gönüllü bir oğlan. Tek derdi anlamak. Onun için çok severek yazdım. Ama Zişan da çok önemliydi. Zişan´ı romana yayabilirdim ama bilerek tadında bıraktım. O herkese açık bir pencere. Oradan bakmak isteyen okur anlıyor zaten. Ama İskender gibi birinin Zişan´la tanışması önemliydi, içsel dönüşümü açısından.

Pembe yine kendi vatanında ölüyor. Gurbete yaşayan insanların hep bir köklerini arama durumu var değil mi?

Var var. Ben bunu çok yakından gözlemliyorum. 30 yıldır orada yaşıyor ama döneceği günü iple çekiyor. Vatan diye, sıla diye bir şey var. Ve hepsinden önemlisi gurbet diye de bir duygu var ki o kolay kolay geçmiyor.

Siz aidiyet bakımından köklerini özleyen Pembe misiniz yoksa hiçbir yere ya da her yere ait Elias mı?

(Gülüyor) Zor soruyorsunuz...Ben Hz. Mevlana´nın bir başka bağlamda kullandığı pergel benzetmesini çok seviyorum. Bu ne demek? Pergelin bir sabit ayağı var. O ayak İstanbul´da. O sabit, değişmeyen bir sevda ve tutku benim için. Ama pergelin öbür bacağı sürekli çemberler çiziyor. O gezgin, göçebe bacak.

BU BENİM ALINTERİM

Son dönemlerde aydın sorumluluğunuzu yerine getirmediğiniz konusunda da eleştiriler aldınız Hatta Baba ve Piç´ten sonra yaşadıklarınızın sizi korkuttuğunu söylüyorlar. Korkuyor musunuz gerçekten?

Aslında bir sürü şeyi söylüyorum ben. Gazetede yazılarımda da yazıyorum. Ama benden beklenen kavgacı bir üslup ise ben buna girmem. Bu bir tercih. Çünkü ben bunu sevmiyorum. Aleyhime ne yazılar yazılıyor. Daha geçen hafta ulu orta bir sürü çamur atıldı. Ama ben bunlara cevap verirken bile işi şahsileştirmedim. Benim duruşum bu.

En çok okunan kadın yazarsınız ama keyfini çıkaramıyorsunuz galiba. Neden bu kadar üzerinize geliyorlar?

Aslında size bir şey söyleyeyim mi okurum beni o kadar mutlu ediyor ki... Biz bazen elit kesimin içerisinde yaşanan küçük tartışmaları, bütün Türkiye´de yapılan tartışmalar zannediyoruz. Halbuki böyle değil. Bence Türkiye´de kültürel elit, halktan daha tutucu, daha önyargılı olabiliyor. Oysa okur sadece kitabı okuyor. Eğer o kitabı sevmişse teyzesine, ablasına veriyor, Almanya´daki kuzenine gönderiyor. Ve bu tartışmalarla da hiç ilgilenmiyor. Eleştiriye her zaman kıymet veririm. Ama kitap eleştirisi olursa. Şahsa yönelik iftirayı, dedikoduyu duymayacağız. Çünkü duyarsak ve ciddiye alırsak, Türkiye´de yeni hiçbir iş yapamayız. Birbirimizi dibe çeker dururuz.

Tam da bu iftira konusuna gelmişken intihal iddialarına ne diyorsunuz. Siz İnci gibi Dişler´i okudunuz mu. Etkilenmiş olabilir misiniz gerçekten?

Hiçbir alakası yok. Son on gün içinde aslı astarı olmayan o kadar laf işittim ki. Önce benle söyleşi yapan gazetecilere Ipad verdiğim söylendi. Kitapla beraber promosyon dağıttığımız yazıldı çizildi. Kitabın kapağının çalıntı olduğu yazıldı. Son olarak da kitabın içeriğinin çalıntı olduğu yazıldı. El insaf...! Bu roman İngiltere´de İngilizce yazıldı. Ben dünyanın en köklü edebiyat ajanslarından biriyle çalışıyorum. Satır satır okudular bu romanı.. İngiliz yayıncım okudu, Amerikalı yayıncım keza. Mümkün mü böyle bir şey? Diyorlar ki orada da göçmen var, burada da; orada da ikizler var burada da, orada da camdan bakınca ayak görüyorlar burada da. Böyle edebiyat eleştirisi olmaz. Böyle bakarsanız onlarca ortak tema bulursunuz kitaplar arasında. Ben kimseye şahsi hiçbir cevap vermiyorum. Bir tek okuruma şunu söylüyorum. Bu benim 11´inci kitabım, 8´inci romanım. Bu benim alın terim, hayal gücüm. Türkiye´de iftira etmek, insanın emeğine çamur atmak bu kadar kolay olduğu için de üzüntü duyuyorum.

En son ne zaman hüngür hüngür ağladınız. Çünkü söylenenlere bazen gülüp geçiyorum, bazen hüngür hüngür ağlıyorum demişsiniz...

(Gülüyor) Ya bazen hatta çoğu zaman üzerinde durmuyorum. Çünkü okurlarımdan öyle mesajlar alıyorum ki....Hapishanelerden, kasabalardan, doğudaki öğretmenlerden, Almanya´daki işçilerden, Karadeniz´den, Konya´dan...Benim okurlarım arasında kulağı küpeli gitar çalan delikanlılar, liberaller, Kemalistler, muhafazakarlar, başörtülü kadınlar var. Genci yaşlısı, gelenekseli, eğitimlisi şimdi ben bu sevgiyi muhabbeti görüp de bundan nasıl duygulanmam. Nasıl ağlamam. Öyle ağlayalım. Çok daha iyi.

Eyüp gibi bir babam olun isterdim

Kitapta yine en derin yaralar ailede açılır diyorsunuz? Bu bir aile eleştirisi mi?

Bu hayatta gerçekten en çok sevdiklerimizi incitiyoruz. Kitapta sevginin bu karmaşık hallerine bakabilmek istedim. Onun için aileyi anlamak benim için önemliydi. Aynı evin içinde yaşıyoruz, bir sofrada oturuyoruz, bir ekmeği paylaşıyoruz. Fiziksel olarak bu kadar yakınken nasıl bu kadar uzak düşebiliyoruz? Beraber televizyon izliyoruz, 3-5 laf ediyoruz ama hakikaten konuşuyor muyuz? Ailede ilişkiler alışkanlıklar ve tekerrür üzerine gidiyor. Derinleşmiyor. Onlara biraz dikkat çekmek istedim. Kisveler, roller var üzerimize giydirilen. Aman kimse kırılmasın, bu kayık sallanmasın diye devam ediyoruz. Ama bence bu zarar veriyor. Ben aileyi çok önemsiyorum ama bence aile kolay bir kurum değil. Daha çok emek sarf edilmesi gerekiyor.

Sizin de belki de en derin yaranızı babanız açtı. Hala sorunlu mu ilişkiniz?

E bu böyle bir şey. Ben bunu herhangi bir öfkeyle, sitemle söylemiyorum. Ama dürüst bir şekilde söylüyorum. 40 yaşıma geldim ve çoook çok az görüşüyoruz. Ama mesela çocuklarımla görüşmek istediğinde her zaman kapım açık. Çünkü çocuklarım benden bağımsız bireyler. Kendi, hikayemin onların hikayesini gölgelemesini istemiyorum. Onun için güzel bir dede-torun ilişkisi kurabilirlerse buna memnun olurum.

Hiç konuştunuz mu bunu?

İnanın, farklı mevsimlerden geçtim kendi içimde. Duruma üzüldüğüm, kızdığım dönemler oldu Ama gördüm ki bu böyle benim hayatımda. Hakikaten kabul ettim. Sitem yok, öfke yok. Sadece boşluk... O bir yokluk. Bazı şeyler de yok hayatımda. Bunun da hayatımızda bir nedeni var belki.

Çocuklarınızın babalarıyla ilişkisinin sizinki gibi olmamasını, en çok yaşadığınız hangi duygudan dolayı istiyorsunuz?

Ya ben babasız büyüdüm. Dramatikleştirmek de istemiyorum ama bence bir çocuğun hem annesiyle hem babasıyla, güzel, yakın, candan bir ilişkisinin olması çok kıymetli bir şey. İnsanlar evlenebilirler, boşanabilirler. Ama çocuklarıyla kurdukları ilişki başka bir ilişki. Bunlara bence dikkat etmek ve yansıtmamak lazım, o boşluk olmasın diye hayatlarında. Ama zaten Eyüp o kadar candan bir baba ki, bu beni çok mutlu ediyor. Bazen ´Keşke benim de böyle bir babam olsaydı´ diyorum işin doğrusu...

Çok şükür evliliğimde bir problem yok

Elif Şafak aldatıldığına ve boşanacağına ilişkin basında yer alan haberlerin de asılsız olduğunu söylüyor. ´Bir sabah kalkıyorsunuz ve böyle bir şeyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Hep dedikodu yapmayı ve zan üretmeyi seven zihniyetin ürünleri bunlar. Başkalarının hayatına çamur atan insanlara hayret ediyorum. Çok şükür evliliğimde bir sorun yok´ diyor.

*
Elif Şafak’ın İskender’i

Pakize Barışta

Edebiyat, denge ve döngü üzerine kurulmuştur. Aynen doğa gibi.

Bu denge ve döngü, doğada olduğu gibi edebiyatta da dinamik, olağanüstü hareketli ve diyalektik karakterde bir yapılanmaya yol açar. Yani enerjik ve doğurgandır edebiyat; statik olana yer vermez hiç.

Bu yüzden de oburluğa karşıdır.

Edebiyat ürünü için düşünülen, planlanan her türden yükleme,sanılanın tam aksine bir durgunluk yaratır sonuçta. Böyle hallerde yazı akar belki; ama mana ve duygu akamaz bir türlü.

Bu durgunluk, çoğu zaman içeriye yüklenen malzeme çeşitliliği ve miktarıyla ilgilidir.

Oburluğu, edebiyatın özü, bünyesi reddeder; oburluğun insani bir duygusu yoktur çünkü. Daha da doğrusu, insani duygular, oburluğun içinde ortam bulup serpilemez, hatta boğulur.

Yazar, bir seçicilik uzmanıdır aslında. Hem kalitatif hem de kantitatif bir elitist seçicidir; dünyanın ve insanlığın belleğinde yer etmiş, köşeleri tutmuş belli başlı bilgi, olgu ve duygu alanlarının içinde varolan kültürel, tarihsel, sosyal, siyasal haberler ve diğer belgeler içinden yazısının ihtiyacı olanları -aslında anlamlı olanları- adeta cımbızlayarak seçer; sonra bu dış malzemeyi, minimum gerekli malzeme olarak kullanır. Böylece, yazı da malzemeye boğulmamış olur!

Elif Şafak’ın yeni romanı İskender, dış malzemeler konusunda fazla iştahlı davranmış ne yazık ki. Diğer nedenler bir yana, sadece bu bile İskender‘in edebi bir değere kavuşmasını engelliyor bence.

Fırat Nehri-Kürt-töre-namus cinayeti-kadının töre intiharı-köy düğünü-eşkiya-köy yoksulluğuyoksul yalnız yaşayan köy ebesi otçu kadın; feministler-anarşistler-nihilistler-çevrecilerpasifistler- punklar; tasavvuf-Uzakdoğu mistisizmi-İslam-Ömer Hayyam-Nemrut-Midas- Hudini; İngiliz ırkçı çeteleri-göçmen savunma çeteleri; Abu Dabi-Filistin/Gazze-FKÖ/Arafat... Bütün bu malzemeler ve burada sözünü etmediğim diğerleri, İskender‘de kullanılmış. Bazılarının anlatımı ise hayli didaktik, bir tür bilgilendirme buhranına dönüşüyor.

İskender projesinin has edebi sulara ulaşamamasının ana nedenlerinden bir başkası da, bu romanın tasarım olarak bir trüğe (ikizler) sırtını dayamasıdır bana göre. İkizler fenomeni, yazıda her zaman prim yapabilir; ama bu prim, has edebiyattan ziyade, popüler metinler, polisiye romanlar, science fiction romanlar, dizi senaryoları, hatta pembe diziler için geçerli olabilir. İkizler fenomeninin bugüne kadar has edebiyatta (ana tema ya da metnin ana aksı olarak) pek itibar görmemesinin, başı çekmemesinin nedeni, bu konunun kolayca sömürülebilir olmasıdır bana göre; ikizler, spekülatif değişik açılımlara kurgusal basit fırsatlar sağlar çünkü. Okuru etkileyebilir tabii ama bu etki, kalıcı olmayan değersiz bir etki olacaktır önünde sonunda. Bu yüzden de, yazarlar kaçınır bundan.

İskender romanının başkahramanı gibi sunulan İskender, aslında bir gölge başkahraman gibi. Çünkü Elif Şafak’ın kalemi, ikizler tuzağına düşmüş ve ortaya -belki yazarın iradesi dışındaikizlerden biri olan İskender’in annesi Pembe (ve ikiz kardeşi Cemile) çıkmış başkahraman olarak. (Kapakta yer alan İskender tasvirindeki Elif Şafak fotoğrafı -romana bu açıdan yaklaşıldığında- ayrı bir tasarım yanlışı ya, o da ayrı.)

İskender‘de edebi odaklanma çok zayıf; çabuk ve kolay dağılıyor bazı şeyler. Bana göre bunun nedeni, yazarın ‘duygu‘yu, kendi içinden ziyade, dışarılarda araması; bulduğunu düşündüğünde de, metnin içine yerleştirmesi; yani bir nevi ‘duygu’yu ithal etmesi... Bunun sonucunda da, kusurlu bir patchwork çıkıyor ortaya tabiatıyla; gereğinden fazla derlenmiş, kurgulanmış, parçaları eklemlenmiş, hesaplı kitaplı bir mühendislik edebiyatı diyebileceğim, derinliği olmayan yatay bir odaklanmayla karşılaşıyoruz.

Görüldüğü gibi yapısal bir sorun var İskender‘de; zaten bu yazı da, romanın bu sorunuyla ilgili; durum, edebi bir değerlendirmeye izin vermiyor zira bu haliyle. (Ayrıca İngiliz kültürü almış, töre kültüründen uzaklaşmış İskender’in -ki İngiliz sevgilisi var kendisinden hamile kalannamus cinayeti işlemesi de ne kadar inandırıcı?)

İskender‘de adeta kazı yaparak ortaya çıkaracağımız hiçbir duygusal değer yok mu derseniz, az da olsa var: Pembe-Elias duygusal ilişkisi. Dengeli bir duygu derinliği, aşkın fırtınalı, altüst edici heyecanının gizlendiği saygılı, özgün bir duygusal ilişki bu.. sahici bir aşk.

Ezcümle, İskender romanı duygudan çok içerik ağırlıklı popüler bir roman.

(İskender, Elif Şafak, Çeviren: Omca A. Korugan- Elif Şafak, Doğan Kitap)


*
Erkek kılığındaki Elif Şafak'ın kapak fotoğrafı

Sahi bir romanı neden alıp okuyoruz? Yazarından dolayı mı, yoksa içeriğinden ötürü mü?

CÜNEYT ÖZDEMİR


Elif Şafak yeni bir roman yazmış. Romanın adı İskender. Kapağında Elif Şafak’ın İskender kılığında çektirdiği bir fotoğrafı var. Birkaç gündür bu fotoğrafı ve anlamını aramızda tartışıp duruyoruz. Bugüne kadar Elif Şafak’ın da başını çektiği, Orhan Pamuk gibi pek çok popüler romancıya, basına verdikleri röportajların çokluğu nedeniyle ağır eleştiriler getirilmişti. Elif Şafak bu eleştirilere aldırmadığı gibi çıtayı bambaşka bir yere taşımış durumda. Konuyu tartıştığımız grubumuz ikiye bölündü. Bir kısmımız, bir yazarın edebiyat eserinin kapağına kendi fotoğrafını basmasına itiraz ediyor. Romanı kendi bağlamından kopartıp tamamen bir yazar promosyonuna döndürdüğünü düşünüyor. Diğer bir kısmımız ise yazarların zaten verdikleri röportajlarla bunu yaptıklarını, Elif Şafak’ın ise belki de kendine getirilen bütün eleştirilere böylesine bir meydan okumayla aldırmadığını gösterdiğinden dem vuruyor. 

Sahi bir romanı neden alıp okuyoruz? 

Yazarından dolayı mı, yoksa içeriğinden ötürü mü? 

Yazarlar isteseler de istemeseler de aslında birer markaya dönüşmüş durumdalar. Orhan Pamuk yeni kitabını çıkarttığında aslında daha önceki kitaplarındaki başarı hikâyesi ile size benzer bir başarıyı da vaat ediyor. Yeni kitabının da en az diğerleri kadar iyi olacağını sadece adını kitabın üzerine yazarak söylüyor. İhsan Oktay Anar ya da Elif Şafak’ta da durum farklı değil. 

Peki ama isim varken neden fotoğraf? 

Asıl ilginci, Elif Şafak’ın, yazdığı kitabın kahramanı rolüne bürünüp poz vermiş olması. Mesele yazarın 
erkek kılığına girmiş olması da değil, kitabındaki kurmaca kahramanı, ete kemiğe bürünerek (hatta kendinin bir sureti olarak) karşımıza koyması. Kurmaca kitaplarda bütün betimlemelerde, tasvirlerde, tanımlamalarda yazarlar bize kahramanlar ve mekânlar sunar. Yazının sinemadan farkı, bizim kafamızda yazarın verdiği bu ipuçlarını canlandırmamız ve yazarın var ettiği evreni tekrar inşa etmemizdir. Bu sayede bir kurmaca kitabın her okuyan kişideki çağrışımı farklıdır. Edebiyat biraz da yazar ile okur arasındaki bu kişisel köprüden geçer. Bu yüzden pek çok kurmaca roman kapağında gerçek kişiler değil metaforlar kullanılır. Oysa Elif Şafak şimdi okurlarına yeni bir yol haritası çiziyor. 

“Benim kitabımın kahramanı İskender işte böyle bir şeye benziyor” diyor. 

Belki de biz abartıyoruz ve Elif Şafak’ın tam da yapmak istediğini yapıyoruz. Baksanıza kitabı daha elimize almadan İskender’i konuşup tartışmaya başladık bile... İskender kitabı için şimdiden 165.000 sipariş verilmiş. 

Peki bu bir başarı mıdır, isterseniz onu da bir sonraki yazıda tartışalım. 

Bana lagosun tarifini yapabilir misin Abidin? 

Balıkçı lokantasındaki garson tüm nezaketi ile mönüdeki yerini parmağıyla gösterip “Size bir lagos yaptırayım, tam mevsimi” dedi. O an aklıma lagos balığının neye benzediği geldi. Gözümde canlandırmaya çalıştım ama nafile. Sanırım hayatımda hiç canlı bir lagos balığı görmemiştim. Belki balıkçı tezgâhlarında bir-iki defa göz göze gelmiş olabiliriz ama en azından ben lagosun nasıl bir şeye benzediğini bilmiyordum. Benzer bir durum et lokantalarında da oluyor. Garson tüm kibarlığı ile “Ben size bir bonfile yaptırayım” dediğinde bonfilenin hayvanın neresindeki etten çıktığını gözümde canlandırmaya çalışıyorum. 

Kabul edelim ki etoburluk kolay bir şey değil. 

Bir süre önce müdavimi olduğum kafedeki dilli sandvicin hayvanın dilinden kesilen et ile yapıldığını fark ettiğimde sadece dilli sandvici değil tüm etobur hayatımı bitirmek üzereydim... Peki ya siz mesela bir balıkçı restoranında otururken mönüye bakıp sipariş verdiğiniz balığın neye benzediğini biliyor musunuz? Ya da bir et lokantasında yediğiniz şiş kebabın hayvanın neresinden kesilip önünüze servis edildiği konusunda bir fikriniz var mı? 

Tüketim toplumu, bizi yediklerimizin içeriği konusunda çok farklı algılarla donatıyor. Mesela bir hamburgerin reklamına baktığınızda bir hayvan resminden çok, yediğiniz ile mutlu olacağınız bir tüketim objesi görüyorsunuz. Kimi tavuk reklamlarında ‘beni ye’ diye size göz kırpan şirin tavuğu ya da bizim geleneksel kasap vitrinlerinde yer alan zavallı şirin kuzu oyuncaklarını bir kenara koyarsanız tükettiğimiz pek çok yemek kendi anlamından kopmuş bir hamburger ya da bir porsiyon yemek olarak masamızda kendine yer buluyor. Masanın başında, hayatımda şeklini şemalini bilmediğim lagosun kızarmasını beklerken aklıma Facebook’un kurucularından Zuckerberg’in geçen günlerde bu duruma itiraz eden bir demeci geldi. Zuckerberg, “Birçok insan domuz eti yemeyi sevdiğini söylüyor, ancak  yedikleri domuzun bir zamanlar yaşadığı gerçeğini göz ardı ediyorlar. Bu bana tamamen sorumsuz bir davranış olarak geliyor. İnsanların ne yedikleri benim için önemli değil ancak insanlar yedikleri yemeği göz ardı etmektense onun sorumluluğunu bizzat kendileri almalı ve ona şükretmeli” diyordu. 

Peki, sizce haksız mı? 

Bir balık restoranında ya da et lokantasında çatalınızı tabaktaki porsiyona bu düşüncelerle atsanız sizce bir şey değişir mi? 

Dedim ya, etoburluk zor zenaat!

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9