"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

11 Aralık 2013 Çarşamba

SAVUNMA SALDIRIYOR-JACQUES VERGES


Kimsiniz? Neyi temsil ediyorsunuz? Nedir tarihsel olarak varlık nedeniniz? Bunlar yargıçların, savcıların ve sanıkların her davanın eşiğinde kendi kendilerine sormaları gereken sorular.

Savunma politikasında her zaman iki yöntem olmuştur: Varolan adalet mekanizmasını kabul eden uyum savunmaları (Dreyfus, Challe) ve yeni bir gerçekliği gözler önüne sermeyi hedefleyen kopuş savunmaları (Sokrates, Dimitrov). Birinciler kafalarını kurtarırken, ikinciler davalarını kazanmışlardır.
Davaların, mahkeme salonunun dört duvarı arasında kalmadığı, dünyanın gözleri ve kulakları önünde yer aldığı günümüzde, hem davasını kazanıp hem de kafasını kurtaranların sayısı artmaktadır. "Uygarlık"larının ve ellerinde tuttukları öldürme gücünün verdiği güvenle davranan tuzukurular, "adaletlerinin" geçerliğinin kalmadığını, tek söz söyleme hakkının kendilerinde olmadığını anlamalıdırlar artık.

*

Giriş, s. 13-18.

Suçsuz bir toplum, gülsüz bir gül fidanı gibidir: tasavvuru imkânsız. Çelişki varoluşunun tam koşuludur, suç da hayatın kendisine, değişmesi için çaktığı bir sinyal: Uruffe papazınınki gibi tek bir cinayet, Kilise mensuplarının o zor bekâret sorununu, Konsillerden önce ivedilikle ortaya koymuştu; tıpkı Liège'deki ötanazi davasının tıp ilkelerinin bilim ve ticaretteki eşzamanlı gelişmelere ayak uydurmasını önermesinde olduğu gibi.

Davanın işlevi bireylerle toplumlar arasındaki çelişkileri, bizzat sanıkların rızasıyla –en azından boyun eğişiyle– çözmektir. Toplum savunusu, ıslah, yeniden sınıflandırma, bağışlama, sınama gibi büyük lafların gerisinde toplumun hedeflediği, savurgan çocuklarını toparlamaktır; bir yargıcın işleyebileceği en ağır hata da, iyi aile evladını yasa düşmanıyla karıştırmaktır. İşte o zaman, rolüne ihanet etmiş olur ki, bu rol, sanığa, kendi kendini keşfettirerek teslim olma imkânı sağlamaktır. Suç ve Ceza'da Sonya, Kovalanan Adam'da Léontine: Her katilin gönlünde bir orospu yatar. Bu sadece Slav ruhuna ya da serseri takımına has bir özellik değil. Kendini Komün'ün Bonaparte'ı sanan subay Rossel, ölmeden önce, hem yargıcı hem celladı olan Albay Merlin'in elini sıkmak istemiştir. Merlin reddetti. Hatalıydı: Rossel'i sömürge seferlerinde kullanabilirdi.

Ama bazen, Devlet'in bağrında tehdit edici güçler de serpilir, yabancı vücutlar gibi. İddiaları, var olan düzeni doğrultmak yerine onu yıkmak ve yeni bir düzen getirmektir. Her tür uzlaşmayı devre dışı bırakan çelişkilerdir bunlar. Bir iç savaşa ve kolektif bastırma önlemlerine yol açmadıkları sürece, adaletin işlevi bu çelişkileri elinin altındaki imkânlarla çözmeye çalışmaktır – bu da umutsuz bir iş değildir, çünkü sanık her zaman ilan ettiği yeni dünyanın o kadar da bilincinde değildir; çoğu zaman yargıçlarıyla mevcut yasaların meydanında karşılaşmayı kabul eder, hele, tarihin bir cilvesiyle, bu yasalar geçici olarak kendisine lütufkâr davranıyor gibiyse.

Devlet güçlü olduğu sürece adalet gerçekten bir Devlet meselesidir; ama buhran içine düşmeye görsün, yeniden büyük harfli oluveren Adalet'e hesap vermek zorunda kalır. Artık hükümran olarak davranacak gücü kalmadığı içindir ki, kudretli döneminde saptadığı kuralların bu kez kendine karşı çıkarıldığını görür. Oysa adalet, ister ilah gibi süslensin, ister paçavralara bürünsün, yönetici sınıfların emrindeki şu işlevini değiştirmez: Yasanın çiğnenmesiyle ortaya çıkan toplumsal çelişkileri bu sınıfların lehine çözmek.

Bunlar sahte uyum ya da örtük kopuş davalarıdır. Tarafların en azından biri, yasayı ve ahlakı kabul ediyormuş, hatta savunuyormuş görünerek sorunu ta başından salt kendi siyasal çıkarına göre çözer. Peçesiz yürümeyecek kadar ihtiyatlı olduğu için, demirden yüzüne bir yasa maskesi takar.

Can sıkıcı, heyecansız adamlar, uzun duruşmalar tünelinde mutlak bir kopuşun parıltısı tarafından aydınlatılmayan rakiplerin kör dövüşüne giriştikleri bu kâbus davalara bayılırlar. Savaştan ya da ticaretten ne daha fazla, ne daha az zalim olan bu dünyayı anlamaya çalışsalar, daha iyi ederlerdi.

Pek çok adli hata işin başında ille de birer siyasal hata değildiler. Girişim başarısızlığa uğrayınca siyasal hata oluverdiler. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Rosenbergler davasının amacı, bir casusluk gerçeğini ortaya çıkartmak değil; SSCB'nin teknolojik sıçrama skandalını, tek başına, Moskova ajanları diye tanıtılan Amerikan komünist ve ilericilerinin ihanetiyle açıklamaktı. Son dakikaya kadar, bağışlanmaları için gereken şey suçsuzluklarını doğrulayacak yeni bir unsur değil, suçlarının itiraf edilmesiydi.

Apolitik bir adalet maskesinin ardında beliren, kopuş –ister açık kopuş, ister aldatmaca uyum olsun– davalarının mantığıydı: antiadalet. Burada, suçsuzdur suçlu, suçludur suçsuz. Hafifletici nedenlerden önce olumsuz bir işaret gereklidir; ağırlaştırıcı nedenleri mümkün kılan da olumlu bir işarettir.

Ceza davasının üslubunu belirleyecek olan temel ayrım, sanığın toplumsal düzen karşısındaki tavrıdır. Düzeni kabul ederse dava mümkün olur ve açıklamalarını getiren sanık ile değerlerine saygı gösterilen yargıç arasında bir diyalog oluşturur. Sanık eğer düzeni reddederse, adli makine parçalanır; bu bir kopuş davasıdır.
Sorun yokluğundan ötürü dava yokluğu –adaletin sıfır noktası– ile, kopuş davasının büyük coşkunluğu arasında yüz çeşit renk ayrımına, yüz farklı dereceye yer vardır elbette.

Kopuş davası ya da uyum davası, bunlar sadece birer şema. Kopuş her zaman mutlak değildir, uyum nadiren mükemmeldir, boyun eğiş hiçbir zaman isyandan arınmış değildir. Hatta, dava senfonisinde suçlama ile savunmanın yaklaşımları birbirine karşıt olduğunda bile, diğer araçları hesaba katmak gerekir: müdahil taraf, basın, daha genel olarak kamuoyu, tanıklar, yargıçların kendileri, jüri üyeleri. Louis'nin davası Saint-Just'e göre bir kopuş davasıdır; krala göreyse anlaşılması imkânsız bir dava.

Adi suç davası ile siyasi dava arasındaki eski ayrım, ikinci planda kalır; adi suç davaları çoğu zaman uyum, siyasi davalar da kopuş davaları olsalar da böyledir bu – zira bu iki tanım örtüşmez.
Devletlerin mutlak bozgununa kadar varan ihtilalci savaşlarla kıyaslanınca sonuç itibariyle sınırlı kalan 18. Yüzyıl savaşları için ihtilal sırasında kullanılan terimle, tüketim toplumlarındaki pek çok siyasi çatışma sıradan "kabine çatışması" oluvermiştir. Artık dürtünün soyluluğu, önemsiz siyasi suçlara burjuva saygınlığı kazandırmaktan öteye geçmez.

Bu toplumun kıyısında, kendilerine şiddet ve zulüm layık görülmüş olanların cephesinde olgunlaşan suçlar, daha derin kopuşları dile getirirler, her ne kadar açlık, işsizlik, fuhuş adi suç davaları konusu olsa da. Portreleri kulübe duvarlarını süsleyen Cartouche ve Mandrin de kopuş kahramanlarıydı.
Rakipler, iki tavır, kopuş ya da uyum arasında seçim yapma hakkına sahip olursa, başlıca üç bileşim mümkündür: uyum-uyum, uyum-kopuş, kopuş-uyum.
Birinci varsayımda, iki taraf iyi oynama koşuluyla, aynı anda kazanabilir – düşman, dosya, yani Kader olduğuna göre.

İkinci ve üçüncü varsayımlarda, kopuşu seçen, kaybettiği anda masayı devirme olanağına sahiptir her zaman; oyunun hâkimidir. III. Richard ile Lady Anne'ın karşılaşması sırasında adli cephede meydana gelen –uyumdan kopuşa– değişimin etkinliği hayranlık uyandırıcıdır. Lady Anne'ın kocasının, sonra babasının, en sonunda da aralarındaki açık tabutta cesedi yatan kayınpederi VI. Henry'nin katili olmuş Richard, önce cinayeti inkâr etmeye çalışır. Ama Lady Anne onu itirafa zorlar. O zaman Richard, öldürdüğünü kabul etmekle yetinmeyerek Lady Anne'ın yatağına girmek için diretir.(1) Lady Anne, yenilmiştir, kabul eder.

Bir davanın üslubu böylece suçlama ile savunma arasındaki karşıtlığın hakiki niteliğini de en iyi açığa vuran araçtır: 1961'de Kudüs' te, "nihai çözümün", altı milyon Avrupalı Yahudinin bilimsel katliamının başlıca sorumlularından SS albayı Eichmann'ın davası başladığında, bunun tarihteki en büyük kopuş davası olacağı düşünülebilirdi. Bir uyum davası oldu. Kudüs yargıçlarının Eichmann'ın ardında mahkûm ettikleri, dayanışma içinde bulundukları emperyalizm değildi, onun Nazizmle aldığı şekildi; cinayet değildi, sadece cinayetteki hırpanilikti. Nazizmin vahşetleri bu ışık altında Cermen ırkından gelen bir çeşit Marquis de Sade'ın canavarca kâbusu, bir ruh hastalığı halini alıyordu ve psikopatik bir kahramana dönüşen Eichmann da, bizzat bu hastalığın kurbanı olduğunu ileri sürebilirdi. Asya'da bugün açlığın siklon gazından daha iyi öldürdüğünü ve insanın başını daha az belaya soktuğunu bilen yargıçların önüne böylece, "kötülüğün dile sığmaz, ürkütücü banalliği"(2) sorununu getirmiş oluyordu.

Dava toplumsal çelişkilerin bireysel görünümleri altında gün ışığına çıkarılması ise, hedefi saptayan, her zaman terimin en geniş anlamıyla politikadır. Bu hedef, yenme isteği güçlüyken biricik ve berrak, zayıfken karmaşık ve bulanıktır.

Çağdaş siyasetçilerin eski davalar üzerine kafa yormaları gerekir. Bir sanığın, yeter ki hedefi hakkında belirgin bir fikri olsun, nasıl zor bir zafere doğru yürüyebildiğini öğrenebilirler. Örneğin İsa: Azap'sız ve Çarmıh'sız, ne şanı ne ölümsüzlüğü, aynı olurdu.

"Hasat için beyaz" dünyada, ölümüne din adamlarının karar verdiğini biliyordu. Bundan kaçmak için hiçbir şey yapmadı. Davası, başından itibaren, kendisi tarafından düşünülmüş ve biçimlendirilmiş bir çiledir; Diriliş'e dek, her evresi bir trajedi sahnesi gibi amansızca ölümcül sona doğru ilerler.(3) Görevi, güç mücadelesini kışkırtırken, ona maruz kalmış görünmek, insan zaafları sergilerken Tanrı metaneti göstermekti. Tatlı bir sesle savurur küfürlerini ve akılda sadece uşaklar tarafından yüzüne atılan tokatlar kalır, başında da askerlerin yaptığı dikenli taç. Savcının onu kurtarmak için harcamış olduğu beyhude çaba unutulur. Ve tamamen zamanın yargılama yöntemlerine uygun, "diğerlerinden farksız" davası, yüzyıllar boyunca bir skandal niteliğine bürünür. Kendisini Golgotha'dan(*) ayıran, üç kez düştüğü kısa yoldaki adımı, filozofun kararlı adımı değil, herkesin terk ettiği –öyle olması gerekiyordu– sürgünün acılı yürüyüşüdür. Çektiği, esirlerin azabıdır. Yanındaki uyum haydutları bile çatarlar ona, kopuş suçlusuna, İncil yazılsın diye: "Ve ben bir yer kurduyum ve insan değil, insanların yüz karası ve halkın çöpüyüm."

Kübalı ajitatörlerin, yerli işlerine bakan subayların, üç taraflı ajanların, herkesin birden ve herkesin kendi hesabına bağrıştığı bir Ben Barka davasıyla kıyaslandığında muhteşem bir etkinlik, sade bir güzellik. İsa, duruşmada ilerici bir Romalı avukat tarafından savunulurken, Judee savcılığının münevver bir temsilcisi tarafından yaşamına övgüler düzülürken düşünülür mü hiç?(4) Bazı ölülerin ağırlığı Tayşan dağınınkinden fazladır, bazılarınınki ise bir tüyün ağırlığından az, diyordu Sema Tsien.

Kimsiniz? Neyi temsil ediyorsunuz? Nedir tarihsel olarak varlık nedeniniz? diye soruyordu 1925'te komünist sanık Rakosi, naip Horthy'nin yargıçlarına. Bunlar, yargıçların, savcıların ve sanıkların her davanın eşiğinde kendi kendilerine sormaları gereken sorulardır.


Notlar


(1) "Richard'ın ilk zaferi buradadır. Yalan söylediği, aldattığı, cinayeti inkâr ettiği sürece, ahlaki düzenin varlığını kabul ediyordu. Şimdi, onu toz etmiştir." Jan Kott, Çağdaşımız Shakespeare, çev. Teoman Güney, İstanbul: Mitos Boyut, 1999. 
(*) İsa'nın çarmıha gerildiği küçük tepe. –ç.n. 
(2) Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, New York: Viking Press, 1963 (Türkçesi Metis yayın programında: "Eichmann Kudüs'te, Kötülüğün Banalliği Üzerine Rapor" adıyla yayımlanacak. –ç.n.) 
(3) Aziz Jean-Baptiste'in korkunç, edebi ölümü, ne İsa'yı önünde eğdiren olağanüstü kişiliğine, ne öğretisine bir şey kattı, zira ölümünün cismi olmuştu, oyuncusu değil. 
(4) Gidip bedenine sahip çıkma saygısını gösteren Arimathyalı Joseph, duruşmaya gelmeme inceliğini de gösterdi. 


*

“Jacques Vergès ve Savunma Saldırıyor”-Pakize Barışta

Edebiyat, aslında evrenin tüm duygularına, insanlığın tüm hallerine sahip çıkan, habaset karşısında bütün bunları koruyan ve savunan bir insani üst eylemdir.

Edebiyat adaleti de savunur; sistemin adaletsizleştirdiği, yönetimin eline geçirdiği ve yozlaştırdığı adaletin karşısına da dikilir yeri geldiğinde.

Andre Gide, Cinayet Mahkemesi Anıları’nda: “Ama şimdi deneylerimden biliyorum ki, adaletin yerine getirilmesini dinlemek ya da buna bizzat yardım etmek, bambaşka. İnsan adaleti ne denli belirsiz ve güvenilmez bir şey, işte on iki gün boyunca içim daralarak bunu hissettim” der.
Edebiyat, hukukun önünde gider bence.

Adaletin değil, estetiğin kazanacağını savunan, edebiyatın adaletle ilgisini içselleştiren Avukat Jacques Vergès, “Zafer, jüridekileri en çok etkileyen öyküyü anlatanın olacak” diyor.
Jacques Vergès’nin Savunma Saldırıyor adlı hukuk kitabı, aynı zamanda bir edebi envanter sanki; adaleti ilgilendiren, edebiyat içinde yer alan anlatımlar, edebiyatçının adaletle ilgili görüşleri hassas bir terazide tartılırcasına Jacques Vergès tarafından incelikle örnekleniyor.

Kafkayesk, edebiyat kaynaklı bir terim olarak, dünyanın bu en büyük ceza avukatının kitabında K’nın Evreni bölümünde yer alıyor. Devlet-adalet ilişkisinin netleşmesinde edebiyatın işlevi oldukça manalı Jacques Vergès için.
“Bu evrende, adalet tutarsız değildir. Aksine ne yaptığını çok iyi bilir. ‘K bir anayasa Devleti’nde yaşıyordu. Huzur her yerde hâkimdi. Yasalara uyuluyordu.’ Bekçinin dediği gibi, ‘bağlı olduğumuz otoriteler, tutuklama belgesini vermeden önce, tutuklamanın gerekçeleriyle ilgili çok titiz araştırma yaparlar.’ Sorgulamalar aşırı derecede titizdir, ‘aynı zamanda da, sanığın fazla yorulmasını engellemek için, oldukça kısa tutulurlar’. ‘Daha titiz bir adalet yoktur,’ der avukat. Gene de K niçin mahkûm edildiğini öğrenmeyi başaramaz ve sonunda öldürürler onu, Neuf-Chateau ormanlarındaki bir kurt gibi.”

Franz Kafka ile Jacques Vergès buluştuğunda edebiyat-adalet ilişkisi bu kadar netleşebiliyor işte.
Ceza avukatı Jacques Vergès, insanı ve insanlığın kaderini bir anda değiştirebilecek ceza davasını –ki bu dava türü, edebiyatı diğer dava türlerinden çok daha fazla ilgilendirmiştir. Örneğin Suç ve Ceza’daki Raskolnikov- tüm hukuk tarihinde yer aldığı biçimleri inceleyerek şu sonuca varıyor: “Ceza davasının üslubunu belirleyecek olan temel ayrım, sanığın toplumsal düzen karşısındaki tavrıdır. Sanık, düzeni kabul ederse dava mümkün olur ve açıklamalarını getiren sanık ile değerlerine saygı gösterilen yargıç arasında bir diyalog oluşturur. Sanık eğer düzeni reddederse, adli makine parçalanır; bu bir kopuş davasıdır.” Bu analiz içinde yer alan kopuş durumu, aslında yargılananın, (sanığın) yargılayanı yargılamasından başka bir şey değildir.

Jacques Vergès’nin ikinci anlamlı tespiti de şudur: Dava hangi durumda seyrederse seyretsin –uyum ya da kopuş-, bugün, bu çağda zafer bir manada edebiyatın olacaktır; zira, kazanan taraf –bu suçlayan da suçlanan da olabilir-, dava dosyasında bulunan malzemeyi estetik olarak en iyi öyküleyerek, jürinin özdeşleşebileceği bir hale getirilmesini sağlayan anlatıcının olacaktır.

Savunma Saldırıyor, hem adalet ve hukuk açısından, hem de edebiyat, felsefe ve tarih açılarından okunması hatta incelenmesi gereken bir kitap bence. Bugün seksen dört yaşında olan eski bir komünistin, son derece duyarlı bir demokratın, hukuku nasıl irdelediğini, en kutsal olanın aslında mevcut hukuk düzenlemelerinden ziyade suçlunun ya da suçlu addedilenin kendini savunmasındaki hukuk olduğunun altını çizen Jacques Vergès, meslek hayatı boyunca nerede bir savunma ihlali varsa orada var olmuş. Suçlunun kim olduğuna, sağda mı solda mı durduğuna, devrimci mi ya da diktatör mü olduğuna hiç bakmadan hem de.
O, ‘şeytanın avukatı’, ‘terörün avukatı’ gibi tanımlara da sahip; aynı zamanda hem büyük bir âşık hem de büyük bir vefasız; savunduğu Cezayirli –terörist addedilen- bir devrimci kadına olan aşkından Müslüman olmuş, ancak yıllar sonra bir gün meslek aşkı daha fazla öne çıkınca terk etmek zorunda kalmış onu; haksızlığa karşı içinde çok büyük bir mücadele aşkı yattığından.

Jacques Vergès, çağımızın bir kahramanı bence.
Bugün çağdaş addedilen, demokrasi peşinde koşan bir insanın, kültür sanat ve edebiyatla ne kadar çok ilgilenmesi gerekiyorsa, aynı zamanda hukukla da, hukuk ve adalet kültürüyle de o kadar ilgilenmesi gerekir bence. Zira gerçek bir homo politicusluğa başka türlü nasıl varılabilir ki?

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9