"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

31 Aralık 2013 Salı

KENDİNE AİT BİR ODA-VİRGİNİA WOOLF


SELİM İLERİ

Radikal Kitap 

'Kendine Ait Bir Oda'yı yıllar önce başka bir çeviriden okumuş, pek tadına varamamıştım

‘Kendine Ait Bir Oda’ beş-altı yıl sonra 90 yaşında olacak. Virginia Woolf bu eserinin çekirdeğini, 1928 yılında Cambridge Üniversitesi’nde bir konuşma olarak
var etmiş. ‘Kendine Ait Bir Oda’ yayımlandığı günden beri ilgi devşirmeye devam ediyor. 
‘Kendine Ait Bir Oda’yı bu kez İlknur Özdemir çevirmiş dilimize; Türkçe açısından kusursuz bir çeviri, hayranlık duyarak okuyorum. 
Öyle anlaşılıyor ki, Kırmızı Kedi Yayınevi Virginia Woolf külliyatına yol almakta. İlknur Özdemir, ‘Mrs Dalloway’i de Kırmızı Kedi için çevirmişti. Biraz
ürkmüştüm. Çünkü bu eşsiz romanı Tomris Uyar’ın çevirisinden okumuştum. Sonra, Özdemir’in çevirisini okumaya başlayınca, daha ilk cümlede önemli bir ayrım
çıktı karşıma. Bütün romanın anlatımını değiştirebilecek bir ayrım. Bence tartışılmaya değer. 
‘Kendine Ait Bir Oda’yı yıllar önce başka bir çeviriden okumuş, pek tadına varamamış, bulanık sularda gezinmiştim. Şimdiyse eser pırıl pırıl görünüyor, dupduru,
alabildiğine açık seçik. Bir kez daha ‘çevirinin önemi’ karşımıza çıkıyor. 
Ama bambaşka bir sorun da karşıma çıktı. Kadının edebiyatla, yazıyla çiziyle özgürce uğraşmasını dileyen Virginia Woolf, bir ara şöyle diyor: 
“Sizlere ancak önemsiz sayılacak bir hususta fikir verebilirdim – bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.” 
1928’e varan süreçte, kadın kurmaca yazarlarının çileli yaşamlarını, sarp yollarını söylüyor bir bakıma. Bense yakın dönem edebiyatımızın, Türk edebiyatının
çilekeşlerini düşündüm. Kadınların yanı sıra erkekler. Hatta erkek yazarlar sayıca daha kalabalık. Üstelik yıllar 1928 falan değil, 70’lere, 80’lere uzanıyor.
Bugüne uzanıyor. 
‘Handan’ 1912 tarihlidir. O çağda bir kadın yazarın kaleminden çıktığına inanılamayacak kadar cesur bir roman. Ufak tefek skandallar kopmuş ama, Halide Edib
Hanım yolunda yürüyüp gitmiş. Pek parası yokmuş, ne var ki kendine ait bir odası olduğunu anılarından, ‘Mor Salkımlı Ev’den öğreniyoruz. 
Çeyrek yüzyıl sonra Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir, adsız sansız ötekiler, hiçbirinin parası yok, kendilerine ait odaları yok, cezaevindeler.

Tanıdığım şairler, hikâyeciler, bir ikisi dışında romancılar bir ömür boyu edebiyatla geçim sağlayamadılar. Behçet Necatigil öğretmendi. Edip Cansever babadan
kalma antikacılığı sürdürüyordu. Vedat Günyol, Rauf Mutluay öğretmenim oldular. Kemal Tair ‘Devlet Ana’ya kadar takma adla romanları, hatta Mayk
Hammer’ler yazdı. Dağlarca’nın kitabevi vardı. Oktay Rifat Devlet Demiryolları’nda avukattı. Örnekleri istediğinizce çoğaltabilirim. 
Demek, coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre koşullar adamakıllı değişiyor. 
Virginia Woolf yazmak dediğimiz edimin ıcığını cıcığını deşiyor. Başarıya giden yolda, yazarın, hiç değilse geçinecek kadar para kazanmasını zorunlu görüyor.
Sonra tabii kendine ait bir oda. Brontë Kardeşler’in serüvenini deşerken bu soydan kaygıları büsbütün gözler önüne seriliyor: 
“(...) hem de bu kadınlar, o saygıdeğer evde bütün ailenin oturduğu odada, ‘Uğultulu Tepeler’ ya da ‘Jane Eyre’i yazmak için her seferinde birkaç tabakadan fazla
kâğıt alamayacak kadar yoksuldular.” 
77. sayfadan alıntı. Bu kez de yazmak nasıl engelleneez bir dürtüdür diye düşündüm, durdurulamaz, frenlenemez. 
Emily Brontë ‘Uğultulu Tepeler’in ne kadar çok sevildiğini hiçbir zaman göremedi. Belki bu sevgiyi düşlemedi bile. Ama yazdı. 
Virginia Woolf’a gelince, çıldırıya varan bunalımlara rağmen yazdı. Daha güvençli, özgüvenli olduğu halde, yazdıklarından hep endişe duydu. Yirminci yüzyılın
en büyük romancılarından biri bugün. Büyüklüğün pahasını canına kıyışla ödedi. 
İlknur Özdemir’in çevirisinden ‘Kendine Ait Bir Oda’yı mutlaka okuyun. ‘Gerçek’ yazarlığın hangi sancılardan geçtiğine tanık olacaksınız. 



"Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi."
Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üniversitesi'ndeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşması üzerine şekillenmiştir. İngiltere'de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerinden bir yıl sonra yayımlanan kitap o tarihten günümüze feminizm tartışmalarının locus classicus'u olageldi. Jane Austen ve Charlotte Brontë'den, kadınların niçin bir Savaş ve Barış yazamadıklarına; Shakespeare'in hayali kız kardeşinden bugün de tartışılmaya devam eden kadının yoksulluğu ve namusu başlıklarına, hatta yaratıcılığın doğasına kadar uzanan geniş bir yelpazede kalemini özgürce oynatan Woolf, kadınlara edebiyat alanında bir çıkış yolu gösteriyor.

"Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır," diyen Virginia Woolf'un sesi, aradan geçen sekseni aşkın yıla rağmen gücünü ve etkinliğini koruyor.


*

“Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece önemli olan tek şey budur; bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi önemli kalacağını kimse söyleyemez. Ama kafanızda yarattığınız dünyanın tek bir telini, elinde gümüş bir kupa tutan bir başöğretmenin ya da bir ölçü defteri tutan profesörün sözüne uymak için gözden çıkarmak en aşağılık ihanettir ve eskiden insanların başına gelebilecek en büyük felaketler arasında sayılan bekaretin ve servetin gözden çıkarılması bunun yanında yalnızca bir pire ısırığı gibi kalır.” 

"Yoksa öfke, gücün o bildik refakatçi cinlerinden miydi?"

"Sekiz çocuk doğurmuş bir kadın dünyanın gözünde yüz bin pound kazanmış bir avukattan daha mı değersizdi?"



"Evlilik, özellikle şövalye niteliklerine sahip yüksek sınıflarda, kişisel bir beğeni olayı değil, ailesel bir açgözlülük meselesiydi."

"Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte ise hiç görülmez. kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazamaz ve kocasının malıdır. tarih kadından hemen hemen hiç söz etmez."

"Kadının eleştirisi karşısında duydukları tedirginliği ve bir kadının herhangi bir eleştiriyi, bir kitabın kötü, bir resmin yetersiz olduğunu ya da başka bir şeyi, aynı eleştiriyi getiren bir erkekten çok daha fazla acı vermeksizin söylemesinin olanaksızlığını da açıklar. çünkü kadınlar gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumsuzluğu yok olur. aynadaki görüntü son derece önemlidir, çünkü canlılığı pekiştirir. bunu elinden aldığımızda erkek, kokaini elinden alınan bir uyuşturucu bağımlısı gibi ölüp gidebilir."

"İmzasız birçok yapıtın ardında bir kadının gizlendiğini varsayacak kadar ileri gidebilirim.

"Her şey, dahiyane bir yapıtın bir bütün olarak ve hiç örselenmeden yazarın usundan çıkabilme olasılığına karşıdır. genelde maddi koşullar buna karşıdır...üstüne üstlük tüm bu güçlükleri belirginleştirip katlanılmasını daha da güçleştiren, dünyanın o meşum vurdumduymazlığı vardır. maddi güçlükleri aşmak olanaksızdı; ama daha kötüsü, maddi olmayanlardı. keats ve flaubert ile öbür erkeklerin güçlükle katlandıkları dünyanın aldırmazlığı, kadınların durumunda aldırmazlık değil, düşmanlıktı. dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor, demiyordu. dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı diyordu. yazmak senin neyine? her zaman karşısında başkaldırılacak, üstesinden gelinecek, bunu yapamazsın, onu beceremezsin diyen o iddia vardı."

"Kendileri için söylenenlere en çok aldıranlar, tam tersine deha sahibi kadınlar ve erkeklerdir... yazın, başkalarının düşüncelerine mantığın ötesinde aldırmış kimselerin enkazlarıyla kaplıdır."

"Başyapıtlar, tek ve her şeyden ayrı olarak doğmazlar; yılların ortak düşüncesinin ürünüdürler."

"Her durumda roman, insanın iç gözünde belli bir biçimin izlerini bırakan bir yapıdır."

"Kabaca dile getirilecek olursa, 'önemli' olan futbol ve spordur; modaya taşınmak, giysiler satın almak 'önemsiz'dir. ve bu değer ölçütleri kaçınılmaz biçimde yaşamdan yazına aktarılırlar. eleştirmen, 'bu önemli bir kitap' diye düşünür çünkü savaşı ele almaktadır. 'bu önemsiz bir kitap' diye düşünür, çünkü oturma odasındaki kadınların duygularını ele alıyor. değer ölçütlerinin farklılığı, daha incelmiş biçimlerde her yerde varlığını sürdürür."

"Kitaplıklarınızı istediğiniz kadar kapatıp kilitleyin; ama benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur..."

"Bir kitap art arda dizilen cümlelerden değil, bir benzetme yapmak gerekirse, kemerlere, kubbelere dönüştürülmüş cümlelerden meydana gelir."

"Kadınlar erkekler gibi yazıp erkeklere benzerlerse, çok yazık olur; çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz? eğitim, benzerlikler yerine farklılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir?"

"İki cinsin birbirine kışkırtılması; üstünlük iddialarının ve zayıflığın bir tarafın üstüne yıkılması, insanlığın taraflara bölünmüş olduğu ve bir tarafın öbürünü yenmesi gerektiği gibi konular, kürsüye çıkıp başöğretmenin elinden süslü püslü bir kupa almanın çok önemli olduğu ortaokul aşamasına aittir.

"Eğitim, benzerlikler yerine ayrılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir?"

"Akşam insanın yanında önemli bir görüş ve güvenilir bir gerçekle eve dönmemesi umut kırıcıydı."

"İnsanlar olgunlaştıkça "taraflara" inanmayı bırakırlar."

"Aynı kitaba bu "bu müthiş bir kitap" hem de "bu değersiz bir kitap" denmektedir. Hayır, değerlendirme yapmak, zamanın hoş geçmesini sağlamakla birlikte, tüm uğraşların en gereksizidir ve değerlendirme yapanların dediklerine boyun eğmek tutumların en onursuzudur. Yazmak istediklerini yazdığın sürece önemli olan tek şey budur, bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi önemli kalacağını kimse söyleyemez."

"Tutulacak en iyi yol... akıldakilerin hepsini havayla temas ettirmekti..."

"Sağımda ve solumda bir tür altın sarısı ve koyu kırmızı çalı, ateşin ısısıyla yanarmışçasına rengarenk ışıyordu. Kıyının biraz ilerisinde söğütler, saçlarını omuzlarına dökmüş, sürekli bir yas içinde ağlaşıyorlardı. Nehir gökyüzünde, köprüden o an için seçtiğini yansıtıyordu ve bir üniversiteli sandalını yansımaların içinden kürek çekerek geçirdikten sonra, sulardaki yansımalar sanki oradan hiç geçilmemiş gibi yeniden bütünleniyorlardı. İnsan orada, düşüncelere dalmış, saatlerce oturup kalabilirdi. Hak ettiğinden daha onulu bir sözcükle adlandırdığım aklım, oltasını nehre sallandırmıştı. Dakikalar birbiri ardından gelip geçtikçe, o da yansımaların ve yeşilliklerin arasında, kendini sulara bırakmış, bir batıyor, bir çıkıyor, bir o yana bir bu yana sallanıyordu, ta ki sonunda ucuna bir düşünce takılana dek. Ve sonra ip, sakınımlı biçimde yukarı çekilip yakalananlar özenle yere seriliyor. Yazık, çimenlerin üzerine yatırılınca düşüncem ne denli önemsiz, ne denli basit görünüyor, usta bir balıkçının semirip günün birinde pişirilip yenmeye değer olabilmesi için suya geri bıraktığı türden bir balık."

*

Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü birer ayna görevini yerine getirmişlerdi.

Uygar toplumlarda kullanımları nasıl olursa olsun, aynalar, tüm şiddete dayalı ve kahramanca eylemler için gereklidir. Napolyon ve Mussolini, her ikisi de bu nedenle kadınların zayıflığı üzerinde önemle dururlar, çünkü kadınlar daha aşağı düzeyde olmasalardı büyüteç işlevini yerine getiremezlerdi.

Kadın gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumluluğu yok olur. Erkek sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde kendini gerçek boyutlarının en az iki katında göremezse, kararlar vermeyi, yerlileri uygarlaştırmayı, yasalar koymayı, kitaplar yazmayı nasıl sürdürecektir?

Her bir onluğu bozdurduğumda pasın ve çürümüşlüğün birazı silinip çıkıyor; korku ve burukluk yok oluyor. Bozuklukları çantama koyarken o günlerin burukluğunu anımsayıp, belirli bir gelirin insanda yarattığı huy değişikliği gerçekten olağanüstü, diye düşündüm.

1470 yıllarında yani Chaucer’in yaşadığı çağın hemen sonrasında: Evli kadınların kocalarınca dövülmesi erkeklerin yasal hakkıydı ve bu hak, yüksek sınıflarda olduğu gibi aşağı sınıflarda da utanç duyulmadan uygulanırdı! Aynı biçimde, anne babasının seçtiği beyefendiyle evlenmeye karşı çıkan kız çocuk, kamuoyunda hiçbir tepki uyandırmadan odaya kilitlenip dövülebiliyor, yerden yere savrulabiliyordu. Evlilik, özellikle ‘şövalye’ (nezaket ve cömertlilik) niteliklerine sahip yüksek sınıflarda, kişisel bir beğeni olayı değil, ailesel açgözlülük meselesiydi… Evlenecek taraflara çokluk beşik kertmesi yapılır, evlilikse 

Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen gerçekleştirilirdi!

Bundan sonraki değinme iki yüzyıl sonrasına aitti, Stuartlar zamanında: Yüksek ve orta sınıf kadınlarının kocalarını kendilerinin seçmesi hala kuraldışı olmayı sürdürüyordu ve koca bir kere seçildi mi, efendi ve sahip oluyordu, en azından yasa ve gelenekler izin verdiğince.

Kurmaca yazın yazarları arasında… Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermontes akla bir çığ gibi üşüşen bir sürü ad ve bunlardan hiçbiri ‘kişilik ve kişilik yapısından’ yoksun kadınları anımsatmıyor. Gerçekten de kadınlar, yalnızca erkeklerin yarattığı kurmaca yazında varolsalardı, kişi onları son derece önemli, çok çeşitli, kahraman ve kötü, görkemli ve aşağılık, olağanüstü güzel ve iğrenç, bir erkek denli yüce, kimilerinin düşündüğü gibi daha da üstün bir insan sanabilirdi.

Ama ne yazık ki, kendileri için söylenenlere en çok aldıranlar, tam tersine, deha sahibi kadınlar ve erkeklerdir.

Sağlam kütlesi ve kubbeleriyle İstanbul’daki Ayasofya belirir karşımızda.

Örgü ve yergi, her ikisi de bir anlam taşımazlar. … bir değerlendirme yapmak, … tüm uğraşların en gereksizidir  ve yapanların dediklerine boyun eğmek tutumların en onursuzudur. Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece önemli olan tek şey budur, bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi kalacağını kimse söyleyemez. Ama kafanızda yarattığınız dünyanın tel bir telini, elimde gümüş bir kupa tutan başöğretmenin ya da bir ölçü cetveli tutan profesörün sözüne uymak için gözden çıkarmak en aşağılık ihanettir.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9